24 Aralık 2017 Pazar

Bitmeyen Yıl - Arzu KÖK

Bitmeyen Yıl

Her yeni yıl bir öncekine göre sitem yüklü geçegelmiştir.

Gelecek yeni yıl her ne kadar umut barındırıyor gibi algılansa da yine de geleceğe duyulan merakın etkisiyle yıldız fallarına kaçamak bakışlar atılır çoğu zaman… 


 Ülkemizde özellikle son yıllarda artan bu yıldız falı merakına biz de katılalım dedim ve sizler için yıldız falına bir göz atalım dedik:

Geçtiğimiz yılları kolektif protein sağanağı altında geçiren siyasilerin yıldız haritasına baktığımızda hücrelerinde, protein takviyesiyle meydana gelen bir güçlenme görülmekte…

Enerji fazlası, serbest dolaşım ve önüne gelene saldırma hakkı verilen polislerin kol ve bacak kaslarına da ekstra kuvvet olarak yansıyacak...

Yıldız enerjisindeki yükselme ve değişmeler; yürüyüşünü, oturup kalkmasını beğenmedikleri, sakal ve bıyıkları örf ve adetlere aykırı olanlar üzerinde bir baskı yaratacak…

Sert gezegen geçişlerinin etkisinden olsa gerek, yükselen muhalif seslere karşı duyulan tahammülsüzlük bu yıl da coplama, gözaltı ve tutuklamalarla sürecek gibi gözüküyor.

KHK ile işten atılmalar devam edecek…

OHAL tüm hızıyla seyrini sürdürecek…

Akıl tutulmaya, vicdanlar körelmeye, ahlak tükenmeye dönecek yüzünü…

Hukuk yerle bir edilmeyi sürdürecek…

Medyatik çığırtkanlıklar ve karartmalarla gerçeğin avazı kısılmaya devam edilecek…
Kabadayılıklarla diplomatik zarafetin dili yerle bir edilecek…

Tarım arazilerinde binalar yükselmeye devam edecek ve bizler ithal buğdaya, pirince…vb… muhtaç olmaya devam edeceğiz…

Hayvancılık cenneti olan ülkemize dışarıdan et getirtmeyi sürdüreceğiz…

En güzel ormanlarımızı, doğa cenneti olarak isimlendirilecek yerlerimize maden ocakları veya termik santral kurulup yok edilmelerinin önünü açmaya devam edilecek…

Simitle beslenmeye endeksli asgari ücretli yaşam, egemenliğini sürdürecek…

Açlık ve yoksulluk sınırları TV ekranları ve haber sitelerinden halkın inatla gözüne sokularak “Tevekkül Allah” nutukları atılacak. Toplumsal muhalefetin sesini kısmaya odaklanacaklar yine…

Barınma, ulaşım, sağlık ve eğitim haklarında yeni gasplar bekleniyor…

Çatınız her an başınıza yıkılabilir, aile hekiminiz kapsama alanı dışında kalabilir, otobüs güzergâhınız değiştirebilir ve medrese eğitimiyle baş başa kalabilirsiniz…

Yolda yürürken veya işten eve dönerken başınıza bir şey düşebilir ya da bir bombanın kurbanı olabilirsiniz…

Belki içiniz karardı buraya kadar. Ancak yıldız haritasında tek net kalan nokta ise iktidarın ve kapitalist düzenin ortak söyleminin süreceğini gösteriyor ve bizlere yine denilecek ki:

“Konuşma!... 
Çalış!...
Nefes al ama yaşama!..
Sakın ha itiraz etme bir şeye!...”



Yıldız haritası bunları söylerken diyorlar ki bize hafta sonu yeni bir yıla girecekmişiz. Yalan… Vallahi de billahi de yalan… Yıllardır bitmeyen bir yıl yaşamaktayız zaten biz. Bu gidişle daha uzun süre de bitmeyecek bir yıl… Hatta diyorlar ki Türkiye’nin sonu da…

Ahmet Erhan’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandığı derlemesindeki şu mısralar unutulur gibi değil:

“Ülkemin üzerindeki bu alacakaranlık
Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer
Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün
Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de
Oyun olsun diye boş, anlamsız…”

Şimdi beyhude geçen bir yılın “bitmeyen kakafoni”si sürerken ufuklar öyle daralmış ve içler öylesine kararmış ki, “saf ve belki de oyun olsun diye boş, anlamsız şiirler”in değil, coşku dolu, anlamlı marşların özlemi dağlıyorken ciğerleri, yıl bitmiş sayılır mı?

Yine de direnç yıldızınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Mutlu yıllar…


Arzu KÖK


17 Aralık 2017 Pazar

Müzik!... - Arzu KÖK

Müzik!...

İTÜ’de bir grup öğrenci “Müzik haramdır” başlıklı bir bildiri dağıtmış. Hani bunları dağıtana mı kızmalı dağıttıranlara mı bilemedim pek. Ülkemizde her geçen gün dinin yanlış yorumlanması ve bunun sonuçlarıyla karşı karşıyayız ne yazık ki. Daha bu bildirilerin yankıları devam ederken bir de Diyanet, "Ahlaksızlığa ve harama sevk eden müziği dinlemenin günah olduğu" yönünde bir fetva verdi. 


 Diyanet’in bu bildiri ardından verdiği bu fetva, ortamı daha da germekten başka ne işe yaradı bilmiyorum. Hele bir de bir konuyu en ince detayına kadar araştırıp doğrusunu iletmesi, yazması beklenen Prof. ünvanlı insanlar da bunu yapıyor ya ne demeli bilmiyorum. Ne demiyorlar ki, işte birkaçı: 

- Necmettin Erbakan İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Orhan Çeker: “Müzik için haram diyemeyiz ama helal de diyemeyiz. İçeriği  uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir.”

- Karatay Üniversitesi İslam Ekonomisi ve Finans Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren: “Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar, çalgısız dahi olsa caiz değildir.”

- Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ekrem Buğra Ekinci: “Şarkı, ancak çalgı ve kadın sesi içermiyor, sözleri de dinen sakıncalı değilse dinlenebilir.”

- İslam  Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman: “Müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır. Hükmün bazı istisnaları vardır: Savaşta vurulan kös ile düğünlerde çalınan tef.”


Oysa müzik, doğasının da gereği olarak insanın metafizik dünyayla iletişim kurmasını sağlar ve insanı sıradan duygulardan daha yüce ve güzel duygulara çekebilme gücü sayesinde, insan ruhunun, sınırları olmayan âlemde özgürlüğe ulaşmasına da aracı olur. Kolay icra edilebilirliği ve etkileme gücü nedeniyle pek çok din kendini müzikle ifade yoluna gitmiştir. (Ezan bile bir ezgiye sahip değil midir?)

Müzik tarih boyunca kutsallardan beslendiği gibi kutsalları da besleyen bir yapıya sahip olmuştur. Müziğin duygusal bir coşkuyu yaratma, duyguların ifadesi için meşru bir ortam oluşturma özelliği, dini ritüellere katılımı teşvik etmiştir tarih boyunca. Aynı zamanda ritüellere katılımı artırmak amacıyla da müziğin güdüleme gücünden de yararlanılmıştır. Bunun yanı sıra ritüeller bağlamında müzik, bireysel ve toplumsal tecrübeyi bir araya getirerek “biz” duygusunun meydana gelmesini sağlamaktadır.

Hemen hemen bütün dinlerin uygulama noktasında müzik önemli bir yer tutar. Müziğin etkisi ilkel dinlerden semavi dinlere kadar uzanmış ve bütün inananları etkisi altına almıştır. Hint ve Çin kültüründe müzik, dinin ayrılmaz bir parçasıdır. Örneğin Hinduizm’in kutsal kitabı Rig Veda, 1017 ilahiden oluşur. Konfüçyüs de din ve ahlak ilişkisi bağlamında “Müzik, insani olan hislerin ifadesidir, müziğe bağlı olanlar erdemli insanlardır” ifadesiyle müziğin ahlak açısından önemini vurgulamıştır.


Yahudilikte ise müzik, net bir şekilde ifade bulmasa da önem arz ettiği görülmektedir. Hz. Davud’un güzel bir sese sahip olduğu ve mizmar adı verilen bir enstrüman çaldığı pek çok İslam ve batı kaynaklarında yer almıştır ki bu da müzikten uzak durulmadığının ispatıdır.

Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde müzik yok gibidir adeta. Ancak Hıristiyanlık devletin resmi dini olmasından sonra kiliseler ve halk üzerinde oldukça ön plana çıkmıştır. Özellikle misyonerlik faaliyetlerinde müzik önemli bir rol oynamıştır. Misyonerler, vaaz dinlemek istemeyen ve dinin çağrılarına uymayan insanlara dini, müzik ile anlatmışlardır. Sonraki dönemlerde ise kilisede ayinlerin, ibadet ve kutlamaların ayrılmaz bir parçası olmuştur.

İslam’a baktığımız zaman, Kur’an‘da ve hadislerde müzik konusunda net bir bilgi yoktur. Ancak, Hz. Muhammed’in dinlendirici mahiyette, kötülüğe ve zarara sebep olmayan oyun ve eğlencelere müsaade ettiği kaynak kitaplarda yer alır. Bunun yanı sıra tarikat ve cemaatlerde, tasavvufi alanda müzik oldukça önemli bir yer edinmiştir. Özellikle Mevlevilik, müziği kendisinin ayrılmaz bir parçası olarak görür. Önceki dönemlerde Mevlevihaneler konservatuar işlevi görecek kadar bu konuda ilerlemişlerdi ve çok iyi müzisyenler, besteciler yetişmiştir. Ney eşliğinde yapılan sema ayini de bunun en açık örneği değil midir? Bu konuda Mevlana “Güzel ses dinlemek âşıklara gıdadır, çünkü güzel ses dinlemekte kalp huzuru ve Tanrı’yla beraber olma zevki vardır” diyerek müziğin önemine dikkat çekmiştir.

Tüm bunlara rağmen yukarıda da örneklerini verdiğim gibi bazı din alimleri müziğe şiddetle karşı durmuşlar ve müziği İslam dışı unsur olarak yansıtmışlardır, yansıtmaya da devam etmektedirler. Bundan değil midir bir üniversite ortamında böylesi bir broşür dağıtmak, dağıttırmak… Tüm bunlar aslında müziğin tam olarak ne anlama geldiğini bilmemelerinden kaynaklanıyor.

Müzik öncelikle ses demektir. Bu anlamda da müziği yasaklamak, sesi yasaklamak demektir. Bu durumda müziğe haram diyenler, Aristo mantığıyla hareket edersek sese de haram demiş oluyorlar. O halde önce kendi seslerini kesmeleri gerekmez mi?  Oysa insan sesi haram değildir ve Allah’ın verdiği en önemli nimetlerden biridir. Bunu çarpıcı bir şekilde ifade eden Abdülkadir Meragi’nin, Makasıd adlı eserinin girişinde bir “gülbank” tarzı “hamdele” yer almaktadır. Onu bir okusunlar derim onlara. 

Müzik, ya insan sesidir veya çalgı sesidir. Müzik insan sesidir denirse az önce açıkladığım gibi ona karşı çıkamaz. Çalgı sesi denirse, bunun da iyi anlaşılması gerekir. Bir defa bilinmelidir ki müzik, çalgının kendisi değil, çalgının teline vurmakla ortaya çıkan sestir, çalgının boşluğuna üflemekle çıkan sestir, çalgıya vurmakla çıkan sestir. Yani sonuç, yine sestir, ses çeşitlerinden bir sestir. İnsan sesindeki çeşitlilik gibi, çalgı seslerinde de çeşitlilik vardır. Çalgılardan elde edilen her ses müzikte kullanılamaz, müzikte kullanılabilen seslere perdelere uygun/uyumlu ses diyoruz, uyumsuz sesler müzik yapımına uygun olmayan seslerdir, çalgının sesi dediğimizde kastettiğimiz, çalgının kendisinden elde edilen değil, çalgıdan üretilen sestir. Bu nedenledir ki çalgı sesi haramdır denirse, çalgıya haram denmiş olmuyor; perdeli/uyumlu sese haram demiş olunuyor (uyumsuz olan sesler zaten müzik bilimince yasak seslerdir), bu durumda da az önceki şeye çıkıyor. Kısacası ses yasak değildir ve yasaklanamaz.  

Perdeli ses, insan boğazı ile de yapılabiliniyor. Bir annenin ninnisi gibi; Ezan ve Kur’an okumak gibi. Perdeli sesi diğerlerinden ayırmaya çalışan yasakçıların yanlarında ses frekansı ölçer araçla gezmeleri gerekmez mi? Bu sesi duyduklarında hemen onu bulup, kim veya ne bu sesi çıkarırsa cezalandırmaları gerekmez mi? O durumda zavallı kuşlar… Önce onlar cezalandırılırdı herhalde. Tabii bir de perdeli ses çıkaramayan müezzinler de girerdi potaya. Ne olacaktı o zaman?...

Dağıtılan broşürde bir de şarkı söyleyenin söylediği güftelerdir: açık saçık sözlerdir. Ama ne yazık ki bunların müzikle bir ilgisinin bulunmadığını göremiyorlar. İlgi ikinci derecedir ve bu sözler salt müzik değildir; bunlar şiirdir, sözdür, kelimelerdir. Şiir olmasa da müzik olacaktır. Eğer şiirlerdeki bu ifadelere karşı iseniz, o zaman Kur’an’dan tutun da birçok edebi eserde yer alan buna benzer ifadelere de karşı çıkmanız gerekmez mi?  Açık saçık sözler, söz unsurudur, müziğin asıl unsuru değildir, müzik ile pek ilgili değildir. Perdeli ses çıkarmak için ille de açık saçık sözleri haykırmak gerekmez ki. O nedenle boşuna debelenmeyin, zira basit mantıkla “müzik haramdır” demekle, açık saçık sözleri yasaklamış olmuyorsunuz, olamazsınız.  

Tarih boyunca anlatılan güzel ezan dinlemekle nice insanın Müslüman olduğuna dair anlatıları duymayan kalmamıştır sanırım. Müezzinin makamla ezan okuması istenir, yetmezmiş gibi güzel sesli olmasına da özen gösterilir. Üstelik Hz. Muhammed de güzel okumayı istemiştir,  değil mi? Harfleri doğru çıkarmanın ilmi “tecvit”tir. Tecvit, harf dediğimiz sesleri uyumlu ve düzgün çıkarma bilgisine verilen isimdir. Müzikte ise buna perdeli sesler/uyumlu sesler bilgisi denir.

Müziğe bir başka bakış “boş zaman sosyolojisidir”. Yani müzik, boş işlerle uğraşıdır anlayışı. Konuyu müzik boş iş değil, sanattır diyerek açıklamak olasıdır. Ancak konuyu bazılarının anlayacağı bir şekilde açıklayalım isterim. Hani bütün dinlerde birinin dedikodusunu yapmak yasaklanmıştır. Bir şeyle meşgul olmayan insan dedikodudan başka ne yapacak peki? Oysa müzikle uğraşı kişiyi boş zamandan alıkoyan en güzel araçtır. Bu anlamda da müziğin toplumsal birçok yararı vardır. Aslında önerim nedir biliyor musunuz? Biraz müzik felsefesi ve sosyolojisi okuyun. İşte o zaman anlarsınız müziğin ne kadar bulunmaz bir şey olduğunu. 

Müziğe bakışlardan biri “kötülüğe götüren yollardan biri” şeklindedir. Oysa biliyoruz ki müzik bıçak değildir. Bıçak insanı öldürür, ama müzik insanı kötüye götürmediği gibi, onu kötü bir yola da sürüklemez. Bir defa hiçbir müziğin insanı kötülüğe zorlayacak gücü yoktur. Ancak başka çevre koşulları ile belki o da belki böylesi bir sonuç verir.  Kötülüğe sürüklenmek bir müzik sorunu değil, çevre sorunudur. Müziği değil, ortamı yasaklamak gerekir, ortamın kötü olmasında da müziğin suçu yoktur.  

Tekrar ve tekrar söylüyorum ki müzik demek ses demektir; düzenlenmiş sestir. Müziğe haram demeniz, müziğin hakkına tecavüz ettiğiniz, hatta kendi sesinizi kesmek zorunda kalacağınız anlamına gelir diyorum. Bırakın insanlar müzik yapsınlar, müzik sanattır, ince sanattır, ince zevktir. Önyargısız dinleyin, göreceksiniz o zaman müzik ne demekmiş. Müziğin dinde “haram” olduğunu söyleyenlere sesleniyorum. Önce müziğin ne anlama geldiğini iyi kavrayın ve Allah’ın yasaklamadığı şeyleri insanlara yasaklamaya çalışmayın... 


Arzu KÖK

7 Aralık 2017 Perşembe

Korku!... - Arzu KÖK

Korku!...

Güya en önemli olan, adına çok büyük anlamlar yüklenen halk, acaba neden bunca haksızlığa ve adaletsizliğe göz yumar ve hatta kötülükleri destekler duruma gelir hiç düşündünüz mü?

Hani derler ya: Halk daima masumdur, mazlumdur, ama bir o kadar da güçlüdür. Bu nedenledir ki kralı da, soytarısı da, iktidarı da, muhalefeti de hep ona yaslanır. Hepsinin “Halka karşı sorumlulukları” vardır. Yapılan her şey “Halkımız öyle istemiştir”, “Halkın takdiridir” diye yapılmıştır. Bütün kararlar onun adına alınır. Egemenlik bile kayıtsız şartsız ona aittir. Soldaki adı halktır, sağdaki adı millettir. Solla sağ arasındakiler ona ulus der, geçer. Kendisine bu kadar çok anlam yüklenen, türlü güzellemelerle pohpohlanan, ondan uzak kalındığında elitist olunduğu sanılan, onu kötülemenin her türlü tepkiyi çektiği, solcusunun sağcısının “önüne yattığı” tek şey halktır.

Peki tüm bunlara rağmen neden adına bu kadar çok anlam yüklenilen bu halk bunca haksızlığa ve adaletsizliğe göz yummakta?

Baktığınız zaman adeta ülkenin ortasına kurulmuş bir mezbaha var. Bu mezbahanın tanığı, izleyicisi olan halk ise adeta felç geçirmiş halde. Bu halkın bir üyesi olarak bizlerin de tabii, elimiz ayağımız tutmuyor, konuşamıyoruz. Vicdan, ilke her şey ayaklar altında. Biraz cesaret bulup ayağa kalkmaya çalışanlar ise çok çok büyük güçlüklerle karşılaşıyor.  Zira kutuplaşmanın konforuna sahip olmuş olanlar ise kolaylıkla bizi ve birbirlerini işaret eder haldeler. 

Bir Fransız özdeyişi der ki: “Korku, en amansız suikastçı; sizi öldürmez ama yaşamdan alıkoyar.”  Ülkemizin son zamanlardaki durumu da bu.  Çevresindeki savaşlarla, güvensizlikle, adaletsizlikle, ekonomik krizler ve doğa katliamları ve felaketleriyle  harabeye çevrilmiş ülkemizde ne yazık ki korkunun en güçlü yanlarını yaşıyoruz. 

Korku insanın içindeki pek çok duyguyu körelten ciddi bir suikast silahı gibidir. Korku insanın; sosyal olabilme, empati ve dayanışma gösterme, düşünme, özerklik ve adalet için mücadele etme, dünyayı ve onunla beraber kendimizi değiştirme isteklerini yerle bir eder. Bununla da kalmaz yeteneklerimizi köreltir. Oysa bunların hepsi insan olmanın gereklerindendir. Korku; zulmü teşvik ederken, her türlü baskı ve şiddeti meşrulaştırır. Bu ise, suskunluk ve acizlik duygularının tetiklenmesine neden olur.


Siyaset kuramcıları, yaygın korkunun canlılığımızı tehdit ettiğini ortaya koyan çok ciddi araştırmaları da vardır. Bu araştırmalara göre; sistem ruhsal bozukluk salgını yaratmaya başladı. Kaygı, stres, depresyon, sosyal fobi, yeme bozuklukları, kendine zarar verme davranışları ve yalnızlık, insanları alaşağı eder hale geldi. 

Eğitim sistemi, rekabetçi anlayışla gittikçe vahşileşiyor. İş bulmak, az sayıda işin peşinden koşan diğer umutsuz insan yığınıyla neredeyse ölümüne dövüşmek anlamında. Günümüzde, yoksulların patronları ekonomik şartlar nedeniyle yine onları suçluyor. Televizyonlardaki bitmek bilmeyen yarışmalar, aslında imkansız olan arzuların gerçekleşmesine sözüm ona fırsat yaratıyor. Tüketim çılgınlığı, sosyal boşluğu dolduruyor. Fakat o yalıtılmışlık kendi kendimizi yiyip bitirmeye başladığımız noktada, diğer her şeyi tüketiyor, sosyal kıyaslamayı yoğunlaştırıyor. Her şey ama her şey bir şekilde korku yaratıyor, giderek büyüyor sorunlar.

Anlık korku, avuç içlerimizi terletir ve soğutur, sesimizi titretir, gözlerimizi doldurur ve boğazımızdan bir çığlık salıverir. Sistematik korku ise ne yazık ki günümüzde birçoğumuzu etkisi altına almıştır. Bu tip korku ise daha çok, hislerin hem kişisel hem de toplumsal düzeyde bastırılması şeklinde gösterir kendini. Sonuçta korku; herkesi düşünmekten ya da kendini farklı biçimde ifade etmekten ürker, körelir hale getirir. 

Aslına bakarsanız korku; 

- Dikkatimizi dağıtmak, bizim üzerimizden para kazanmak, yalan vaatlerle bizi kandırmak ve düşmanlıkla doldurmak için planlanmış bir olgudur. 
- Irkçılık kavramı sayesinde her zamankinden daha kötü ve akıl dışı düşmanlıklar ve tutkular oluşturur. 
- İnsanların içe dönmelerine, kimselerle konuşmamalarına, sevgi ve ilgilerini sadece en özel bulduklarına ve ne yazık ki en yakıcı politik tarafa vermelerine neden olur. 

Yukarıda yazdıklarıma bakıp bir de günümüz insanlarına baktığınızda ne kadar doğru olduğunu görmemek mümkün değil. Baksanıza herkes köşesine çekilmiş, hatta yaşamdan uzaklaşmış durumda; bir mucize ya da mehdi bekliyor. Bekler… Korku ile terbiye edilmeye çalışılan topluluklarda bunun böyle görülmesinden doğal ne olabilir ki? 

Topluma bir hiçlik dayatılmış. Hayatta kalması zor zamanlarda cinnet haline gerekçe üretmek dışında yazık ki hiçbir şey yapamayan politik hat geçmişte nasıl çözüm üretememişse günümüzde de üretebilecek gibi görünmüyor ne yazık ki.  

Gün geçtikçe insan kalmak, kalabilmek giderek zorlaşıyor. Örneğin karşı köyün ölüsüne dahi bir başsağlığı dilemek, yası ortaklaştırmak olası dışı hale gelmiş. Karşıt sayılanlara duyulan öfke ve nefreti saflaştıran bir sessizlik var. Adeta özellikle de durmadan bileniyor gibi. Mesela en son Malatya’da Alevi evlerinin işaretlenmesi gibi. Bu olayın ardından gelen politik kesimin sessizliği ve sonrasında lütfen birkaç söz… 
Ne yazıktır ki gerçek ve samimiyetin kalmadığı, duyguların rafa kaldırıldığı her yerde hayat en çok kanayan yerinden kanama yapar, çürür. Hiçbir değeri kalmaz. 

Artık toplum olarak silkinmenin zamanı gelmedi mi? Verimli enerjimizi duygusal ve toplumsal sitemi iyileştirmek adına kullanmanın zamanı gelmedi mi? Gücün ve denetimin teknolojisi olarak kullanılan korkunun etkisiz olduğu bir evren yaratmak olası değil midir?

Robert Ingersoll’ün de dediği gibi: “Korku beyni felce uğratır. İlerleme cesaretten doğar. Korku inanır, cesaret şüphe eder. Korku yere düşer ve dua eder. Cesaret ayakta durur ve düşünür. Korku kaçar, cesaret ilerler. Korku barbarlıktır, cesaret uygarlık. Korku tanrılara, şeytanlara, ruhlara inanır. Korku dindir. Cesaret bilim.”

Şimdi karar verilmeli korku mu cesaret mi? 

Arzu KÖK

2 Aralık 2017 Cumartesi

Spastik Yaşamlar - Arzu KÖK

Spastik Yaşamlar

Görme, İşitme, Bedensel ve Zihinsel Engelliler… bildiklerimiz, üzerinde durduklarımız hep bunlar. Ama öyle bir engel grubu var ki gören gözler görmüyor, işiten kulaklar işitmiyor, yürüyen ayaklar kaçıyor, düşünen beyinler ise düşünmeyi aklına getirmek bile istemiyor. Kim mi bunlar? Spastikler tabii ki.

Beyindeki hareket dalgalarının bozularak vücudun çeşitli bölgelerinin veya vücudun tümünün istek dışı ya da aksi yönde hareket etmesidir spastiklik. Doğum öncesi, doğum sırası ya da erken çocukluk çağında(0-7 yaş) ortaya çıkabiliyor.  Bunun dışında zekâlarında, düşünce yapılarında ve vücutlarındaki herhangi bir fonksiyonda normal insandan adeta farksızdırlar. Spastikler diğer grupların içine giremedikleri için ayrışırlar. Bu nedenle de kendilerini ifade etmeden büyük zorluklar yaşarlar.

Diğer engelliler sorunlarını konuşarak veya başka yollarla rahatça anlatabilme şansına sahipken spastikler, hareket ve konuşma zorluğu yaşamalarından ve vücudun sürekli hareket halinde olmasından dolayı iletişim kuramamakta, bu da karşısındaki kişinin onu tuhaf görmesine neden olmakta, anlatmak istediklerine değer verilmemekte, anlama güçlüğü çektiği düşünülerek, derin bir acıma duygusu ile uzaklaştırılmaktalar.

Eğitim alanında ise spastikler Zihinsel engelli gibi göründüklerinden sürekli dışlanmaktadırlar. Bir şekilde okula başlayanlar ise yaratılan zorluklar yüzünden eğitimlerini kesmek durumunda kalmışlardır. Eğitimini tamamlayan ender sayıdaki spastik bu sefer de iş yaşamında türlü zorluklara maruz kalmaktadır. Spastikler hem hareket hem de konuşma zorluğu çektiklerinden sürekli iş ve sosyal yaşamın dışına itilmeye çalışılmaktadır. Mesela Türkiye’de spastikler bazı alışveriş merkezlerine alınmamaktadır ne yazık ki. Kamu işlemlerinde ve Bankalarda Zihinsel Engelli muamelesiyle işlemleri yapılmamakta, vasi istenmektedir. Aslında spastikler çok akıllı insanlardır. Ancak birçoğu bu tür yaklaşımlardan uzaklaşmak adına kendilerini evlerine kapatmaktadırlar. Oysa onları dışlamaya kimsenin hakkı yoktur.

Bugün tüm dünyanın ünlü spastiklerden Stephan Hawking’i tanımayan yoktur. Hareketsiz ve konuşamayan bedenlerin, beyinleriyle neler yapabileceklerinin bir kanıtı niteliğindedir Hawking. Ancak bu gerçeği kimse kabullenmek istemiyor ya da biliyorlar ama bilmemezlikten gelmek işlerine geliyor. Ama nereye kadar? Onlar varlar ve aramızdalar. İçlerinde öyle cevherler var ki şaşar kalırsınız. İşte size iki örnek;

Gökhan Alparslan;

 Onu anlatanlar, hayata 3-0 yenik başlayan bir bireyin, azmin ve ailenin müthiş direnciyle yaşamaz, yapamaz denilen olmazları gerçekleştiren, birinci devreyi 3-0 yenik kapatan kişinin tükenmeyen azmiyle 90 dakika sonunda sahadan 6-3 galibiyetle ayrılan bir takımın serencamı olarak anlatırlar. 

80’li yıllara kadar yetkililerin serebral palsili çocukların eğitimine önem vermemeleri ve bazı eğitimcilerin okula giden çocukların ailelerine “çocuklarınızı alın götürün, diğer çocuklar korkuyor” şeklindeki yaklaşımları sonucunda bu çocukların eğitimleri aksamış oluyordu. Ancak ailenin ve çevrenin büyük çabasıyla Gökhan o kuşakta eğitim gören tek çocuk oldu. Hiç okula gitmeyen, okul sıralarına oturamayan, önlük giyemeyen, hiçbir arkadaşı olmayan Gökhan anne, baba ve bir eğitici üçgeninden ilkokulu dışarıdan bitirir. Ardından ortaokul ve liseyi bitirir. Daha sonra 15 yıl bir kuruluşta çalışarak emekli olur.

Gökhan daha sonra izcilik dersleri alır, türlü izcilik aktivitelerine katılır. Türkiye’nin tek spastik izcisi unvanını alır. 1995 yılında dört yılda bir düzenlenen İzcilik Olimpiyatlarında Türkiye’yi temsil eden grubun içinde yer alır. 150 ülkeden binlerce izcinin katıldığı bu oyunlarda Dünyanın Tek Spastik İzci Lideri unvanını kazanır. Baden Powel’in Işıldayan Dünyası isimli bir izcilik kitabı çıkarır ve buradan kazandığı parayla Elmadağ’da bir okuldaki izcilerin çadır, giysi ve diğer izcilik ihtiyaçlarını karşılar. Gökhan hala mücadelesine devam ediyor. Şimdilerde ise kendi ve diğer spastik arkadaşlarını anlattığı bir dizi projesi var. Eminiz ki diğer başardıkları gibi bunu da başaracaktır.

Burcu Dere;

“Mart gibiyim,
Yarım Kış,
Yarım bahar...”  diyor bir şiirinde kendisini anlatırken. Ve ardından devam ediyor; 

“Hayat senaryosunu bizim yazdığımız kısacık bir drama aslında. Ve her insanın bir emeli, bir hayali vardır bu hayatta. Ömür bir öykü… Ve vardır her insanın bu hayatta bir öyküsü. Benim öykümde 1991 yılında Ocak ayının 14’ünde Erzurum’da başlıyor. Yaşamla olan mücadelem de gözlerimi açtığımda başladı ve hala devam ediyor. Hayat yolu, inişli çıkışlı, engebe ve engellerle dolu.  Benim hayattaki gayem ise; bu engellere takılmadan ilerleyebilmek, çünkü ben bir engelliyim. Ama önümdeki engelleri görmüyorum bile. Çünkü yaşamayı seviyorum ve en önemlisi kendimi çok seviyorum. En büyük hayalim iyi bir Radyo ve Televizyon programcısı olabilmek. Bunun yanında yazı yazmayı, piyano ve bateri çalmayı, resim yapmayı çok seviyorum ve aynı zamanda dansçı olabilmeyi de çok istiyorum. Bunun için bu kadar çok şey yapmak istiyorum. Ve yapacağıma da inanıyorum. Çünkü ben kendime güveniyorum... Kitaplarımla ve şiirlerim ile ilgilenen herkese çok teşekkür ediyorum…”

Evet Burcu 1991 yılında Serbral Palsili olarak açıyor gözlerini yaşama. Ancak yukarıda okuduğunuz gibi yaşama umutla, sevgiyle bakıyor. “Afrikalı Bir Çocuğun Midesi Kadar Boş Dünya” ve “Şiir Kız Ankara” isimli şiir kitapları var Burcu’nun.  Çok iyi bir şair o.

Bu yazdıklarımız sadece ikisi. İçlerinde belki ne cevherler var daha. Ne dersiniz? Artık çevremize daha dikkatli bakmalıyız değil mi?


Arzu KÖK