28 Haziran 2017 Çarşamba

Kimdir Yazar? - Arzu KÖK

Kimdir Yazar?

Tomris Uyar bir dönem bir derginin kendisine yönelttiği bir sormacaya yanıt verirken şöyle diyordu: “Kimdir yazar? Herhangi bir yerde kitabı yayınlanmış olan mı? O kitabı okurun gözüne sokabilmek, ne olursa olsun satabilmek için yazarlık sorunları, ülke sorunlarından çok satış sorununu halletmeye kafa yoran, zaman harcayanlar mı? Bütün yazarlığı hükümet yanlısı sözlerinde toplayan mı? Demokrasi savunuculuğuna kendinden başka hiç kimseyi layık görmeyip, eylemlerinde demokrasi düşmanlığının daniskasını yapanlar mı? Aydın sorumluluğunu tepetaklak edip bu konularda sempozyumlar düzenleyenler mi? Salt kendisinin var olabilmesi için başka yazarlara, sistemden önce ve gayretli dar ağaçları hazırlamaya yeltenenler mi? Yoksa böyle bir cellatlığa yeltenenlerin yanında ivedilikle yer almaya çalışanlar mı? Kendisiyle ve yazdıklarıyla hesaplaşmaksızın, kendini sözüm ona halkın kurtarıcılığına adayan mı? Yüksek sesle yalanı lanetleyip, alçak sesle yalandan başka bir şey söylemeyen mi? Yaratı sorunlarından çok, gözü dönmüş mülk düşkünlüğünü kafasından geçiren mi?” Yani kendisine sorulan soruya yine çok çarpıcı soru ve sorularla yanıt veriyordu? Evet gerçekten kimdir yazar?

 Bir yazarın meselesi doğru şekilde nasıl yazılacağı ve neyin doğru olduğunun bulunmasıyla, okuyan kimsenin deneyiminin bir parçası olabilecek şekilde onun nasıl sunulacağıdır. Bundan daha zoru yoktur. Bu zoru başaranlar ise ya yaşarken ya da bazen ölümünün sonrasında bir şekilde okuyucunun gönlüne kurulacak tahtla ödüllendirilir. 

İyi yazarlar üretemeyen sadece tek bir yönetim biçimi vardır ve bu sistem faşizmdir. Öyle ki faşizm zorbalar tarafından söylenmiş bir yalandır. Yalan söylemeyecek hiçbir yazar faşizm bünyesinde yaşayamaz ya da çalışamaz. Çünkü faşizm bir yalandır; yazınsal kısırlığa mahkûm edilmiştir. Ve geçmiş olduğunda, çok iyi bilinen ve son birkaç ayda çok azımızın kendi gözleriyle görmüş olduğu kanlı ölümler tarihi dışında, hiçbir tarihi olmayacaktır.

Geçenlerde gördüğüm bir anket, halkın basına ve yazarlarına hiç güvenmediğini ortaya koydu. Çok merak ediyorum memnun oldunuz mu bu anket sonuçlarından? Hoşunuza gitti mi?

Halkın sorunlarına eğilen, onlara icabında yol gösterici olacak, önder olacak yazarlarına, aydınlarına halk güvenmiyor. Aydınına güvenmeyen bir halk!... Ne kadar kötü bir durum. Nerede kaldı aydın olmanın, yazar olmanın gerekleri? 

Nazım yıllar öncesinden diyor ki; “Gerçek şair, kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acılarıyla uğraşmaz.. Onun şiirlerinde halkın nabzı atmalıdır. Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır.” İşte onu büyük şair yapan da bu dediklerini uygulamış olmasıdır. Şimdi bir düşünün bakalım aradan bunca yıl geçmesine rağmen neden aşılamamıştır Nazım?

Sanatta tarafsızlığın bir erdem sayıldığı günümüzde, insanlık davasını açıkça savunmak aslında örnek alınası bir davranış ve onurdur. Ancak “günümüzde böylesi kaç tane?” diye sorası geliyor insanın çoğu zaman.

Yazık ki egemenlere sadakat yeminiyle bağlanmış satılık zihniyetler; halktan, insanlıktan yana olmaktansa egemenin yanında esas duruşa girmeyi erdem sayar olmuşlardır. Bu esas duruş gereği olarak da kendilerince gerekçelendirmelerle, bilim adamları ülkenin bekası uğruna farklı halkları katliamdan geçirmenin kolaylaştırıcı yöntemlerini bulmuşlar, yazarlar ve şairler de bu durumu katlanılır kılmak için kullanmışlardır kalemlerini.

Bilgi ve bilimin insanlığa değil de devletlerin çıkarlarına hizmete sunulması bilim insanlarının ve yazarların kirlenmesi için yeter de artar bile. Zihinlerin kodlanmasını devletin isteğine göre ayarlayanlar elbette ki doğayı ve insanlığı da öteler. Bizde olan da budur. 

Adorno, “Gözünüzdeki kıymık en büyük büyüteçtir” der. Ne yazık ki gözlerindeki kıymığı görmeden kendilerini, kişiliklerini kusursuz görüp “vatan, millet, sakarya” hamasetiyle göğüslerini rüzgarda şişmiş yelkene çevirmişlerdir. Oysa büyük bir foseptik çukurunda debelendiklerinin farkında bile değiller. Ne hazin bir durum…

Geçenlerde sözde bir bilim adamı, yazar; “Telefonla beni arayan bir Paşa olursa hemen ayağa kalkar, önümü ilikler ve esas duruşa geçerim” diyordu. Ve yazıktır ki böyleleri bugün benim ülkemde sıradan görülür olmuştur. Zira onun gibi davrananların sayısı her geçen gün artmakta…

Jean Paul Sartre “Aydın, üzerine olmayan şeyleri iş edinendir” demiştir. Söylemini erdemiyle bütünleştirenler ise geçek aydınlardır. Hayat denilen tahterevallide erdemlilerin yanında yer almak, iktidar ve devletin kirliliğinden kurtulmak, insan olmak demektir. Ki insan olmanın erdemi en büyük hedefimiz olmalı değil mi? Aksi halde ruhsuz robotlara dönüşüp her şeyi peşin olarak kabul etmiş sayılırız ki bunun insanlıkla bağdaşır bir yanı yoktur..

‘Zihinsel üretimlere hak ettiği değer verilmelidir” denir ve doğrudur. Ancak yaşamın doğasını reddederek kişiliklerini, bilgi ve birikimlerini insanlığın aleyhine egemenlere satmaları kabul edilir bir durum değildir. Zavallılaşmanın dışında kalıp, sevgi ve vicdan ölçülerini baz alanlar ise her zaman baş tacı olmuştur zaten, olacaklardır da sonsuza değin. 

Otto Rene Castıllo’nun Ülkü Tamer çevirisiyle “Tarafsız Aydınlar” şiiriyle son vermek istiyorum sözlerime:   

“1
Tarafsız aydınları yurdumun
sorguya çekilecek günün birinde
en basit insanları tarafından halkımızın.
Soracaklar onlara ne yaptılar diye
ağır ağır ölürken ulusları,
tatlı bir ateş gibi ufacık, bir başına.

Kimse sormayacak onlara giysilerini,
uzun öğle uykularını yemek sonrasında,
bilmek istemeyecek kimse anlamsız uğraşlarını,
hiçlik konusunda görüşlerini,
nasıl para kazandıklarını felsefe yaparak.
Sorguya çekilmeyecekler Yunan mitolojisi konusunda,
nasıl iğrendikleri konusunda kendi kendilerinden,
korkuyla ölürken içlerinde bir şeyler.
Sormayacaklar nasıl vardıklarını 
Doğrulara, yalanın gölgesinde.

2
O gün  basit insanlar, tarafsız aydınların
kitaplarında, şiirlerinde yer almayanlar,
her gün ekmek getirenler onlara,
süt getirenler, çörek ve yumurta getirenler,
giysilerini dikenler, arabalarını sürenler,
köpeklerine, bahçelerine bakanlar,
onlar için çalışanlar, gelip soracaklar:
"Ne yaptınız acı çekerken yoksullar
içlerindeki sevgi ve yaşam sönüp giderken?"

3
Tarafsız aydınları güzel yurdumun,
cevap veremeyeceksiniz.
Yiyip bitirecek sizi bir sessizlik kuzgunu.
Yüreğinizi kemirecek zavallılığınız.
Susup kalacaksınız kendi utancınızla.”

Arzu KÖK





NOT: Daha sonra bu konu çok daha detaylı bir şekilde yeniden yazılacaktır... Bol örnek ve bol veri eşliğinde yeniden kaleme alınacaktır... Esenlikler...

21 Haziran 2017 Çarşamba

Kadınlara Özel!... - Arzu KÖK

Kadınlara Özel!...

Sivas'ta, kadın müşterilere kadın şoförün hizmet vereceği "pembe taksi" uygulaması başlatıldı…
Kadınlara özel plajlar açıldı…
Kayseri'de, tramvaylarda kadınlara özel pembe vagon tahsis edilmesi çalışması yapıldı…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi de metro ve tramvaylarda kadınlara özel vagon tahsis etmek adına anketler düzenledi…
Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Bursaray'da kadınlara özel ayrı vagon uygulaması başlattı…

 Gerekçe hep aynı: “Kadınları her türlü taciz ve şiddetten korumak!...” Ancak bu erkek-egemen zihniyetin ve kadına yönelik şiddetin meşrulaştırılmasıdır. Erkek egemenler açıkça diyorlar ki; “Evet, biz kendimizi kontrol edemiyoruz.” Yani “Eğer kadınlar yanıbaşımızda olursa, kendimize hakim olamayabiliriz ve suç işleriz” şeklinde bir anlamda bir tehdit savuruyorlar etrafa.  “Sen de dekolte giymeseydin, gece vakti sokakta parkta dolaşmasaydın, hak ettin” deyişinin bir başka deyişidir bu.

Hatırlayın; Maliye Bakanı Şimşek işsizlik ile ilgili yaptığı bir konuşmada "İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde iş gücüne katılım oranı daha artıyor" ifadelerini kullanmıştı. Yani kısaca “Kadınlar eve kapansın” demek istemişti. Şimdi ise bu tür uygulamalarla kadınları önce bezdirme, tecrit etme sonra da eve kapatma telaşı içine girdiler. 

Kadın yeri gelir eşek gibi çalışır ama emeği kendisinin değildir. Merdiven altlarında, pencere pervazlarında üç kuruşa güvencesiz çalıştırılır. Kadınlar is aradığı için işsizliğin yüksek olduğu, bakan düzeyinde bir ciddiyet ile öne sürülmüşse kadınları gözden ırak etmek gerekiyor diye düşünüyorlar sanırım. “Erkeklerin istemeyeceği işleri yapsınlar, ha bir de çok kazanıp şımarmasınlar!...” deniliyor. Gerçi bu asiliğinde icabına bakılır olmuş, sokak ortasında kadınların giydikleri yüzünden darp edilmesinin, öldürülmelerinin önündeki engeller kaldırılmış tek tek. ‘Namus temizliği’ indirimi, ‘tahrik’ indirimi, mahkemeye kravatla geldiklerinden ‘iyi hal’ indirimi… Çözüm bulunmuş vesselam. Kadınları bezdirmeye son hız devam… 

Hele ki kadın, özgürlüklerini savunmak için sokağa çıkmaya kalkmasın… Devletin polisi tarafından saçlarından sürükleyip, vura vura kalçaları kırıldığında adları bile hatırlanmayan, birileri tarafından " Kadın mıdır , kız mıdır artık bilemem " denilerek tanımlanan insanlar oldu artık kadınlarımız. Hepsi ama hepsi kadınları yıldırıp eve kapatmak için tasarlanmış senaryolar gibi görünüyor gözümüze…

The Handmade Tale’s adında bir dizi var. Kaç kişi izledi bilmiyorum ama bu dizi Feminist yazar Margaret Atwood’un “Damızlık Kız” olarak Türkçe’ye çevrilen ödüllü ve çok satan kitabının son derece başarılı bir uyarlaması. Bir distopya olan kitabın konusu çok etkileyici: İnsanoğlunun kapitalizm kıskacında, savaşlar, nükleer vs. derken sonunda doğanın dengesini bozmasıyla insan soyunda kısırlık başlar. Kadınlar artık doğurganlığını yitirir, nadiren kalan doğurgan kadınlar da ya düşük yapar ya da bebekler ölü veya sakat doğar. 

Bu dönemlerde, Amerika’da radikal Hristiyan bir grup yönetimi ele geçirir ve zaman içerisinde korkunç bir düzene geçiş yaparlar. Bu düzende; kadınlar artık bir ‘mal’dır. Önce işten çıkarılırlar, çalışma yasaklanır. Derken okumaları, yalnız olmaları, gezmeleri, konuşmaları, daha doğrusu birey olmalarını sağlayacak her şey yasaklanır. Bunlara aykırı davranan herkes en ağır şekilde dini hükümlerle cezalandırılır. Eşcinsellik en büyük günahtır, eşcinseller derhal idam edilir. Doğurgan kadınlar tek tek ‘avlanır’ ve ‘damızlık’ olarak bir okula yerleştirilir. Orada elektrikli coplarla, gözleri çıkarılarak, parmakları kesilerek, damızlık kadın olma eğitimi verildikten sonra çocuğu olmayan ailelerin yanlarına gönderilirler. Gerisini anlatmayayım… Ancak unutmayın ki izlerken kanınızın donduğunu hissedeceksiniz.

Ancak özellikle son zamanlarda bu distopya size öylesine tanıdık gelmeye başlıyor ki bir yandan da şaşkınlık izliyor sizi. Baş karakterin bir sözü geliyor usuma; “Artık uyanığım. Daha önce uykudaydım. Bu yüzden izin verdik. Kongreyi katlettiklerinde uyanmadık. Teröristleri suçlayıp anayasayı değiştirdiklerinde de uyanmadık. Geçici olduğunu söylediler. Hiçbir şey aniden değişmez. Sürekli ısınan bir küvette, farkına varmadan ölürsünüz” Bu söz anlattıkları tanıdık geliyor mu size?

Yazık ki ülkemizde de artık bu zihniyet kendisine rahat bir alan bulmuş ve yola koyulmuş durumda. Kendilerini ve özgürlüğümüze yönelik suç teşkil eden bütün davranışları haklı buluyor ve korunmakta olduklarını hissediyorlar. Cezasızlık algısı yayılmış durumda. Örneğin, üstelik de mahkeme salonunda bir adam kadın avukata: “Sana da sıra gelecek avukat hanım, devir bizim devrimiz!” diye tehdit savurabilme cesaretini bulabiliyor artık. Şort giymiş bir kadının suratına "Ramazan ayında sen nasıl böyle giyinirsin?" diyerek yumruk atabiliyor mesela… Yahut akşam parkta yürüyüş yapan hamile bir kadına saldıracak kadar palazlanabiliyorlar… Hepsi kadınların sosyal ortamdan elini ayağını çekmesi adına tezgahlanan planın bir parçası sanki…

“Cahil insanlar özgürlüklerini koruyamazlar”  der Nikki Giovanni. Ancak farkındayız ki su ısınmaya başladı. Bu nedenle de kadınların artık çok daha bilinçli olmaları gerekmektedir. Zira biz kadınlar, özgürlüğümüze sahip çıkmak, eşit olduğumuzu her defasında hatırlatmak, tüm bu baskıcı ve gerici girişimlere tepkimizi derhal ortaya koymakla yükümlüyüz. Çünkü bizler kadına şiddetin her rengini gayet iyi tanıyoruz artık. 

Bizlerin kamusal alandan uzaklaştırılmamız adına otobüs veya vagon şeklinde açılan bu pembe koridorların  cehenneme uzanan bir yol olduğunu biliyoruz. Bu nedenle de böylesi her türlü harekete karşıyız ve karşı olmaya da devam edeceğiz…

Arzu KÖK

13 Haziran 2017 Salı

Karar Sizin!… - Arzu KÖK

Karar Sizin!…

“Dün dündür” dediler; bugünü bugün gibi yaşamamıza izin vermediler. Dünü unutturduklarından bugünün değerini anlayamadık. Bu nedenledir ki geleceğimizi hazırlamayı da beceremedik. Gözlerimizi kör, kulaklarımızı sağır eyledik. Kendimize, kaderimize isyan ettik ama haksızlığa, dilsizliğe, duymazlığa, körlüğe isyan etmedik.

 Düne sağır, güne dilsiz, yarına kör olmuş insanlarımızın büyük çoğunluğu. Uçup gitmiş göçmen kuşlar, kargalara kalmış meydan. O kargalar da kendileri gibi oburlarla birleşmiş, ekilen tohumlara dadanmışlar; bir bir yiyorlar hepsini. Nehirler gibi ağlayan sokaklarda bir dolu insan, hepsinin de yüzü asık, bakışları donuk bakınıyor etrafına. Yarasa çığlıklarıyla yol bulmaya çalışıyorlar. İsyan arıyorum bakışlarında az da olsa; yalana, talana isyan arıyorum ama yok.

Kulakları sağır eden bir sessizlikle karşı karşıyayız yazık ki. Ancak bu sessizlik büyük bir sorumsuzluk örneğidir. Böyle söyleyince kızıyor kimileri: “İnsanların günlük sıkıntılarına odaklanmış olmalarını neden yadırgıyorsunuz bu kadar?” diye. Evet bunun yadırganacak bir tarafı yok. Ancak, ister sıradan insanların olsun, ister iş dünyasının içindekilerin olsun günlük sorunlarla ilgilenmeleri uzun dönemli sorunlara yöneltilmediğinde daha önemli sorunlara yol açar. Bu bir gerçeklik olmakla beraber topluma yön verme iddiasındakilerin gündemdeki sorunları irdelememeleri de çok tehlikeli bir durumdur. Zira toplumun ilgisi yakın geleceğin sorunlarına aşırı odaklanır da, uzun dönemli geleceği güven altına alacak sorunlar gerektiği gibi tartışılmaz ise ileride çok ciddi insan ve sermaye kaybına yol açacaktır.

Bakacak olursak artık her şeyin alınıp satıldığı bir çağda yaşıyoruz. Paylaşımın ve paylaşımcılığın yerini, benleşmiş, yani kendince devleşmiş kalabalıkların vahşi hırs ve hevesleri almış durumda. Kitleler sosyal intiharını yaşıyor. Günlük düşünmek, günlük konuşmak ve günlük yaşamak konusu… Başka bir mesele yok. Tek mesele günü kurtarmak…  Bir düğmeye basılarak, yok edilecek kadar mekanikleşmiş bir yeryüzünde günü kurtararak yaşamaya çalışıyoruz.

Yaşadığımız çağ, tükettikçe var olmak üzerine kurulu. Dönüşüm bitmiş değil. İnsan bile yürüyen bir meta. Kapitalizm kaynaklı bir yıkım devam ediyor son hızla. Yalnızlıktan kaynaklanan psikolojik sorunlar içerisinde insanların birçoğu.  Yaşadığımız bu insanlık dışı süreçte insan kalmak/kalabilmek… Zira yaşamak, ölmek kadar kolay değil artık...

Dipsiz bir karanlıkta kulakları sağır eden bir haykırışta kaybolan sevinçlerin, onarılmaz acıların, kahreden kederlerin, sönen umutların tükenişi gibi bir tükenmişlik içerisinde insanlarımızın büyük bir kesimi.

Yaşam gittikçe zorlaşıp bizi sonu dipsiz bir uçuruma doğru sürüklüyor. Hepimiz yaralıyız. Yaralıyız ve sağaltmak adına bir çabamız da yok… Başaramıyoruz üstelik. Neredeyse her gün savrulan hayatın içinde yiten gençlerin acısıyla kavrulup yanıyoruz... Tutuklananlar, açlığa yatanlar, işinden atılanlar... 

Kötücül bir uykudayız. Belki de sancıyla uyanmayı bekliyoruz... Uyanıp sesimizi çıkaracak ve haykıracağız. Uyanacağız ve yeniden kuracağız dünyamızı üreten ellerimizle... Kötü bir filmin figüranları olmayı bırakacağız işte o zaman… Savrulmayacağız artık harman gibi… Umut olacağız kendimize ve geleceğe…

Sesimizi yükseltmeliyiz. Kulakları sağır eden sessizliğimizin, sorumsuzluğumuzun ölçüsü olduğunu unutmamalıyız… Karar sizin….

Arzu KÖK

7 Haziran 2017 Çarşamba

Satın Bu Cenneti!... - Arzu KÖK

Satın Bu Cenneti!...

İnsanlarımıza cenneti vaad ediyorlar her gün. Ama cennetten farksız olan güzel ülkem yok ediliyor, satılıyor parsel parsel. Kimlere mi, rant sağlayıcılara tabii ki. Maden şirketlerine, termik santral açmak isteyenlere, nükleer santrallere,  inşaat sektörüne… vb…


 Mavi ile yeşilin iç içe geçtiği, Anadolu uygarlıklarının derin izlerini taşıyan bir ülke oysaki ülkemiz. İşte bu canım ülkem yazıktır ki bir bina yığınına dönüştürülüyor her geçen gün. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuluyor. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuluyor. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolluyor. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girmiş gibi görünüyorlar. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozulma yoluna girmiştir. 

Her alanda yaratılan kirlilik doğal çevrenin de olumsuz yönde etkilenmesine, kâr hırsı ve yağma politikaları insan yaşamının çekilmez hale gelmesine neden olmaktadır. Doğal felaket diye adlandırılan sel ve depremler ciddi kayıplara neden olurken, ozon tabakasının tahribatı küresel ısınma ve iklim değişikliklerini, yoğun bir şekilde devam eden erozyon tarım alanlarının ortadan kalkmasını, hava ve su kirliliği beraberinde bitki ve canlı türlerinin her geçen gün tükenmesine işaret etmektedir.

Emekçilerin insani taleplerini duymazlıktan gelenler, ulus ötesi sermayenin istediği güvenceleri hızla yasallaştırmakta ve ulusal hukukun denetimi ortadan kaldırılmaktadır. Özellikle son yıllarda, çevrenin korunmasına dönük uluslararası ve ulusal çevre mevzuatıyla ilgili yasaları ihlal etmek alışkanlık haline getirilmiştir. Yaşanabilir doğal çevrenin korunmasıyla ilgili yasalar ya uygulanmamakta ya da komik cezalarla geçiştirilerek çevrenin katledilmesine göz yumulmaktadır. Ne yazık ki toplumda olması gereken çevre bilinci ise, konu ciddiye alınmadığı için hobi olarak kalmaktadır.


Tüm bunlara göz yuman ya da bu kararlara imza atanlara sormak istiyorum: Çocuklarınızı nasıl bir havayı solutarak büyüteceksiniz? Nükleerden, termikten kirlenen gıdalarla beslenmelerine nasıl göz yumacaksınız? İçtiği suyun doğal olduğu konusunda net olabilecek misiniz? 

Meydanlarda vatan, millet, toprak diye bas bas bağırıyorsunuz ama iş ranta geldiğinde en değerli kamusal varlıklarımızı bile satışa çıkarıyorsunuz. Yazıktır ki hiçbir değer, hiçbir mantık, hiçbir itiraz durduramıyor sizleri. Zeytinlikler, mera ve kıyılarla ilgili Meclis’e sunulan şu son yasa tasarısı tam da böyle bir örnek. Tepkiler üzerine değişiklik yapıldı, buna göre güya zeytinliklerin imara açılması yasaklandı, ama maden sahası ve sanayi tesisi için sonuna kadar izin veriliyor. 

Sayısız örnekte gördüğümüz gibi, madene, sanayiye izin vermek zaten bir bölgenin dokusunu, ekolojisini mahvedecek hareketler değil midir? Peşi sıra bir torba yasa daha çıkarılarak imara da, başka faaliyetlere de açılmayacağının bir garantisi var mı? 

Turizm artık resmen yerlerde geziyor. Turizmciler kan ağlıyor, Batılı turist ayağını kesti. Kıyılara tatile gelen yok. Ama ne gam değil mi? Kıyıları da açarız imara olur biter… Madencilik öyle değil nasılsa; maşallah altın yumurtlayan tavuk mübarek. 117 milyon zeytin ağacı tehdit altında mıymış, kimin umurunda? Bütün kıyıları kele çevir, imara aç, patronlara ihaleleri dağıt; kazansın garibanlar. Nasılsa yakında Tunus’tan, Yunanistan’dan ithal ederiz zeytini de. Buğdayı, balı, pamuğu, samanı…vb… olduğu gibi. O da sorun mu yani? Maden sektörü kadar kazandıran başka ne var ki?

Lütfen cevap verin: “Çocuklarınız maden yiyerek mi beslenecek?”

Gezegeni, suyu, toprağı, hayvanı, insanı sırf kâr sağlamak üzerinden değerlendiren bir anlayış, sadece bilimsel gerçeklerden, akıl ve mantıktan yoksun değil, maneviyattan da nasibini almamış sayılır oysa. Hadi maneviyatı geçelim… Kur'an’daki doğa sevgisi ve önemini anlatan ayetlerden, İslam âlimlerinin bu konudaki sözlerinden örnekler verecektim ama vazgeçtim. Çünkü biliyorum ki bunları defalarca da yazsam bir faydası olmayacak.

Boş verin ya!… Siz en iyisi ülkenin tamamını maden sahasına çevirin, satılmayan son toprağı, suyu, ağacı da satın.

Satın bu cennet ülkeyi!… Ülkenin her dönümünü satın!

Yalnız sonra kimseler sızlanmasın: ‘Hava çok kirli, çocuklarımız nasıl nefes alacak?’ diye. Ekolojik yıkımın yarattığı tahribatlardan dolayı siz ve çocuklarınız kim bilir hangi hastalıklara yakalanacak, düşündünüz mü?

Gerçi bende ki de soru değil mi? Tepedekiler olarak kendi çocuklarınız için nasılsa bir yaşam alanı düşünmüşsünüzdür. Ne mutlu size… Hayırlı işler…

Nasılsa gariban halk kimin umurunda… Nasılsa halk geçin kavgasında günü kurtarma çabası içerisinde; size itiraz da etmezler… 

Aydınlar mı? Onu göreceğiz işte…


Arzu KÖK

2 Haziran 2017 Cuma

Zeytin!... - Arzu KÖK

Zeytin!...

Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Cumhuriyetin ilk yılları… İzmir İktisat Kongresi toplanmış ve Atatürk diyor ki:


 “Arkadaşlar, kılıç ile fütuhat yapanlar, sabanla fûtuhat yapanlara mağlûp olmaya ve binnetice terki mevki etmeye mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, muhafaza-i mevcudiyet etmişler, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle Fatihler tarafından diyar diyar gezdirilmiş ve kendi anayurdunda çalışamamış olmasından dolayı bir gün onlara mağlûp olmuştur. Bu bir hakikattir ki, tarihin her devrinde ve cihanın her yerinde aynen vakii olmuştur. Meselâ Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Bu medeni sabanla kılıç mücadelesinde nihayet muzaffer olan sabandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur”(Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar 1981: 246-247).

İşte tam da bu  nedenle öncelik tarımsal kalkınmaya verilmiştir Cumhuriyetin ilk yıllarında. Neler mi yapılmış?

- Köylüden ağır vergiler kaldırıldı.
- Köye para ve kredi sağlandı.
- Köylünün ürününü geliştirme ve koruma tedbirleri alındı.
- Köylünün bilgi ve görüşünün yükseltilmesi çalışmaları yapıldı.
- Toprağı olmayan çiftçilere toprak dağıtıldı.
- Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu.
- Köylülere pulluk, traktör dağıtıldı.
- Ziraî Donatım Kurumu çiftçinin tarım aleti, makine ve kimyasal ihtiyaçlarını karşıladı.
- Tohum Üretme Çiftlikleri kuruldu.
- Toprak Mahsulleri Ofisi kurularak üretilen buğdayın alımı gerçekleşti.
- Ankara’da  Gazi Orman Çiftliği, Silifke’de Tekir, Yalova’da Baltacı, Tarsus’ta Piloğlu,     Dörtyol’da Karabasamak çiftlikleri ve Ankara’da Bira Fabrikası kuruldu. 1937 yılının Haziran ayında Atatürk tarafından devlete bağışladı.
- Ankara, Eskişehir, Erzurum ve Yeşilköy’de hububat ıslah istasyonları; Adana ve Nazilli’de pamuk ıslah istasyonları; Adapazarı’nda patates ve mısır ıslah istasyonu; Bursa, Antalya, Diyarbakır, Edirne ve Denizli’de ipek böcekçiliği istasyonu, Kayseri’de yonca istasyonu, Antalya’da sıcak iklim nebatları ıslah istasyonu kuruldu. Tarım aletleri, makineleri ve ilaçlarının satın alınarak halka tanıtılması amacıyla 1937 yılında Zirai Kombinalar İdaresi kuruldu.
- Cumhuriyetin ilk on yılında köylüye 1.077.526 dönüm arazi dağıtılmış. Toprak sahibi olan köylünün toprak, tohumluk, tarım araçları borçlarının 20 yılda ödenmesi sağlanmıştır. 
- Bağlar ve zeytinliklerden belirli bir süre için vergi alınmamıştır.


Tüm bu yapılanlar sonucunda ülkemizde tarım gelişti, kısa zamanda kendi kendine yeten, hatta dışsatım yapan bir ülke konumuna geldik. Sonra ne mi oldu? Önce Marshall yardımı kabul edildi. Ardından Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kazanımlarımız bire birer çeşitli dönemlerde elimizden alındı. Burada sadece tarım alanındaki kayıplarımızdan söz etmek istiyorum.

- Öncelikle Tohum Üretme Çiftlikleri kapatıldı. Günümüzde tohumlarımız dışarıdan alınır hale geldi.
- Dünyada Haşhaş üretiminde dünya sıralamasında ilk üçte idik ama 12 Mart döneminde Amerika’nın baskıları sonucu ekimi belirli kurallara bağlandı, büyük oranda yasaklandı.
- Şeker pancarı üretiminde yine dünya sıralamasında ilk üçte idik ama şeker pancarı üretimine kota getirildi ve yavaş yavaş tamamıyla bitirilmek üzere. Hatta Şeker Fabrikalarımız birer birer kapanır oldu. ABD’li Cargill şirketi içinse durum farklı… Şimdi şekeri dışarıdan alıyoruz…
- Tarımsal KİT’lerin neredeyse tamamı özelleşmiş durumda.
- Tarım Satış Kooperatiflerinin özerkleştirilmesi ile birlikte onun görevi Dünya Bankası tarafından yürütülen ARIP projesiyle sağlanıyor. Bu da tarım politikamızla istendiği gibi oynama hakkı veriyor onlara.
- Tütün üretiminde de dünya sıralamasında en üstlerde yer alırken şimdilerde tütün üretimi üst üste getirilen kotalarla neredeyse bitme noktasına geldi. TEKEL kapatıldı.
- Buğday üretiminde dünya sıralamasında en üst seviyelerde iken şimdi dışarıdan alır hale geldik.

Yukarıda anlattıklarım sadece ilk anda aklıma gelenler. Hele ki artık buğdayı bile dışarıdan alır hale geldiğimize göre başka bir şeye dokunamazlar derken, şimdi de gözlerini zeytine diktiler. Zeytin ağaçlarının katline ve arazilerine el konulmasına dair bir ferman çıkarılıyor meclisten. 

Yatırımların önündeki engelleri kaldırma iddiası ile hükümetin 7 Mayıs’ta TBMM’ye sunduğu “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” içinde zeytinlik alanların yasal statüsünü değiştiren çeşitli hükümler barındırıyor. Tasarıda 1939 yılından bu yana yürürlükte olan ve zeytinliklerin yasal statüsünü düzenleyen 3573 Sayılı “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun”da değişiklik yapılması öngörülüyor. Bu yasa tasarısı daha önce de tam altı defa değiştirilmek istenmiş ama tepkiler nedeniyle geri çekilmişti. Şimdi ise OHAL fırsat bilinerek yedinci defa meclise getirildi.  Bu yasa değişikliği ile beraber zeytinlik alanlarımızı talan ve yağmadan koruyacak hiçbir hukuki dayanak kalmayacak. 

Zeytinliklerle süslü Ege kıyılarını gezerken yorulup gölgesine oturduğu bir zeytin ağacının Homeros’un kulağına şöyle fısıldadığı rivayet olunur: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim, siz gelmeden öncede buradaydım, siz gittikten sonrada burada olacağım.” Zeytin ağacının Homeros’a söyledikleri aslında bitkisel hayatın tamamı için geçerlidir. Yeryüzündeki hayatın en asli unsuru olan bitkileri anlatmak için bundan daha iyi bir cümle kurulamazdı ki zaten dünya bir bitki gezegenidir. 

Zeytinliklerin harap edilmesine yol açacak bu yasa değişikliği zaman içinde en büyük zararı insanlara verecek. Zira bitkisel hayatı yok etmek insan hayatını yok etmek anlamına gelir. Bir bağımlılık ilişkisi varsa bu insanın (hayvanların) bitkilere olan bağımlılığıdır.

Unutulmamalıdır ki kaybolacak olan zeytin değil, insan olacaktır. İlişkiler, gelenekler bir toplumu ayakta tutan değerler bütünüdür yok olacak olan. Zeytin ağacı kalıcılığın, yerleşikliğin simgesidir çünkü. Zeytin ağaçları biz gelmeden önce de buradaydı, biz gittikten sonra da burada olacak.

Zeytin ağaçlarını kesmek günahların en büyüğü olarak değerlendirilir. Bu günahın bedeli ise çok ağır olacaktır. Barış, sevgi, dostluk, sağlık, zafer, ölümsüzlük, bilgelik, akıl, başarı ve adalet simgesi olan bu ağaç yittiğinde bunlar da yitip gidecektir bizden. Bu ise bir felakettir.

Bereketli topraklarımız üzerinde oynanan oyunların son kurbanı olma yolundaki zeytinliklerimizin mahvına hep birlikte karşı durmalıyız. Gerçi bir ağaca baktıklarında sadece odun gören, kamu yararı adına kamuyu ortadan kaldıranlara bütün bunlar nasıl anlatılır bilmiyorum?


Arzu KÖK