25 Eylül 2020 Cuma

Mahşere Çok Yok… - Arzu KÖK

 Mahşere Çok Yok…

Yokların içinde var olma savaşı vermeye çalışan bir nesil yetişiyor. Çağın gereklerine uygun birer birey olma azmi içindeler, duyurmak istiyorlar seslerini. Bağırıyorlar… Ama duyulmuyor sesleri… Olaylara duyarsız olmadıklarını haykırıyorlar…. “Biz kardeşiz…” çığlığı yükseliyor her birinden ve “Bu anlamsız çatışmaları yaratıp ayırmayın bizi birbirimizden” diyorlar. 

Kişi başı düşen gelirin Türkiye’de bir gecede arttığı haberleri varken bir tarafta diğer tarafta her gün evine aç giden veya gidecek bir evi dahi olmayan insanlarımızın sayısı gün be gün artıyor.

Yürekler atmıyor, vicdanlar suskun. 

Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki paha biçilmez. Yüzyıllardır toprağında dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin her bireye insan olma hakkını veren hoşgörü kültürünü hep yaşatan ve hep yaşatacak bir coğrafya bizimkisi… Yeter ki yürekleri vicdansız, saflıktan uzak hareketlerinizle daha da fazla kirletilmesin... 

İnsanların en mahremi olan vicdanlarına, kalplerine daha fazla kin tohumları serpmeyin… 

Herkesin ağzında bir taraf olmak söylemi… Taraf olmak… O taraf bu taraf… Ben bu topraktan bu akarsudan, bu ovadan, Anadolu’nun en ücra köşesinde bile sofrasında ki bir dilim ekmeğini pay etmekten kaçmayan Hüseyin amcamdan, Ayşe ninemden, Laz teyzemden, öğrencilik dönemimizde birlikte açlığı paylaştığımız Kürt kardeşimden, Çerkez arkadaşımdan tarafım… 
Ne mutlu Türküm” diyenden tarafım…. 

Çekin elinizi dinimden, çekin elinizi Cumhuriyetimden, tarihimden… Yeter artık… 

Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uçsuz bucaksız tarihimize baktığımızda bu halk hep haktan, hep doğrudan, hep vicdandan yana olmuş ve öyle de devam etmeli.

Bir tarafta rozet Atatürkçüleri, bir tarafta BOP’ un İslamcıları…

Bu toprağın insanının kimseye ihtiyacı yok. Kendi içinde tüm sorunlarını çözer yeter ki tek yürek, tek bilek olsun. Yürekleri tarafçılık oyunlarıyla kimse bölmesin ne olur; samimiyetleri, vicdanları, saflıkları kirletmeyin daha fazla.

Kur’an-ı Kerim’de ilk ayet “oku” der ama okumak, araştırmak, hayatı sorgulamak bir yana dursun İslam’ın akıl bilgi yönünü bir yana bırakanlar bugün İslam’ın iman yönünü, vicdan yönünü de çoktan unutmuş görünmekteler yazık ki… 

Hangi İslam hangi vicdan yanı başında Ira
k’ta, Filistin'de, Suriye'de binlerce insanın, daha yaşına girmemiş bebeklerin ölümlerine ses çıkarmaz… Ankara'da, Kobane'de, Suruç'ta, Fransa'da, hunharca katledilen insanlara sesini çıkarmaz...  AB ve ABD dayatmalarına boyun eğer... Sebepsiz tutuklamalara göz yumar... Çıkarılan yasalarla vatanın elden gitmesine göz yumar... Sosyal güvenlik yasasıyla halkını daha da ezen bir anlayışın nasıl bir vicdanı var ki?...

Yaptıkları her işte din kurallarından dem vuranlara; vicdanlarda yaşanan dinimizi her anlamda kendi siyasetleri için kullananlara hatırlatmak isterim; elbet herkes bir gün o musalla taşına yatacak ve o kabre konacaktır. 

Mahşer günü orada siyasi güçleri, evleri, villaları, uçakları sorulmayacaktır… Benlerin, bizlerin toplu iğne başı kadar dahi olsa helal etmediğimiz haklarımız sorulacaktır. 

Mahşere çok yok….

Arzu KÖK

 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Neler Oluyor? - Arzu KÖK

 Neler Oluyor?

Son zamanlarda bizlere neler oldu/oluyor anlayamıyorum bazen. Zira bir şeyler oluyor. Ancak olan biteni görmek konusunda sanki kör oldu herkes. Uyarmaya çalışanlara karşı da sağır olundu. Gerçekten de olan biten olayları görmek, duymak konusunda nasıl da kapatır olduk kendimizi. Nasıl da çekildik köşemize?

Ama neden?

Korkuyor muyuz yoksa çok mu çaresiziz?  

Gerçekliği fark etmenin, anlamanın hiçbir yolu yok mu?

Var aslında. Örneğin görece akla yatkın bir analiz yapmak için belirli bir durum karşısında kendini tekrar eden konular üzerinden, olan biteni bir elekten geçirmek gibi zorunlu bir dedektiflik işine girişebiliriz hepimiz.

Şöyle bir baktığımızda dünyanın her yerinde insanlar sürekli bir biçimde yolsuzluk hakkında ve ulusal güvenlik hakkında isteklerde veya şikâyetlerde bulunuyorlar. Bunun olmadığı hiçbir ülke yok, değil mi? Eğer bir ülke içinde hiç kimse kamusal olarak bu türden şeyleri dillendirmiyorsa, bunun tek nedeni iktidarda olanların buna son derece acımasız baskıyla yanıt vermesidir.

Gelgelelim bu sorunlar dünya üzerindeki bütün ülkelerin siyaseti ve jeopolitiği açısından merkezi meselelerdir. Belirli bir ülkenin durumu, aynı zamanda, onun sınırları dışındaki kişilerin onun hakkındaki tartışmalarına da maruz kalır. Ülkenin sürgündeki yurttaşları bunun üzerine konuşur. Diğer ülkelerdeki toplumsal hareketler bunun üzerine konuşur. Diğer hükümetler bunun üzerine konuşur...

Ancak bu sorunları kamusal olarak tartışan kişilerin bu uzun listesi, tek tek ülkeler söz konusu olduğunda bu sorunlara dair oldukça farklı şeyler anlatırlar. Bu durum, bizim, insanların neler olup bittiğini ve talepleri ve şikâyetleri nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anlamak adına kullandıkları dile ve yaptıkları gerçeklik tariflerine daha yakından bakmamızı gerektirir.

Yolsuzluk adeta kaçınılmazdır. Bir genel kural olarak, ülke ne kadar büyükse yolsuzluk yoluyla biriktirilebilecek miktarlar da o kadar fazladır. Basındaki başlıklardan hemen her zaman yolsuzlukla suçlanan ve yargılanan, hatta hapse atılan oldukça üst düzey siyasi kişiliklere ya da oldukça üst düzey şirket yöneticilerine dair haberler alıyoruz. Aynı şeyleri daha alt düzey kişiler hakkında da duyuyoruz. Fakat basın bu alt düzey kişilerle ilgili daha az söz söyler. Hatta hiç bahsetmez.

Yolsuzluk nasıl gerçekleştirilir? Bunun yanıtı oldukça basittir. Kişinin paranın zincirdeki bir kişiden diğerine aktığı bir konumda yerleşik olması gerekir. Kuşkusuz kendilerini bu oyunu oynamaktan alıkoyan içselleştirilmiş değerlere sahip kişiler de vardır. Fakat bu kişilerin sayısı açıkça kabul edeceğimiz üzere çok daha azdır.

Yolsuzluğa yönelik olarak bazı kötü insanları kınamanın amacı nedir? Bir hükümet değişimi arzusu olabilir. Kamusal eleştiri sokak gösterilerine ya da hükümet karşıtı çabaların diğer örgütlü biçimlerine yol açabilir. Bu türden çabalar başarılı ya da başarısız olabilir fakat hedefleri bellidir.

Yine hükümet ya da hâkim konumlarda bulunan diğer kişiler de hükümet karşıtı göstericileri yolsuz olmakla ve bu anlamda bu konuda hükümettekileri kınayacak konumda olmamakla suçlayabilir.

Hükümetlerin kendi dışındaki diğer hükümetler hakkında söylediklerine baktığımızda, yolsuzluk suçlaması öncelikle jeopolitik çıkarları yansıtır. Yine genel bir kural olarak, bir hükümet, eğer bir müttefik ise ya da iktidarda kalmasını tercih ettiği bir hükümet ise, bir başka hükümeti yolsuzlukla suçlamaz. Gelgelelim, bir hükümet, diğer bir hükümeti bir düşman ya da en azından iktidardan gitmesini tercih ettiği bir hükümet olarak gördüğünde, bir başka hükümeti yolsuzlukla suçlayabilecektir. Bir diğer olasılık olarak, bir hükümet, bir yandan bir başka hükümeti açıkça yolsuzlukla suçlamaktan sakınırken, diğer yandan bu türden bir kendini dizginlemenin geçici olduğunu ve buna devam etmesinin diğer hükümetin konumunda bazı değişiklikler yapmasına bağlı olduğunu gizlice fısıldayabilir.

Ulusal güvenlik meselesi ise benzer birçok anlamlılık taşır. Hükümetler yolsuzluğa ilişkin ya da jeopolitik ittifaklara ilişkin kamusal tartışmayı, ulusal güvenlik temasına başvurarak dizginlemeyi, hatta ortadan kaldırmayı umarlar. Bu başvuru, çeşitli sonuçlara ulaşmanın görece etkili bir yöntemidir. Hükümetler bu ulusal güvenlik iddiasını onun geçerliliğine dair herhangi bir kanıt sunmaksızın öne sürebilirler. Buna dair kanıt sunmanın da ulusal güvenliği ihlal ettiğini ileri sürebilirler.

İnsanların kamusal tartışmaya yönelik bu türden engellemelere karşı koyabileceği yol, basının ulusal güvenlik hakkındaki iddianın amacı muhalefeti susturmak olan bir müdahale olduğu ifadesini yaygınlaştıracağı beklentisinde olan içeriden kişilerin yaptığı haber uçurmalardır. Bu türden bir bilgi uçurma hükümet tarafından ulusal güvenliği tehlikeye düşürme iddiası üzerinden soruşturmalar ile karşılaşır.

Ulusal güvenliğe eşlik eden dil yazık ki ispiyonlama dilidir. İspiyonlama da evrenseldir. Fakat pahalı ve zordur. Bu anlamda, daha yaygın ve muhtemelen başarılı uygulamaları da daha zengin hükümetler tarafından yapılır. Ve casuslar daha şiddetli biçimde cezalandırılabilir.

Herhangi bir ülke ismini söylemeye gerek yoktur. Çünkü burada işaret edilen asıl nokta, bugün sıkça ifade edildiği üzere ortada “yalan haber” den başka bir şeyin kalmadığıdır. Fakat unutmamamız gerekir ki suçlamalara karşı yalan haber iddiasına başvurmak da kamusal tartışmayı bastırmayı denemenin yollarından biridir.

O halde, gerçekten olan biteni görmek konusunda çaresiz miyiz? Gerçekliği fark etmenin hiçbir yolu yok mu? Tabii ki var. Her birimiz, görece akla yatkın bir analiz yapmak için belirli bir durum karşısında kendini tekrar eden konular üzerinden, olan biteni bir elekten geçirmek gibi zorunlu bir dedektiflik işine girişebiliriz.

Asıl sorun dedektif olmanın çalışmayı, çok çalışmayı gerektirmesidir. Oysa çoğumuz bu işi yapacak ne tecrübeye, ne paraya ne de zamanımız var. Bu nedenle yazık ki bu işi de taşerona veririz: bir ya da daha fazla toplumsal harekete, bir ya da daha fazla gazeteye, bir ya da daha fazla bireye, vb... Bunu yapmak için de taşeron(lar) ile güven ilişkisine sahip olmak ve bu güveni sürekli tazelemek durumundayız. Büyük iş…

Ancak unutulmamalıdır ki o dedektif ne kadar iyi çalışırsa çalışsın. Hiçbir iş kendi yaptığımız iş kadar verimli olmaz. Aksi durumda ise bahsettiğimiz o kendini tekrar edip duran konulara gömülmeye mahkûm kalacağımız kaçınılmaz bir gerçektir.

Arzu KÖK

12 Eylül 2020 Cumartesi

Alkış!... - Arzu KÖK


Alkış!...

Titanik filmini izlemeyen yoktur sanıyorum. Asla batmaz denilen bir geminin buzdağına çarpmasının ardından iki saat içinde batışı anlatılıyordu orada. White Star Line şirketinin sahibi olduğu Titanik gemisi, 15 Nisan 1912 gecesi Kuzey Atlantik’te ortadan ikiye ayrılarak sulara gömülmüştü. Titanik faciası dünya savaşları dışında en büyük deniz faciası olarak tarihe geçmişti. Özellikle son sahneler çok enteresandı:

“Gemi buzdağına çarpmış, su almaya başlamış ama orkestra çalmaya devam ediyor. Çatırtılar ve gürültüler geliyor, bir parçalanışın uğultusu dalga dalga dağılıyor… Zenginler; kazanma hırsı ile rulet masalarının savrulmasına aldırmadan oyunlarına devam ediyor… Bu arada filikalara binip kaçmaya çalışanlar… Can simitlerine güvenip güvertede fingirdeşenler… Henüz ayılamamış sarhoşlar… uyuyan çoğunluk farkında değil olan bitenin… Sadece farkında olanların çığlığı yayılıyor… Ama orkestra öyle güçlü çalmaktadır ki bastırıyor sesleri… “

Nasıl bu sahne bir şeyler çağrıştırıyor mu sizlere?

Neyse unutalım Titanik gemisini de başka bir olayı anımsayalım: “Tiyatronun kulisinde bir gün bir yangın çıkar.. Palyaço haber vermek için sahneye gelir. Herkes bunun şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlar. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanır. Pek çok kişi yanarak can verir…”

Bir başka olay: Fransız tiyatro yazarı ve oyuncusu Moliere son yazdığı “Hastalık Hastası” oyununu oynarken sahnede kan kusmaya başlar, yere yığılır. Herkes bunu oyunun bir parçası zannederek ayakta alkışlamaya başlar. Moliere ölüme alkışlar içinde gider. Aynı gece saat 10 sularında veremden ölür…”

Bu üç öyküyü size anlatmamın aslında bir amacı var ki zaten eminim hepiniz bunun nedenini çok iyi anladınız. Kiergaard ‘Meseller’ isimli kitabında şöyle diyordu; “Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.” Nasıl yukarıdaki öykülerden sonra düşündürdü mü sizleri de bu söz?

Savaşlar, açlıklar, salgınlar, ölümler, katledilen hayvanlar, doğa… Yanan, kan kusan bir dünya… Ve Kiergaard’ın dediği gibi bir tiyatro oyununu seyreder gibi olan bitenleri görmeyen, uyuyan milyonlar…

Dünya böyle de ülkemizde durum çok mu farklı? Göz göre göre gelmekte olan felaketler var, Titanik gibi buzdağına çarpmış durumdayız. Korona, ekonomik kriz ve diğer yanda tırmandırılan Kıbrıs meselesi, adalar sorunu, komşularla ilişkilerin bozulması…

Unutulmasın ki buzdağıyla çarpışmalarından sonra Titanik’ten, birinci sınıf yolcularının % 60’ı, ikinci sınıf yolcularının %45’i ve üçüncü sınıf yolcularının ise yalnızca % 25 i kurtulabildi. Görüldüğü üzere yolcular sahip oldukları paralarına göre hayatta kalabilmişlerdi. Bugün de durum çok farklı olmayacak gibi. Ne dersiniz?

Her ne kadar Atatürk “ Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyet’i ilelebet payidar kalacaktır.” demiş olsa bile manzarayı ve uyuyan milyonları gördükçe umarım buzdağına çarpmış olmamız batışa neden olmaz. Zira aksi durumda bizim geminin batacağı sular çok daha derin olabilir!...

Tüm olanları bir tiyatro oyunu sanarak izleyenlerin alışları eşliğinde hem de…

Arzu KÖK

2 Eylül 2020 Çarşamba

Öğretmen Yük mü? - Arzu KÖK


Öğretmen Yük mü?

2. Abdülhamid dönemi döneminin maarif nazırlarından Emrullah Efendi’ye mal edilen bir deyiş vardır, ‘’Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim’’ diye. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… Bu tüm okullar için böyledir. Yani asıl yük kira varsa kirada ve öğretmen maaşındadır. Geri kalan yük, vergi yüküdür ve elektrik su parasıdır. Eğer vergi yükü devam ederse, eğer maaş devam ederse, büyük ihtimal bizim masraflarımız da büyük bir azalma olmaz” dedi geçen gün. Bu sözü duyunca ister istemez aklıma Emrullah Efendi geldi.

Öğrencisini oyuna katabilmek adına sırtına alan öğretmen 
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye öğretmen maaşları açısından 33 ülke arasında 27. sırada yer alıyor. Hesaplamalara göre, Türkiye’de en üst düzeyde görev yapan bir öğretmen halen net 5 bin 634 lira maaş alıyor. Yoksulluk sınırı dayanmış 7 bin liraya. Gel de geçin bakalım bu parayla, tüm ihtiyaçlarını karşıla.  Temel tüketim maddelerinin dışında kültürel etkinliğe katılarak kendisini sürekli yenilemeye parası yetmiyor eğitim emekçilerinin. 

Bir de şöyle bir durum var ki 2002'de MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay %17,18 idi. Bu oran 2019'da %4,88’e, 2020'de ise yüzde %4,65'e düşmüş durumda. Bu bütçeleri sizler hazırladığınıza göre bir sorun varsa da bu sorunun temeli kim?

Toplumda ne zaman öğretmenden söz açılsa, hep “günah keçisi” olarak görülürler yazık ki. “Yatarak çok maaş alıyorlar, tatilleri uzun “gibi inandırıcı olmayan gerekçelerle öğretmene, olumsuz bakanların sayısı az değildir. Oysa, bilmezler ki, çocuklarını sıfırdan alıp, üniversite eğitimine dek hazırlayanın, koşuşturanın, gecesini gündüzüne katanın yüksek maaş almakla suçladıkları öğretmen olduğunu. Aslında bilirler de yine de gerçek olmayan söylemlerde bulunurlar. Bu tartışma hep sürer.

Ders verdiği sınıfı boyayan öğretmen
O öğretmenler ki, ıssız dağ başlarında, köylerde, ulaşımı zor olan yerlerde kendisi gibi yarının yöneticisi olacak halk çocuklarını Atatürk ilkeleri doğrultusunda yetiştirmek için çaba harcayan emekçilerdir. Aklıma geldi: TBMM kurulduğu dönemde Atatürk’e sorarlar “Paşam, milletvekilleri maaşları ne kadar olsun?” Atatürk cevap verir “Öğretmen maaşını geçmesin.” Atatürk’ün öğretmene verdiği değerin bir ölçüsüdür bu konuşma. Çünkü eğitimin temel taşı olan öğretmenin ülke kalkınmasındaki önemini çok iyi biliyordu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.

Öğretmensiz eğitim olamayacağına göre Sayın Bakanın böyle bir beyanatı hoş olmamış gibi. Nüfus arttıkça okula ve öğretmene ihtiyaç artmaktadır. Şunu iyi bilelim ki bir cami imamının maaşı, bir öğretmenin maaşından daha fazladır. İşe yeni başlayan bekçinin maaşı öğretmen maaşından fazladır. Diğer taraftan Millî Eğitim Bakanlığı, kadrolu öğretmen atama yerine ücretli öğretmene yer vermektedir. Ülkeler arasındaki sıralamada eğitim bakımından sonlarda oluşumuzun sebepleri arasında bunlarda olsa gerek.

Öğretmenin önemi bilinmelidir!

Tarih boyunca ülkelerin eğitime ve öğretmene verdiği önem apaçık görülmektedir. Ekonomisi bizim ekonomimizden çok daha kötü olan Gürcistan da bile en yüksek aylığı alan öğretmenlerdir. Bizleri yönetenler gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerdeki öğretmenlerin özlük haklarını inceleseler, bizdeki bozuk düzeni göreceklerdir.

Öğrencileri üşümesin diye odun kesen öğretmen
Diğer taraftan eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi yanlış olmuştur. Çünkü ne öğrenci ne de hasta müşteri değildir. Öğrencilerin ve hastaların bu konuda ödemek zorunda oldukları meblağların ne kadar yüksek olduğu ortadadır.

Gazeteci, Finlandiya Milli Eğitim Bakanına sorar “Neden ülkemizde özel okul yok?” Bakan cevap verir “Eğitim ticaret değildir.”

Atatürk’ün öğretmene verdiği değer anlaşılmalı ve aynı şekilde değer verilmelidir. Ancak bu şekilde eğitimimiz ve ekonomi kalkınır…

Hani biz bize bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurduk?

Hani öğretmen bize hem ana hem babaydı?

Arzu KÖK