22 Kasım 2017 Çarşamba

Öğretmen!... - Arzu KÖK

Öğretmen!…
  
Öğretmenlik mesleği açısından, uluslararası anlamda “5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü” var olmasına karşın, Türkiye’de 12 Eylül sonrasında ilan edilen “24 Kasım Öğretmenler Günü” var ona ek olarak. O gün, her fırsatta mağdur edilen, “az çalışıyorlar”, “çok tatil yapıyorlar” diyerek siyasiler tarafından her fırsatta aşağılanan öğretmenlerin aslında ne kadar “kutsal” bir iş yaptıkları o gün hatırlanır ve hatırlatılır olagelmiştir. Acil çözüm bekleyen en temel sorunlar bile gündeme getirilmeyecek belki de o gün. Bir bayram edasıyla kutlanacak yine… 

 Hani derler ya bir kurbağayı soğuk suya koyup ateşte kaynatırsanız kaçmaz, hissetmeden yavaş yavaş ölür. Yazık ki ülkemizde öğretmenler de kurbağa gibi ateşin üzerindeki suya konmuş durumdalar.  Yavaş yavaş ölmeleri bekleniyor. Ama tüm bunlar hiç göze görünmeden, öğretmenlerin yaptıkları görevin kutsallığından söz edilecek yeniden… Öğretmenin o kutsal görevi yaparken yaşadıklarından bahsedilmeyecek çoğu yerde.

Yaklaşık 15 yıldır aynı iktidar tarafından yönetiliyor canım ülkemiz. Ancak bu süreç içerisinde öğretmenlerin giderek ağırlaşan çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, artan iş yükünü azaltmak, insan onuruna yaraşır bir ücret almasını sağlamak ve eğitimin niteliğini en azından OECD ülkeleri ortalamasına taşımak gibi bir hedefi olmamıştır hiç iktidarın. 

Zaten sorunlu bulunan eğitim sisteminde 4+4+4 dayatmasıyla büyük bir alt-üst oluş yaşanmıştır. Öğretmenler, öğrenciler ve veliler büyük sorunlarla karşı karşıya bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı attığı her adımda, başlattığı her uygulamada öğretmenlerin, yardımcı hizmetli ve memurların daha fazla çalışabilmelerinin önünü açmış, en temel ihtiyaçları bile görmezden gelmiştir. Çalışma koşulları giderek esnek, kuralsız ve güvencesiz hale getirilmiş, angarya çalışma uygulamalarının artması ve son olarak iş güvencesine göz dikilmiş olması tüm öğretmenleri büyük bir tedirginlik ve karamsarlık duygularıyla baş başa kalmaya itmiştir. 

Öğretmen nedir diye sorarsak alacağımız yanıt; “Toplumunun aydın bir üyesi, dünya topluluğunun uyanık bir üyesi ve mesleğinin yeterli bir üyesi” olacaktır. Daha sonra ise her koşulda tarafsız olması ve kendisini her zaman yenilemesi gerektiği söylenir. Ne kadar güzel özellikler. Ve bu özellikler öğretmeni toplumun bir bireyi olarak kabul eder ve bu toplumda onu saygın bir yere koyar. Ancak ülkemizde, bugünün koşullarında öyle mi?

Maalesef değil. Yıllardır çözülemeyen eğitim sisteminin sorunları, hem öğretmenleri hem de diğer eğitim emekçilerini olumsuz etkilemektedir. Tüm bunlar aslında bilinen gerçeklerdir ama bir türlü onlara çözüm bulmak gibi bir telaş içerisine kimseler düşmez nedense. Öğretmen çok değerlidir, kutsal bir görevi vardır denir ama öğretmen hangi sorunlarla uğraşmak durumunda kalır; bilen, gören olmaz pek. 

Yazıktır ki Eğitim-Sen’in ortaya koyduğu verilere göre:

- Öğretmenlerimiz tüm OECD ülkeleri arasında en çok çalışan ve en düşük ücreti alan öğretmenler arasındadırlar.

- Öğretmenlerimizin %80’i geçinebilmek adına ek iş yapmak durumundadırlar.

- Sık sık değişen eğitim sistemi nedeniyle öğretmenlerimiz siyasi iktidarın ve bakanlığın elinde bir oyuncak haline gelmiştir.

- Öğretmen açıklarının giderilmesi adına gerekli çalışmalar yapılamamış, günümüze değil 40 kişiden fazla öğretmen adayı resmen intihara sürüklenmiştir.

- Son yıllarda eğitimde benimsenen esnek çalışma uygulamaları nedeniyle aynı işi yapan farklı statüdeki öğretmen istihdamı gündeme gelmiş, kariyer basamakları ve performans değerlendirme sistemi nedeniyle de öğretmenler birbirlerine rakip hale getirilmiş, hatta öne geçmek adına iftiralara varan çirkin olaylar cereyan etmeye başlamıştır.

- Demokratik haklarını kullandıkları, sendikalara üye oldukları, düşüncelerini özgürce ifade ettikleri için birçok öğretmenimiz sorgulama geçirmekte, sürgün ve cezalarla karşı karşıya gelmekte, yetmezmiş gibi görevlerinden el çektirilmektedir. 

- Eğitime bütçeden yeterli bir pay ayrılmadığı için çeşitli gerekçelerle öğrencilerden para toplayan bir tahsildar gibi görev yapmak mecburiyetinde kalmışlardır öğretmenlerimizin çoğu.

 Atatürk; “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” demiştir fakat hep korkmuşlardır öğretmenlerden. Atatürk sonrasında hep korktular öğretmenlerden. Peki ne yapıyor bu öğretmenler? Atatürk günü düzenliyorlar, Atatürk'e bağlılıklarını belirtiyorlar; demokrasi denen düzenin, ağaların, beylerin yönetimi olmadığını, halk çocuklarına ve halka öğretiyorlar. Ezilmeden de yaşamanın olanaklarını, cennet özlemiyle her gün kahrolmaktansa mutlu bir dünya yaratmanın da kendi ellerinde olduğunu öğretiyorlar. Aslında onlara bu anlamda, demokrasinin gerçek öncüleri demek gerekmez mi?

Suçlan ne? Filanca gazeteleri. filanca dergileri okuyorlar; fakir çocuklarla daha çok ilgileniyorlar; içlerinden biri tutuyor: “Ben memleketimin fakir halkından yanayım...” diyor; çok kitap okuyorlar, çok kitap… Bazıları gibi aylıklarını alıp, devlete millete dua etseler, sık sık devlet büyüklerini övseler, tavla, altmışaltı, pişti oynasalar, sağı solu çekiştirseler, yollarının üstündeki meyhanede, kulüpte ya da bakkalda tekelle ilgili vergilerini ödeseler kimse karışmaz onlara değil mi? Ama halktan yana olup halkla hareket edince işten kovuluyor, hapse atılıyorlar… Yok yere işlerinden uzaklaştırılan Nuriye ve Semih haklarını alabilmek adına girdikleri açlık grevinde ölüm kalım savaşı veriyorlar ama umursanmıyorlar bile; devlet ve devlet büyükleri tarafından. Vicdanlar kör, sağır. Ve o iki öğretmen yok yere ölümün eşiğindeyken atılacak yine öğretmenin değeri üzerine nutuklar…

Korkuyorlar! Bütün telaşları, saldırıları, korkularından. Öğretmenlerin halkı uyarmasından korkuyorlar.

Siz!... Memleketimin inanmış öğretmenleri, siz!... Korkmayın, bir gün başaracaksınız toplumu uyandırmayı; işte o zaman kimse tutamayacak bu güzel ülkeyi ve cümle alem anlayacak bu ülkenin ne demek olduğunu… 

24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlayacağız!... Evet onlara bir gün bahşedilmiş ama bu kadar çok sorunla boğuşurken öğretmenler bu günü nasıl kutlayacaklar? Tartışılır doğrusu. Tüm öğretmenlerimize kolaylıklar diliyor, Öğretmenler Günlerini kutluyorum.


Arzu KÖK

9 Kasım 2017 Perşembe

Çıkmaz Sokak - Arzu KÖK

Çıkmaz Sokak

Adına Batı denilen iki yönlü sürecin bir yanı uygarlığın tanımı olarak kullanılırken diğer yönü özellikle de Türkiye için barbarlığı anlatıyor ne yazık ki. Uygarlık yönü sadece kendilerine ilişkin üretilen süreçlerden oluşuyor nedense... 

Kendilerinden saydıkları bireylerin, özgürlükler ve güvence adına sahip oldukları düzey evrensel bazda diğerlerinin önünde olduğu yadsınamaz: Bireye ilişkin sağlık, eğitim, iş güvencesi, sosyal güvenlik, sanat, gezi, tatil ve benzeri konulara bakıldığında belki de özenilecek boyutlardadırlar. Ancak Türkiye ve Türklere ilişkin yönleri gerçekten oldukça barbardır. Binlerce yıllık hazımsızlık gereği olsa gerek, kine varan önyargıyla davranmaktadırlar bizlere. Kendileri için hak olarak gördüklerini Türkiye ve Türkler için asla ve asla görmemektedirler.

Batı’ya göre, yayılmacı ve köle kültürünün temsilcisi Roma bir uygarlıktır ama at kültürünü öğrendikleri Türkler barbardır. Amerika’nın keşfinin ardından binlerce yıllık üç kültürü; Maya, Aztek, İnka kültürlerini yok eden Avrupa uygardır ama Orta Avrupa’yı ve Kuzey Afrika’yı egemenlik altına alan Türkler barbardır. Fırınlarda daha dün Yahudi yakan Almanya uygardır ama Türkler, Ermeni olayları nedeniyle barbardır. ABD Vietnam’a, Kore’ye, Afganistan’a, Irak’a girerken demokrattır ama Türkler Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle barbardır.

Türk yurdunu işgal eden Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar uygardır. Sevr ise onlara göre bir uygarlık ürünüdür. Ama Lozan yerden yere vurulacak bir şeydir. Ne yazık ki bu yerden yere vuruş yalnız dışarıdakiler tarafından yapılmaz. Bol dolarlarla satın alınmış içerdekiler de yaparlar bunu. Lozan’ı benimsemek barbarlık, Sevr’i savunmak entellik olarak sunulur olmuş günümüzde. Bunu savunan sözde aydıncıklar aynı zamanda: “Atatürkçülük dönemini tamamlamıştır. Türkler, Atatürk’ü ve onun ilkelerini bırakmalıdır artık. Üniter devlet anlayışı bitmiştir. Ulus devletler tarihe gömülmüştür…” gibisinden kimi ülkelerin uyguladıkları Türkiye projesinin savunduğu görüşleri dillendirir olmuşlardır. Bu politikaların amacı tabii ki yeniden Sevr’e dönmektir. Hatta sınırlarımız içine çizdikleri altı parçalı haritalar bile dolaşmaya başlamıştır ortalıklarda.


Aslına bakarsanız Türkiye’nin yeni bir sorunu yoktur. Sorun, Sevr’deki hesapların Lozan’a takılması sonrasında planlarının ertelenmesinden başka bir şey değildir: Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu…

Atatürk, kendine özgü düşünce sistemi ve eylemliliğiyle bu ülkenin birleştirici adresi olmuştur, olmaya da devam edecektir. Atatürk’ün birleştirici yönü ise Sevr’e giden yolun önündeki en büyük engeldir. Sevr savunucularının amaçlarına ulaşmaları için toplumun çözülmesi; etnik ya da dinsel parçalara ayrılması, yeni merkezler oluşturulması gerekmektedir. Bu nedenledir ki birleştirici yapıya, Atatürk’e, üniter yapıya saldırı had safhadadır. Saldırının konusu aslında ne laiklik, ne devletçilik ne de ulusçuluktur. Zira ekonomisinden devletini bütünüyle uzaklaştırmış hiç bir Avrupa devleti yoktur. Ulusçu olmayanı yoktur. Laiklikten vazgeçeni yoktur. Kendileri içlerinde yaşayan tüm azınlıkları asimile etmekte tereddüt etmezken, Türkiye’de yaratılan yapay azınlık sorunundan ellerini bir türlü çekmezler.

Tüm bu çabalara rağmen Atatürk dün olduğu gibi yarın da birleştirici özelliğini sürdürecektir. Çünkü Atatürk düşüncesi ve eylemi ezilenlerden yanadır. Emperyalizm, insanları kanlarının son damlasına kadar emmek istedikçe aslında Atatürkçü düşünce sistemini ve gerçek Atatürkçüleri beslemektedir. Türkiye ve Türklerle ilgili hep yanılgı içinde olan Batı, bu alışkanlığını Atatürk konusunda da sürdürmektedir. Zira onlar Atatürk ve Atatürkçülük üzerine gittikçe karşılarında her zaman daha güçlü bir Atatürkçü anlayış çıkacaktır, farkında değiller.

Bu nedenledir ki, emperyalist beklentilere ve bu beklentilerin işbirliğine boğazına kadar batmış olanların mazlumu görme, anlama, tanıma olanağı olmayacaktır. O hırs, onları kendi bataklarında yavaş yavaş tüketecektir.

Balkanlarda, Irak’ta ortaya çıkan sonuçlar ile Suriye, İran, Tunus, Libya, Mısır, Kıbrıs, Ege Denizi üzerinde hesaplanarak beklenen sonuçların Türkiye’den bağımsız olabileceğini hiç aklınız alıyor mu?

Bu nedenle Türkiye’de Atatürk düşüncesine uzak bireylerin yetiştirilmesi ve hatta onları iktidara taşımak Sevr meraklılarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir. Ancak bunlar, kendilerinin ulusun geleceğine ilişkin çirkin bir planın parçası olduklarını fark etmezlerse eğer, tarih karşısındaki durumları Damat Ferit Paşa’dan hiç de farklı olmayacaktır.

Ben şahsen bu ulusa Atatürk’ün güvendiği kadar çok güveniyorum. Çünkü bu ulus, yine ve yeniden savaşarak bağımsızlığını ele alır. Sonra da ulusun bağrından çıkacak İstiklâl Mahkemeleri dökülen kanların hesabını usulüne göre sorar, soracaktır. Ancak yitirdiklerimiz kalacaktır geriye yitirilmiş olarak…

Özellikle cumhuriyetimizi korumasız bırakma çabaları söz konusudur. Bunun yolu da cumhuriyetin emanet edildiği gençleri bu görevinden uzaklaştırmak, duyarsızlaştırmak, etkisiz hale getirmektir. Bu yolda eğitim alanı dahil gözle görülen sonuçlar da ne yazık ki yok değildir. Sevr’de yürümeye başlayanlar amaçlarına ulaşmalarına az kaldığı düşüncesiyle sevinedursalar da yolun sonu çıkmaz sokaktır, haberleri yok…

Atatürk öyle bir ışık salmıştır ki bu milletin üzerine kim ne yaparsa yapsın bu ateşi söndüremeyecektir. Özellikle artık her gün Gençliğe Hitabe tekrar tekrar okunmalı, okutulmalı ve emperyalistlerin amaçlarına ulaşmalarının yolu kesilmelidir. Atatürk bedenen 10 Kasım günü aramızdan ayrılmış olsa da onun düşünceleri ve ilkeleri her daim yolumuzu aydınlatacak ve gitmemiz gereken en doğru yolu gösterecektir. 

Işıklar içinde ol ATAM. Kim ne yaparsa yapsın bu ulus seni çok seviyor. Şu sıralar gösterdiğin yoldan sapanlar, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmeye çalışanlar olsa da gün gelecek ve gösterdiğin yolun her zaman doğru yol olduğu herkesçe kabul edilecektir. İşte o zaman hayal ettiğin Türkiye çıkacak ortaya… İşte o zaman gururla geleceğiz yanına... 

Arzu KÖK

5 Kasım 2017 Pazar

Kültür - Sanat ve AKM - Arzu KÖK

Kültür - Sanat ve AKM

Kültür; toplumsal yaşam pratiğinin ve bu pratiğe ilişkin disiplinlerin nesnesi olan; üretim/tüketim ilişkilerinin tüm yansımalarını içeren edinimler bütünü olarak tanımlanır. Ekonomik, siyasî, ideolojik, (dinsel, felsefî) coğrafî, etik, sanatsal eylemin diyalektik bileşkesi olan kültür, insanın tüm yaşamsal faaliyetlerinin en önemli yanıdır aslında. 

 Tüm insan toplulukları, yaşam içerisindeki ilişkilerinin farklılığı ölçüsünde kültürel farklılığa sahip oldular. Toplumların birbiriyle ilişkisi ile de kültürlerin birbiriyle ilişkisi çıktı ortaya. Toplumların iktisadî, siyasî, ideolojik olarak birbirine etkisi, kültürlerin birbirlerini etkilemesinin biçimi ve ölçütü haline geldi. Bu nedenledir ki kültür, toplumların bilincinin rengini, ışığını ve düzeyini yansıtan bir ayna görevi gördü.

Kültür, üst üste konularak, üst üste yığılarak, biriktirilmemiştir. Kültür, toplum tarafından içselleştirilerek, yeni bir edinim olarak birikti; dönüştü/dönüştürdü, değişti/değiştirdi. Farklılıklar biçiminde ortaya çıkan fenomenleri bir arada, birbiriyle çelişik durumda ve çatışma halinde barındırdı. Üretim araçlarının gelişmesine paralel gelişti. Bir toplumun, öteki toplumu etkisi ölçüsünde kültür, ötekinin kültürünü ve dolayısıyla toplumsal bilincini de etkiledi ve biçimlendirdi.

Kültür büyük bir nehirdi. Tüm bileşkeleriyle birlikte var olan bu nehir, nehir olduktan sonra kendi yolunda yürüdü; İçerisinden geçtiği coğrafyanın fiziki koşullarının değişimine katkı sundu ve içerisinde yer alan canlıların yaşamlarının nesnesi oldu.
Kültürün akışını, aktarımını sağlama sürecinde eğitim ve öğretim; kültürün sınıflı toplumun idamesini sağlamanın aracı olduğunu dikkate almaksızın yükümlülüğünü yerine getirdi. Getirmeye de yüzyıllarca devam edecek. Ancak en köklü kültür mirasına sahip topraklarımızda adeta kültüre “güle güle” deme gayreti söz konusu.

Son günlerde ardarda gelen kitap yasaklamaları, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in başını çektiği heykel düşmanlığı, Cumhurbaşkanı tarafından “ucube” diye nitelendirilen heykellerin yerinden kaldırılması, yıkılıp yerine AVM yapılan sinemalar, gelenekselleştiği halde bir çırpıda kaldırılan festivaller, sosyal medya paylaşımları gibi sudan sebeplerle çalıştıkları kurumlardan ihraç edilen sanatçılar, KHK ile görevlerinden uzaklaştırılan akademisyenler, üniversitelerin kapatılan bölümleri, fakülteleri, kapanan ve bir daha açılmayan tiyatrolar…

Liste daha da çoğaltılabilinir istenirse. Peki sizce tüm bunlar neyin göstergesi? Ancak böyle giderse ileride büyük bir kültür şoku yaşayacağımız gün gibi aşikâr. 12 Eylül’den bu yana sistematik olarak kültürsüzleştirilen Türkiye’nin bugünkü haline bakıp da çölleşmeyi görmemek mümkün değil gibi görünüyor yazık ki.

Mustafa Kemal Atatürk’ün bir dönem her okulda, her tiyatro binasında ve az çok kültürle, sanatla alakalı her devlet kurumunda asılı bulunan “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözü ne yazık ki Atatürk’ün ardından tam anlamıyla anlaşılamamış.  Sadece Atatürk döneminde sanatçılar anlaşılmış, rahat ve özgür çalışma ortamları bulmuş, bu anlamda da çok değerli eserlere imza atmışlardır. Sonrasında ise sanatçılar ve aydınlar özgür ve rahat çalışma ortamları yaratılamadı. Oysa sanata ve kültüre verilecek değer Cumhuriyet’in katkılarından biriydi bizlere.

Bir kuşak Hasan Âli Yücel klasikleriyle büyüdü, memlekette bir opera - bale hareketi başladı, nice klasik müzik adamı, nice ressam, nice heykeltıraş yetişti. Şüphe yok ki her askeri darbe döneminde ilk hedef haline gelen aydın kesim son 50-60 yılda çok ağır yaralar aldı ve Nâzım’dan Sabahattin Ali’ye sayısız sanat adamı büyük acılar çekti ve hatta hayatını verdi. Ancak belki de şunu söyleyebiliriz ki son 15 yılda olduğu kadar kurak, korku dolu ve özgürlükten yoksun bir üretim alanı yaşanmadı Türkiye’de.

Şimdi ise İstanbul’da sanatın merkezi kabul edilen Atatürk Kültür Merkezi yıkılacakmış. Yerine de görkemli bir Opera Salonu açılacakmış diyorlar. 2008 yılında “tadilat” gerekçesi ile kapatılan ve bir türlü tadilatına başlanılmayan AKM şimdilerde “Zaten çok eski, yıkılmaya yüz tutmuş zaten, yıkıp yerine yenisini yapacağız” denilerek yıkılmaya hazırlanıyor. Yıkılacağı açıklamasından önce de viran haldeki görüntüleri tüm medyada manşetlere taşınıyor nedense…

Şimdi bir AKM’nin tarihçesine göz atalım:

1943 İstanbul Operası’nın temeli atıldı.
1953 Belediyenin yapamadığı inşaat Hazine’ye devredildi.
1956 Bayındırlık projesi yetersiz bulundu. İş, Hayati Tabanlıoğlu’na verildi.
1966 Hayati Tabanlıoğlu’nun tasarladığı proje onaylandı ve uygulandı.
1969 Atatürk Kültür Merkezi (AKM) açıldı.
1970 AKM, sahnede çıkan bir yangınla yandı.
1977 Hayati Tabanlıoğlu’nun tasarladığı ikinci AKM açıldı.
1999 AKM, simgesel bir anıt ve milli kültür varlığı olarak tescil edildi.
2007 AKM’nin yıkım kararı TBMM’den geçti; konu Kültür Bakanlığı’na bırakıldı.
2008 İstanbul 2010 Avrupa Başkenti Yasası’ndaki yıkım kararı kaldırıldı. AKM, “birinci grup eser” olarak tescil edildi. Yenileme işi İstanbul 2010 Ajansı’na verildi. Merkez, restorasyon gerekçesiyle kapatıldı.
2009 Restorasyon projesi, Koruma Kurulu tarafından onaylandı ve ihale edildi. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı üzerine uzlaşma sağlandı. 
2010 Artan maliyetler ve belirsizlikler nedeniyle onarım ve yenileme gecikti. 
2013 Taksim Meydanı’nı düzenleme bağlamında AKM’nin yıkımı yeniden gündeme geldi.
2017 Cumhurbaşkanı resmen yıkılacağını ilan etti.

Bildiğim kadarıyla sadece 2006 yılı içerisinde AKM’de, opera ve bale 185, senfoni orkestrası 59, tiyatro 446, klasik koro 16, modern folk 18 konser ve oyun sergiledi.  23 sergi ve bakanlığın 96 sanat etkinliği olmak üzere 855 etkinlik gerçekleştirildi. Dikkat ederseniz bu, günde en az üç etkinlik anlamına gelir ki, dünyada bir başka örneği yoktur. Bu kadar etkin çalışan bir kurum mu rahatsızlık nedeniydi, yoksa neden; kurumun adında ATATÜRK olması mıydı bilmiyorum. Sadece şunu biliyorum ki böylesi bir kurumu önce işlevsiz hale getirip sonra da daha iyisini yapacağız diyerek yıkmak, sanata ve kültüre düşmanlığın bir göstergesidir. 

AKM yıkılmamalı. O binanın, kültür varlığı olarak yasal koruma desteğine sahip olmasının yanı sıra Türkiye mimarlık tarihi içinde ciddi bir yeri vardır. Doğru çözüm, o yapıları kimliklerini bozmadan gerekli eklemeler ve düzenlemelerle güncelleştirmek olmalıdır. Tıpkı Paris Operası’nda, Milano’da La Scala’da yapıldığı, Sidney Operası’nda yapıldığı gibi… Eğer daha modern binalar istiyorsanız da şehrin dört bir yanına birer opera inşa edin, tüm vatandaşlarımız bu tür konserlere gidebilme, erişebilme şansı yakalamış olsun. Hem zaten eğer İstanbul'da bir değil 15-20 tane böylesi merkez olsaydı belki de birinin yıkılması bu kadar göze batmazdı ne dersiniz? 

AKM, kanlı 1 Mayıs’ın da tanığı oldu Gezi Direnişi’nin de, dünyanın en önemli tiyatro topluluklarını da ağırladı memleketin en iyi sanatçılarını da… En görkemli günleri de yaşadı, en sefillerini de… Şaşaalı bir şöhretin tepesinden yuvarlanmış bir aktris gibi şimdilerde AKM. Yıkılacak olması pek çok İstanbul sevdalısının, sanat ve kültür aşığının yüreğini sızlatıyor, canını yakıyor.

Kültür, sanat ve barış amaçlı bir kültür merkezinin yıkılmak istenmesinin gerçekten nedenini anlamıyorum bir türlü. Oysa yapılması gereken “Yurtta Barış Dünyada Barış!” ilkesini savunup sürdürmektir. Bu ise Cumhuriyet kuşaklarının ve yöneticilerinin görevidir. Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek sorumluluğu hepimizindir. Özgür ve bağımsız yaşamak istiyorsak, sorumluluktan kaçamayız, kaçmamalıyız. Bugün artık “Sanatsız kalan bir millet” olmaya ramak kaldığımız bu dönemlerde daha dikkatli olmalıyız. 

Cumhurbaşkanı “14 yıldır iktidarız ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda hâlâ sıkıntılar var” derken belki de son darbeyi vurup bu kültür-sanat meselesinden tamamen kurtulmak istiyor da olabilir, ne dersiniz? Çünkü sanatçı dediğimiz, ışığı alnında ilk hisseden, toplumda belli başlı duyarlıkları görmezden gelmeyen ve yüksek sesle dillendiren, fikri hür, vicdanı hür kimsedir. Ve bu yüzden, özgürlük okulda defterinize, sıranıza, ağaçlara yazdığınız bir sözcük olmaktan çıkar, sizi gerçekten özgür kılar. Kendi özgürlüklerimiz için, ışığı daima içimizde hissetmek için sanatsız kalmayalım ve sanata da sanatçıya da destek olalım…

Arzu KÖK