18 Nisan 2016 Pazartesi

Çocuklar ve 23 Nisan - Arzu KÖK

Çocuklar ve 23 Nisan

23 Nisan törenleri "şehit var" diye iptal edilmiş. Oysa bu törenler yapılmaya başlandığında Kurtuluş Savaşı yeni bitmiş, sayısız şehit çocuğu, öksüz, yetim kalmıştı. Bu kutsal emanet olan çocuklara sahip çıkabilmek adına TBMM’nin kurulduğu gün, aynı zamanda çocuklara armağan edildi ve kutlanmaya başlandı. O gün bu gündür 23 Nisan; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır oldu. Bugün ise bu törenler yasaklanıyor. Gerekçe “şehit var.” 

 Aslında gerekçe bu olsa da asıl amacın farklı olduğu herkes tarafından biliniyor. Ben burada bunları anlatmayacağım yeniden. Ama biliyorum ki çocukları sevmeyenlerin, çocuklara ait bir bayramı iptal etmesi son derece normaldir. 

Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok önemli başka işleri var, kimi güya vatanı, milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirme peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacak belki ama onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkum olacaklar.

Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, ana rahminde öldürülmezlerdi, doğunca öldürülmezlerdi, çocukluklarını yaşayamadan öldürülmezlerdi... 23 Nisan,  “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak ilan edilmiş ama aradan geçen onca yılın ardından dünyada, öldürülen çocuk sayısı bakımından ilk sıralarda yer alan bir ülke konumuna gelmişiz, ne yazık.


Ülkemizin sınırları, ülkemizin çocuklarına gün geçtikçe dar edilmeye devam ediliyor.
Sınırları dar edenler ise çocukları vurdumduymaz bir şekilde sokaklara salan sorumsuz, eğitimsiz aileler ve sokakları, çocukları koruyamayan devlettir. Her geçen gün inanılmaz üzücü ve ahlak sınırlarını zorlayan haberleri duymaya, okumaya başladık. Haber dediğime bakmayın siz: Boğazı kesilerek öldürülen bebeklerden, elinde pompalı tüfekle okuduğu sınıfı basan ilköğretim öğrencisinden, kümese sağ olarak gömülen zavallı çocuklardan, beş yaşında dövülen, altı yaşında öldürülen, yedi yaşında taciz edilen, sekiz yaşında tecavüze uğrayan, dokuz yaşında mendil sattırılan, dokuz yaşında dilendirilen, on yaşında sırtında sigara söndürülen, on bir yaşında bıçaklanan, on iki yaşında evlendirilen çocuk gelinlerden bahsediyoruz.

Bu ülkenin çocukları, geleceğimiz, bizim çocuklarımız…

Ancak İHD, Dünya Çocuk Hakları Günü vesilesiyle yayımladığı 2015 raporunda  617 çocuğun yaşamını yitirdiğini açıklıyor. Rapora göre, 388 çocuk gözaltına alınmış, 69’u tutuklanmış. Çocuk yaşam hakkı ihlalleri ise şöyle sıralanmış raporda: 

- Yıl boyunca silahlı çatışma ortamından kaynaklı olarak toplam 51 çocuk hayatını kaybetmiş.

- 6 bin 132 çocuk cezaevinde. 

- Yıl içinde çocukların çalıştırıldığı işyerlerinde meydana gelen ölümlü kazalarda toplam 14 çocuk hayatını kaybetmiş.

- UNİCEF’in Ekim 2015 tarihinde yayımlamış olduğu ‘’Türkiye’de Suriyeli Çocuklar’’ çalışmasına göre, kayıtlı 1 milyon Suriyeli çocuk bulunurken, yıl içerisinde 105 sığınmacı ve mülteci çocuk hayatını kaybetmiş.

- Bakım evlerinde ve eğitim kurumlarında yıl içinde toplam 5 çocuk hayatını kaybetmiş.

- TÜİK’in yayımlamış olduğu İstatistiklerle Çocuk 2014 raporuna göre 16-17 yaş grubunda 36 bin 299 çocuk evliliği gerçekleşmiş. 

Belki de bu rakamlar, çocuklara duydukları sevgisizlik gün yüzüne çıkmasın diye istemiyorlardır bu bayramın kutlanmasını. Ülkeyi yönetenlerin derdi; çocuklara karşı işlenen suçlara karşı radikal kararlar almak bir yana dursun 18 yaş’a seçilme hakkı vererek, nüfusun yarısı genç olan bir kalabalığın oyunu almak, en büyük dertleri. Çocukları sadece başlarına dert olarak görüyorlar. Oysa Türkiye’nin asıl problemi çocuklar değildir. Türkiye’nin en büyük problemi çocukları insan gözüyle görmeyen ahlaksız büyük bedenlerdir. 

Anaokulundan başlayarak çocukları siyasi bir figür değil, bir değer olarak görüp çağdaş geleceğe yönelik bir bilinçle eğitmek gerekir. Çocuk işçiliğinin sert tedbirler alınarak engellenmesi gerekir… Töre adı altında çocuk gelinlerin büyük bedenlerin altına yatmasını engellemek gerekir. Güya adı eğitim yurdu olan kurumlarda çocuk tacizlerinin önüne geçmek gerekir… 

Bir toplumun geleceğini kurtarmak bir yana boğazına ipi geçiriliyor yazık ki ülkemde. İp geçirilemiyorsa şayet hapishanelerde karartılıyor yaşamı. O da olmuyorsa taciz edilerek karartılıyor. Bu da olmuyorsa masumluğuna, çocuk olmasına bakılmadan öldürülüyor. Şimdi durum böyleyken Çocuk Bayramı’na tahammülü olur mu bu büyüklerin? 

Unutmayın! Yaşananlar, yarın yaşanacakların habercisi olurlar. Belleklerden kayıtlar kolay kolay silinmez. Bu ise ülkeyi felakete sürükler… Kör gözler görüyor mu acaba?

“Çocukların ağladığını duyuyor musunuz ey kardeşlerim. 
Keder yıllarla gelmeden önce 
Küçük küçük çocuklar, ey kardeşlerim 
Acı acı ağlıyorlar 
Ötekiler oynarken, onlar ağlıyorlar”

Elizabeth Browning 
Çeviri: Mina Urgan

Arzu KÖK

13 Nisan 2016 Çarşamba

Tecavüzü Kanıksamak-Arzu KÖK

Tecavüzü Kanıksamak

Gün geçmiyor ki kadına yönelik şiddet, kadın cinayeti, vahşi bir tecavüz haberiyle sarsılmadığımız. Yalnız kadına mı? Artık çocuklara da tecavüze başladılar. Üstelik sayıları günbegün artmakta. Ve yalnız kız çocuklarına da değil artık, erkek çocuklarına da tecavüz edilir oldu. Ürkütücü olan ise toplumun şiddet ve tecavüz olaylarına karşı artık duyarlılığını yitirmiş olması. Ancak vahşet, canilik, vs. olduğu zaman sesler yükseliyor ve yine maalesef kısa süre içinde unutulup gidiyor. 

 İç güvenlik paketiyle sapan taşıyanın, bilye taşıyanın, maske takanın gözünün yaşına bakmayan devletimizden kadınlara ve çocuklara karşı işlenen suçlar konusunda da bir adım atmasını beklemek en büyük hakkımız. Ama hak aramak da bir suç olmuş...

Bu arada sosyal medyada bir futbolcunun attığı gol için; "adam gol atmadı resmen tecavüz etti abi!" gibi yorumlar yazılabiliyor. Tecavüz normalleştirilecek bir konu değil, mizah konusu yapılacak bir olgu değil. Siz belki kendinizi şaka yapıyorum diye avutabilirsiniz ancak tecavüzün günlük dile böyle girmesi bazı yarım akıllıların beyninde onu normalleştiriyor ve günlük hayatın bir parçası haline getiriyor. Sosyal medyada kızılan biri için, "biri şunu s.ksin", "biri şuna tecavüz etsin", "biri bunu s.kip ortada bırakmış" tarzındaki güya eleştirel yorumlar yapılıyor. Arkadaşlar "Tecavüz bir şiddet biçimidir ve hiçbir şey bunu değiştirmez!!" diyerek haykırmak geliyor içimden her seferinde.  Tecavüz insanın bedenine değil, cinsel hak ve özgürlüğüne, doğrudan kişilik hak ve özgürlüğüne bir saldırıdır; unutmayalım.  

Tüm bunlar aslında bize bir gerçeği gösteriyor adeta: Yeni bir toplum inşası içindeyiz. Görüne o ki, bu yeni toplum; bizim mevcut bakış açımızla tecavüzü meşru gören bir toplum olacak.

En son toplumsal inşa sürecini daha çok yakın bir tarihte yaşamıştık. Ülkemiz köklü bir toplumsal inşa sürecine girmiş, takkelerden şapkalara, eski harflerden yeni harflere, birçok değişim, reform yaşamıştı. Bu çok sancılı modernleşme süreci tarih kitaplarının sayfalarına övgü dolu şiirlerle, kahramanlık destanlarıyla yansımıştı doğal olarak. 

Bugün görüyoruz ki, yeniden bir toplumsal inşa süreci içindeyiz. Şimdilerde, içinde İslamiyet’i barındırmayan modernlik lanetlenir oldu. Politikacılar boşuna konuşmuyor, din adamlarının elbet bir bildikleri var!.. On dört senelik süreç içinde, her geçen yıl yeniden tasarlanmış bir topluma yaklaştırıldık. Bu on dört senelik sürecin başlarında, okulların imam hatip okullarına dönüştürülmesini hayretler içinde karşıladık, sonra bir baktık ki bu durum alışıldık bir şey olmuş. Artık bu durumla baş etmek, okul çağında çocukları olan insanlara kalmış. ‘Çocuklarımızı imam hatip okullarına yazdırmak istemiyoruz, ancak çok az seçenek kaldı’ söylemleri sardı etrafımızı.

Bizler okul çağlarını atlamış kişiler olarak inşa sürecinin bir kısmından kurtulmuş olduk belki ama bir sonraki nesil bu okulların ürünü olacak. Kitaplarda, grafiklerle kadınların evde oturması gerektiğinin anlatıldığı, evlilik çağının dokuza indirildiği, tecavüzün meşru kılındığı bir dönem… Bundan kurtulmak isteyen aileler ellerinden geleni yapıyor elbet, fakat nereye kadar ve ne kadar hep birlikte göreceğiz…

Bu arada siyasetçilerden ilginç vaazlar duymaya başladık. Başlarda tepki gösterdik fakat zamanla tepki gösterenler azaldı: ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ dedik. Şimdi gülüp geçiyoruz… Ancak içten içe biliyoruz ki, bunlar boş boş söylenmiş laflar değil. 

‘Başı açık kadın penceresiz eve benzer’ 
‘Çocuğun ne suçu var, anası kendisini öldürsün!’ 
‘Kız mıdır, kadın mıdır bilmem…’ ve daha sayamadığım birçokları. 

Her geçen gün çıta bir tık yükselerek, senelerdir nefret duyduğumuz şeylere övgüler duymaya başladık. Artan kadın cinayetleri, bunlara verilmeyen(!) cezalar, tecavüzlerin, üstelik çocuk tecavüzleri, tacizlerin suçlusunun mağdur olarak gösterilme çabası, çocuklara yapılan cinsel saldırıların örtbas edilmesi ve giderek artan bu çıta şimdi bizi başka bir yere getirdi. Diyanete bir soru soruldu geçenlerde fetva hattının internet sitesinde;  “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısı ile olan nikahını düşürür mü?” diye.  Peki ya cevaba ne dersiniz: “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da ona sarılmasının nikaha etkisi yoktur. Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek şehvet duyması bir tür haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın dokuz yaşından büyük olması gerekir.”

Bu cevap birkaç gün sonra Diyanet tarafından yalanlandı. Fakat bunu da duymuş olduk. Zaten pedofili oranının yüksek olduğu bu toplumda, kimileri için yol açıldı. Bunu dile getirmek normalleşti. Toplum olarak biraz daha bilinmeyene doğru mesafe kat ettik.

İşte tüm bu yollarla bizi bu kıvama getirene kadar yoğuruyorlar. Parçalara bölüp her birimize belli görevler yüklüyorlar. Bugün bizi getirmek istedikleri kıvam, amaç edinilmiş bir yola uyum sağlamamız için. Bu yolun bizi götürdüğü rejimin ismi ne olacak bilmiyoruz. Ancak herkesin bir tahmini var sanıyorum. 

Bu ortamda kesin olan şu ki, bu rejimin ismi her ne olursa olsun, tecavüz kültürünün içselleştirildiği bir topluma dönüştüğümüz giderek. Şimdi de bu topluma ulaşan bir yol üzerindeyiz gibi. 
Şaşırıyoruz… 
Alıştırılıyoruz… 
Ve yoğruluyoruz…

Arzu KÖK

4 Nisan 2016 Pazartesi

Terörü Kanıksamak - Arzu Kök

Terörü Kanıksamak

20 Temmuz 2015 Suruç 
10 Ekim 2015 Ankara 
12 Ocak 2016 Sultanahmet 
17 Şubat 2016 Ankara  
13 Mart 2016 Ankara
19 Mart 2016 İstanbul

Devam edecek mi bilmiyoruz hiçbirimiz. Bir yanda endişe diğer yanda acaba alıştırılıyor muyuz sorusu… Tabii bunların yanında doğuda devam eden adı konmamış bir iç savaş ve her gün gelen şehit haberleri… Hani o kadar çok şey yaşıyoruz ki son yıllarda düşünmeden edemiyoruz: Acaba bunların hepsi psikolojik bir operasyonun parçası mı? Bu sorunun ardından çoğu kimse bunu bir komplo teorisi olarak algılayacak belki de. Ama bir baksanıza çevrenize, toplumsal duyarlılık ne kadar zayıfladı, hatta yok olma noktasına geldi. 

 Toplumların bakış açılarını, algılarını, alışkanlıklarını, duyarlılıklarını değiştirmenin psikoloji biliminin incelediği birçok yolu vardır. Bunlardan en önemlisi ise medyadır. Günümüzde hem yaşanılan olaylar hem de yaşanılan olayların medyada bilinçsizce (ya da bilinçli olarak bilmiyorum) yansıtılması, toplumun duygularının, algılarının gün be gün giderek zayıflamasına yol açıyor.

Terörle mücadele, sadece askerin veya polisin görevi olarak görülüyor. Oysa öyle değildir. Aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir mücadeledir bu. Günümüzde terörün haberler içerisinde yer almaya başlaması ve toplumun buna sessiz kalıyor olması aslında o toplumun yok olmaya başladığının göstergesidir. Yazık ki ülkemizde psikolojik bir operasyon vardır ve bu operasyonlar terör olaylarını olgunlaştırmaya ve terörün sıradanlığını kabul ettirmeye zemin hazırlamak değil de nedir?

Türkiye’de yaşanan bu duyarsızlaştırma sürecini daha iyi anlamak için uzağa değil, çevremizdeki Afganistan, Irak ve son olarak da Suriye’de yaşananlara bakmak yeterli değil midir? Örneğin, neredeyse her gün adı geçen bu ülkelerde yaşanan terör saldırıları ve iç savaş neticesinde insanların hayatını kaybettiği haberleri sıradan ve arka sıralarda okunan olağan haberler haline gelmedi mi? Türkiye önce çevresindeki bu ülkelerdeki terör ve savaş neticesinde hayatını kaybeden onlarca insanın haberini kanıksadı. Şimdi de kendi ülkesinde yaşananları kanıksamaya başladı. 


Türkiye’de de şehit haberlerinin, terörün ve patlamaların artık manşetlerden ara haberlere doğru indiği bir süreçteyiz. Bu aslında terörün ana amaçlarından olan yıldırma, sindirme, tepkisizleştirme ve kanıksatmayı da beraberinde getirmektedir. 

Duygusal yaşamda tekrar tekrar karşılaşılan uyarıcıların bir süre sonra algılanmaması durumu, duyarsızlaşma olarak tanımlanmıştır. Örneğin; annesi tarafından sürekli azarlanan bir çocuk bir süre sonra annesinin azarlamalarına karşı duyarsızlaşabilir. Duyarsızlaşmayla sık sık karıştırılan alışma ise, duyu organlarında meydana gelir. Örneğin; sürekli hissedilen bir kokunun bir süre sonra duyulmaması alışmadır. Toplum olarak, daha önce büyük tepkiler verdiğimiz olaylara karşı bir süre sonra sessiz kalmamız, duygularımızın eskisi kadar harekete geçmemesi alışma değil duyarsızlaşmadır.

Hiçbirimiz dünyaya Türk, Kürt, Sünni, Alevi veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunlar bize öğretilen değerler, bir başka deyişle şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse zamanla sönerler. Ağır travmalar ise şartlı refleksleri ortadan kaldıran bir etkendir. Bir yandan her gün Güneydoğu şehitleri için “kanları yerde kalmayacak” denmesine rağmen kanların sürekli yerde kalması, bir yandan araba yakıp polise taş atarak gelişen etnik kalkışmalar, diğer yanda artık şehir merkezlerinde patlayan canlı bombalar, temel güvenlik duygusunu ortadan kaldırmakta ve şartlı reflekslerimizi kırmaktadır.

Emperyalistler sinsi savaşlarında en çok psikoloji bilimini kullanırlar. Burada izlenen yol, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, aşındırılmasıdır. Kısacası, milli duygunun yok edilmesidir. Bu ise etnik psikiyatrinin görevidir. Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz? Önce o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız. Yani o ulusun tarihini yeniden tartışırsınız. Mesela, Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir. Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan biri olduğunu göstermelisiniz. Bu sürecin sonunda ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile acaba demeye başlar. Ulusal benlikte kırılma yaşanır. İşte böylece psikolojik savaş başlatılır.

Türkiye’nin terörle mücadelesi yıllardır devam etmektedir. PKK emperyalist ülkelerin bölgesel çıkarları nedeniyle bu ülkeler tarafından da desteklenmekte ve varlığını korumaktadır. PKK’nın varlığını sürdürebilmesi aynı zamanda Türkiye’nin askeri, politik veya sosyolojik hatalarından veya eksikliklerinden de kaynaklanmaktadır. Örneğin; terör örgütü ile müzakere masasına oturursanız veya terör örgütü mensuplarının Habur’dan şaşalı gösterilerle karşılanmasına tepki vermezseniz bu terör örgütünün hanesine başarı olarak yansır ve terör örgütü psiko-politik üstünlük sağlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı henüz Başbakan iken “Terörle yaşamaya alışacaksınız” dememiş miydi? Şimdi ise bakanlar çıkıp aynı şeyi söylüyorlar bizlere. “Alışın” diyorlar ısrarla. Ki zaten büyük oranda alışma da sağlanmış gibi. Örneğin; şehit sayılarının son yıllardaki artışıyla toplumun tepkisinin de artması beklenirken bunun tam tersi bir durum gerçekleşmektedir. Genel olarak bakıldığında toplumda ölümlere karşı genel bir duyarsızlaşmanın yerleşmeye başladığı, terör sonucu hayatını kaybeden şehitlerimizin de bu genel duyarsızlaşma ve kanıksama içerisinde fazlaca tepki verilmeyen olaylar gibi sıradanlaştığı görülmektedir. Bunun sonu ise bir felakettir.

Terörün artık psikolojik ve sosyolojik açıdan da savaş verdiği, önüne geçilemez bir gerçektir. Türk toplumunun değerlerine uzaklaşmaya başlaması, devletin terörle mücadelede bu gerçeği göz ardı etmesinin en önemli ve en acı sonuçlarından biridir. İçi boşaltılan milli kavramlar, orduya duyulan güvenin günden güne sarsılması, önemli devlet adamlarının sıradanlaştırılmaya çalışılması, medyanın bilinçsiz yayınları, verilen psikolojik savaşın ve duyarsız bir toplum yaratılmak istendiğinin göstergesidir.

Türkiye’de her geçen gün terör saldırıları hızını ve şiddetini artırırken, bu artan saldırılara paralel olarak, daha fazla şehit verdiğimiz günlerden geçmekteyiz. Neredeyse her gün şehit haberleri gelmesine rağmen toplumda bu haberlere olan tepkisizlik, duyarsızlık ve şehit haberlerinin kanıksandığı bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Öyle ki; ateş kendi çevresine düşmeden acıyı sahiplenmeyen bir milletin var olduğu ya da var edilmeye çalışıldığı bir toplum mühendisliği çalışması ile karşı karşıya olduğumuz kanısındayım.

Değerler, sorgulanmaya başladığında ve tartışmaya açıldığında aşınırlar. Türkiye’de de milli değerleri tartışmaya açıp sıradanlaştırmaya çalışan psikolojik bir savaş yürütüldüğü artık açıkça ortadadır. Türk toplumunun duyarsızlaştığı, terörle mücadelede sonuç alınamadığını görüp sürekli tekrarlanan olaylar nedeniyle milli refleksin kırıldığı, yaşanan travmaların artık ülkece değil de şehit ailelerince yaşanması süreci Irak, Afganistan ve şimdilerde de Suriye’deki ölümlere karşı yaşanan kanıksamayla benzeşmektedir. Bu ise ülkemiz adına bir felaketin çanlarını çalmaktadır. Sağır kulaklar duyar umarım…

Arzu Kök