31 Aralık 2016 Cumartesi

MIHLI DEĞİLMİŞ!... - Arzu KÖK

MIHLI DEĞİLMİŞ!...

Yeni bir yıla girdik ama umutlarla girmemizin önüne yılın son iş gününde bir ket vuruldu. Belki birilerine armağandı bu ama bizler için umutsuzluk kaynağı idi. Cumhuriyeti yok etme yolunda hazırlanan içeriği olmayacak şeylerle dolu Anayasa taslağı komisyondan geçti. Şimdi meclise gelecek, ardından da görünen o ki referanduma gidilecek. 

 Cumhuriyet bu ülkenin temeliydi. Bu ulus cumhuriyetine sonuna kadar sahip çıkar, yıkılmasına, rejimin değişmesine asla izin vermez diyorduk oysa. Bu ulus var oldukça kimse onu yerinden oynatamaz sanıyorduk. Oysa “Mıhlı değilmiş!” Böyle düşünürken aklıma Ömer Seyfettin’in “Keramet” öyküsü geldi. Kısaca özetleyeyim, belki ne demek istediğimi anlarsınız:

“Fakir bir mahallede yangın çıkar. Tulumbacılar yangını söndürmeye çalışır; ama halk yangının uzun sürmeyeceği konusunda hemfikirdir. Çünkü mahallede önemli bir zatın türbesi bulunur. Yangın devam ederken eşyaların yağmalanmaması için polis mahalleyi ablukaya alır. Çiroz Ahmet isimli bir külhanbeyi de etrafı kolaçan eder. Çünkü yangın onun için vurgun demektir, ama  mahallenin fakir olduğunu bilir. Ahali türbenin önünde toplanmıştır. Çiroz Ahmet de türbeye sokulur ve içeri bakar. Gözüne şamdan el yazması kitaplar ve seccadeler ilişir. 

Halk yangınla meşguldür. Çiroz Ahmet son derece kuvvetlidir; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bahusus, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet... Dayandıkça kapı çatırdamaya başlar. Nihayet küt edip açılır. Çirozun içeriye girince ilk işi kör kandili üflemek olur. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildir. Zihni hemen bir vurgun planı tertibine başlar. Plan zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz “neticeyi” beklemez, ayrıntısını uygular. Şamdanların mumlarını yere atar. Rahlelerdeki kitapları alıp belinden çıkardığı Trablus kuşağına sarar. Sonra biraz durur. Yavaşçacık seccadeleri toplar; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi, sandukanın üzerine örter. Şimdi kapıdan çıkmak lazımdır. Ama dışarısı dolu.. Sandukaya dayanır. Biraz düşünür. Kavuk da bırakılacak bir şey değildir. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birden bire kayar. Çiroz Ahmet düşmemek için toplanır. Acaba evliya diriliyor muydu? Durur, bakar, gülümser. “Vay canına, yere mıhlı değilmiş be!” der. Eğilip, altına bakmak için sandukayı kaldırır. Bu gayet hafiftir. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmış. Zihnideki çıkış planı tamamlanır böylece. Kitaplarla şamdanları kucaklar, sandukanın altına girer. Yavaş yavaş yürür. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açar. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmez. Paldır küldür kapıdan çıkar. Gürültüye başını çeviren halk şaşırır. Herkes olduğu yerde kalır. İşte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durur, şiddetle esen rüzgâr birden bire durur. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürür. Sanduka yangına doğru yürür. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titreyerek bu kerâmet karşısında ne yapacağını şaşırmış bir haldedir. Sanduka, korkunç manevi bir heybetle sallana sallana aralarından geçer, karanlıkta kaybolur…”


Ülke yangın yerine dönmüş durumda. Birileri cumhuriyeti yok etmeye kararlı. Gerçekten de cumhuriyetimizin kökleri hemen yıkılacak kadar sağlam değil mi? İnanmak istemiyorum. Hâlâ içimde bir umut taşımak istiyorum. “Türk ulusu buna izin vermez” demek istiyorum her şeye rağmen.

Yoksa gerçekten mıhlı değil mi?

Arzu KÖK

25 Aralık 2016 Pazar

2016'dan Mektup - Arzu KÖK

2016’ten Mektup

“Sevgili 2017,

Geçen yıl tam bu vakitler ben de senin gibi büyük bir heyecan ve mutlulukla çıkmıştım yolculuğa. Dünyanın her tarafında tanımı olanaksız sevinç ve şölenlerle karşıladılar beni. Sonrasında ise yılın ilk günleri birer birer geçip giderken yılbaşı gecesinin aslında çok güzel bir serap olduğunu anladım.  Oysa nasıl da umutluydum. 

 365 gün boyunca onlara pembe rüyalar gördüremesem de en azından 2015 ‘ten daha yaşanılır ve huzurlu bir yıl sunacağıma inanmıştı insanlar.  Ama çok üzgünüm ki ben bunu başaramadım. Hani derler ya ‘gelen gideni aratır’ diye, işte benim görev sürecimde maalesef bu deyim o kadar çok kullanıldı ki anlatamam.  Bugün kendimi takımını küme düşürme hattına indiren bir kulüp başkanı, ya da girdiği her seçimi kaybeden parti lideri gibi hissediyorum. Nasıl böyle hissetmeyeyim ki?  Hemen her günün sabahına bomba sesleri ve şiddet çığlıklarıyla uyanmak kolay mı?

‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesini baş tacı etmemizi  isteyen Atatürk’ün isteğinin tam tersi yapıldı. Hem ülkede hem dünyada barış inşa edilemedi. Komşuların neredeyse hepsi ile ilişkilerimiz kötü durumda. Ülkede adı konmamış bir iç savaş var, yüzlerce sivil ve asker ölüyor. Bombalar, silahlar susmuyor. Barış söylemlerinin yerini savaş çığırtkanlığı aldı. Sokak ortasında patlayan bombalar, ölen onlarca can… Bunun yanında teröristlerle çatışırken kaybettiğimiz asker ve polisler… Bir de unutmadan Suriye’ye girildi bu yıl. Ülke içerisinde aldığımız ölüm haberleri yetmezmiş gibi bir de oradan ölüm haberleri gelmeye başladı ardı ardına…

Açıkçası bu yıl gelişen güzel diyebileceğim, göğsümü kabartacak hiçbir şey yaşanmadı. Hep üzüntü hep keder… Kısaca sana kötü olanları aktarayım istersen:

Üniversiteler büyük oranda bitti… Binlerce akademisyen işten atıldı. Bilim üst sıralardaki yerini, cehalete bırakma yoluna girdi…
  
Son açıklanan rakamlara göre asgari ücret, bir ailenin açlık sınırının bile altında; 1362 TL. İnsanlar açlık ve yoksullukla mücadele veriyor. Bu da yetmiyormuş gibi gelecek adına tek umutları olan evlatları teröre kurban gitti…

Dolar sürekli yükseldi. Ekonomi giderek kötüleşti. 

Yargı çöktü adeta. Halkın yargıya, adalete zerre kadar güveni kalmadı.

15 Temmuz’da bir darbe girişimi yapıldı. Önlenen girişim sonrasında ise TSK büyük yara aldı. Pek çok komutan tutuklandı. Öyle ki artık uçak kaldıracak pilot kalmadı. Buna rağmen hem teröristlerle hem de Suriye’de ülke adına kahramanca çarpışıyorlar. Ha unutmadan askeri arazilerin bir çoğu da TOKİ’ye devredilmiş. Yani artık o güzelim arazilerin üzerinde ağaçlar değil çirkin binalar görülecek. Ne acı…

Kadınlar, çocuklar yine bu yıl da artan oranda tecavüze maruz kaldı. Ardından da öldürüldü birçoğu. Bir de bunlar yetmezmiş gibi yurtlarda cayır cayır yandı çocuklarımız. Yine pek çok kadın cinayeti işlendi. Çocuklar katledildi…

Sadece haber yaptıkları için gazeteciler suçlu sayıldı. Onlarca gazeteci şuan hapis yatıyor. Gazetelere, televizyon kanallarına saldırılar düzenlendi, saldırıyı yapanlar adeta ödüllendirildi. Pek çok televizyon kanalı, gazete, dergi kapatıldı.

Bütün bunların yanında yüz binlerin sevgilisi olmuş Tarık Akan, Bertan Onaran, Oya Aydoğan, Naşide Göktürk, Romalı Perihan, Vedat Türkali, Mehmet Aydın, Hakkı Devrim, Remzi Evren, Nezih Tuncay, Ülkü Erakalın, Tanju Gürsu, Attila Özdemiroğlu, Ergüder Yoldaş, Yiğit Okur, Tahsin Yücel, Halil İnancık, Erdal Tosun kadar önemli değerleri kaybetmeme ne dersin 2016? Bir de bunlar yetmezmiş gibi Düşen bir uçakla birlikte Rus Kızılordu Korosu’nun tüm üyelerini kaybettik. Yani müziğinden vuruldu dünya…

Kısacası 2016 yılı içerisinde kapitalizmin kirli, vahşi yüzü daha bir görünür hale geldi. Kapitalizmin çarklarını döndürebilmek için olmazsa olmaz hırsızlıklar, yolsuzluklar, işçi katliamları, doğa talanı, ırkçılık, ayrımcılık, savaş ve şiddet yaşamın her alanında yerini aldı bir şekilde. Bu sistemin insanlık için ne kadar büyük bir tehdit olduğu daha geniş kitlelerce fark edilmeye başlandı. Buna karşılık sistemin uygulayıcısı olan siyasi iktidarlar, kapitalizmin ve kendilerinin kaybolmaya başlayan ideolojik meşruiyetlerini korumak için baskı ve şiddet politikalarına ağırlık verdiler.

Demem o ki iyisiyle, kötüsüyle ben görevimi tamamladım. Artık görevi sana devretme zamanı geldi. Açıkçası sana öyle güzel bir ortam bırakmıyorum. Ama yine de umutsuzlukla görevi devralmanı istemem. Önündeki koskoca 12 ayın benimkinden daha sevimsiz olmayacağını umuyorum. Umarım benim başaramadığımı başarır, tüm insanlığa barış, kardeşlik ve huzur getirirsin. 

Umarım sen: 

Cephaneleri yakıp yerlerine kütüphaneler kurulmasını sağlayabilirsin…

Komşusu aç uyuyanların, uykularından uyanıp, paylaşmanın çoğaltıcı etkisine inanmalarını sağlayabilirsin…

Hangi siyasi görüşten hangi dini inanıştan olursa olsun aynı fikre ve inanışa sahip olmayanlara saygı duymanın gerekliliğini gösterebilir, empati kurdurabilirsin… 

İnsanların çevrelerinde olup bitenlere duyarlı olmalarını sağlayabilirsin… 

Kadınlara hak ettikleri saygının gösterilmesini, atık tecavüze uğramamalarını ve öldürülmemelerini sağlayabilirsin…

Ve çocuklarınızı daha iyi koruyabilirsin... 

Sorunların kalp kırarak, şiddetle değil tatlı dille halledilmesini sağlayabilirsin… 

Dünyayı ve ülkemizi, sevgiye ve barışa inana insanlarla doldurmayı başarabilirsin…

Farkındayım, çok şey istedim senden. Bunlar aslında benim gelirken hayal ettiklerimdi, başaramadım. Belki bencillik bu yaptığım ama senden istiyorum bu sefer bunları…

Benden bu kadar.  

Hadi bana eyvallah…”

Barış içinde, insanların ölmediği bir yıl dileğiyle… 

Mutlu yıllar…


Arzu KÖK

12 Aralık 2016 Pazartesi

Düşünüyorum da - Arzu KÖK

Düşünüyorum da…


Bir türlü anlamlandıramıyorum doğrusu; “Neler oldu, neler oluyor güzel ülkemin insanlarına?”

Üniversiteler dökülüyor. 
Binlerce akademisyen işten atıldı.  
Son açıklanan rakamlara göre asgari ücret, bir ailenin açlık sınırının bile altında; 1362 TL.
Dolar sürekli yükseliyor.
Ekonomi giderek kötüleşiyor.
Yargı çökmüş. 
TSK büyük yara almış, uçak kaldıracak pilot yok. 
Çatışmalarda her gün onlarca çocuğumuzu toprağa veriyoruz.
Komşularımızla savaş halindeyiz.
Türkiye’nin tek bir dostu kalmamış.
Bombalar patlıyor sokaklarımızda
Onlarca masum canımızı toprağa veriyoruz.
Kadınlarımız, çocuklarımız tecavüze uğruyor.
Bağımsız yargının, bağımsız medyanın, sivil toplumun yani demokrasinin, özgürlüklerin yok ediliyor.

 Ama umurunda değil çoğumuzun. Bir ölüm sessizliği sarmış dört bir yanımızı. Oysa istemez misiniz ülke yönetiminde, sorunların çözümünde sizin de katkınız olsun? Sizin de fikriniz, düşünceniz, yaklaşımınız hesaba katılsın. Size hiç ama hiç kimse haksızlık yapmasın, bir haksızlığa uğradığınızda sesiniz duyulsun. Siz bunları hak etmiyor musunuz? Söyleyin bana…

‘Demokrasi’ , ‘Özgürlük’, ‘İyi eğitim’, ‘Barış’, ‘Bağımsız medya’,  ‘Bağımsız yargı’ söylemlerini dile getirenlere düşman gibi bakıyorsunuz adeta. Şimdi söyleyin bakalım bunların neresi kötü? Hepimizin can damarı değil mi bu değerler? Bu can damarları birer birer koparılıp atılıyor ama siz farkında bile değilsiniz.

Her gün onlarca şehit cenazesi geliyor. Bombalar patlıyor sokaklarımızda. Evlatlarımız birer birer ölüyor. Herkesin evladı gidiyor diye de düşünmeyin, ölen sizin bizim gibi garibanların çocukları. Siz hiç şehit olan zengin çocuğu, siyasetçi çocuğu gördün mü? Göremezsiniz. Çünkü onların evlatları hep huzur içinde. Ama sizin, bizim üzerimizden vatan millet edebiyatıyla evlatlarımızı toprağa göndermemizi sağlıyorlar. Çocuklarımız yaşasın diye ‘Barış İstiyoruz’ feryatları atılıyor… Ama yine de duymuyorsunuz, görmüyorsunuz.

Seçim zamanlarında gelip bizlerden oy istiyorlar. Sonra oyumuzu alıp bizlerin aleyhine işler çeviriyorlar. Bunlar bizim adımıza denetlensin, gün ışığına çıksın istemez miyiz? Bir haksızlığa uğradığımızda gidecek, sesimizi duyuracak bir kapımız olsun istemez miyiz? Bize yapılan haksızlıkları bütün ülkeye duyursun, o haksızlıktan dönülmesini sağlasın istemez miyiz? Gücü elinde bulunduranlara karşı bir güvencemiz olsun istemez miyiz? Ancak bize sigorta olacak medya kuruluşları birer birer kapatılıyor, yazar, çizerleri hapse atılıyor, siz öylece bakıyorsunuz. “Bağımsız medya istiyoruz” çığlıkları bu nedenle atılıyor ama umurunuzda değil bu da.

Sizin oylarınızla iktidar olanlar senin paranı çaldıklarında, sana haksızlık yaptıklarında, hepimizin hakkı olan ülke zenginliklerini eşe dosta peşkeş çektiklerinde, sizin adınıza onlara hesap soracak bir mercii olsa fena mı olur? Artık bu ülkede parası pulu olanın değil, hakkın borusunun ötme zamanı gelmedi mi? İşte bu yüzden ‘Yargı bağımsız olmalı’ diye çığlıklar atılıyor her gün. Ama  bir türlü duymuyorsunuz. 


Gücü, parası yerinde olanlar çocuklarını özel kolejlere gönderiyor, yeri geldiğinde yurt dışına yolluyor iyi bir eğitim adına. Özel ders aldırıyor. Peki ya bizim çocuklarımız? En büyük bedeli onlar ödüyor. Berbat bir eğitim sisteminin mağdurlarıdır hepsi. İşte bu yüzden  ‘Eğitim sistemi düzeltilmeli’ diye bağırılıyor. Mağdur olan bizim evlatlarımız olmasına rağmen duymuyorsunuz bu çığlıkları. 

Birilerinin sizin dininize, ırkınıza, giyim tarzınıza, nasıl yaşayacağınıza, kaç çocuk yapacağınızaa, ne yiyip ne içeceğinize, ne giyip giymeyeceğinize, neye inanıp inanmayacağınıza karışmasından sıkılmadınız mı? Sizin özgür iradenize ne oldu? Muktedirin size bir yaşam tarzı dayatmasının önüne geçmek için, hepimizin insan gibi bir yaşam sürmesi için, kendi aklınızla, kendi iradenizle hareket etmeniz için “Özgürlüklerden yanayız” diye bağırılıyor. Ama umurunuzda değil.

Bu vurdumduymazlık nereden geldi anlayamıyorum açıkçası. Yukarıda saydıklarımın hiç biri umurunuzda değil. Çünkü sadece elinizdeki bir lokma ekmeği düşünüyor ve sadece o lokmayı kaybetmeme mücadelesi veriyorsunuz. Ama farkında olmanız gereken bir şey var: Tüm bu değerlerin varlığı sizin elinizdeki o lokma ile ilgili. O lokma elinizden gitmesin diye önemli bu değerler. Şunu bilmelisiniz ki; bağımsız medyası olmayan, bağımsız yargısı olmayan, özgür ve demokrat olmayan, kendi çocuklarına iyi eğitim veremeyen bir ülke ekonomik olarak da zayıflamaya ve çökmeye mahkumdur. Çünkü böylesi ülkelere yatırımcı gelmez. İnsanlar iş yapmaktan korkar hale gelir. Böylece de ekonomi zayıflar. Siz daha da yoksullaşırsınız ve sonunda kaybedersiniz elindeki o lokmayı da. Olan size olur  yine.

Bu nedenledir ki “Ben sadece kendi çocuklarımı ve onların geleceklerini düşünmek zorundayım” gibi bir savunmayı bırakıp isteklerinizi sıralamalısınız. Sizler de haykırmalısınız en gür sesinizle yukarıdaki söylemleri. Zira bu toprakların sahipleri sizlersiniz ve bu topraklarda AKP, CHP, HDP, MHP ya da başka partilere oy veren Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Musevi, Laz, Arap, Süryani, Müslüman, Hristiyan, Sünni, Alevi, inançlı, inançsız herkesin, barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir ülkeyi istemek en doğal hakkıdır.

“Savaş istemiyoruz, şehit istemiyoruz, çocuklarımızın ölmesini, öldürmesini, birbirlerine silah çekmesini istemiyoruz…” diye haykırmak ve bu talebiniz gerçekleşene kadar mücadele etmeniz kadar doğal bir şey yoktur. Düşman cephelere bölünmemizi sağlayacak herkese, her şeye dur demesini bilmemiz gerekiyor. Hepimizin tek isteği işimizde gücümüzde, huzur içinde, özgürce yaşamak değil mi?

Hiçbirimizin ücretinin, maaşının elinden alınmamasını, emeğimizin, hakkımızın haksız kararlar sonucu elimizden gitmemesini istememiz doğal değil mi? İş kazalarından ölmek istemememiz suç mu? Çocuklarımızın eğitimlerinin aksamamasını, gençlerimizin sokaklarda heba olmamalarını istememiz en doğal hakkımız değil mi?  Suçlandığımızda suçumuzun ne olduğunu bilmek hakkımız değil mi? Kimin adına, neye göre karar verildiğini bilmek, darbeyle, terörle hiçbir ilgimiz yokken yalan ihbarlarla, sahte delillerle sorgusuz sualsiz işimizden olmamak, meslekten uzaklaştırılmamak, çoluk çocuğumuzla açlığa mahkûm edilmemek hakkımız değil mi? Neden suskunuz o zaman anlayamıyorum. Kimileri sizin için Ömer Hayyam’ın 


“Cellâdına aşık olmuşsa bir millet, 
İster ezan ister çan dinlet. 
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstehaktır ona her türlü zillet.”

dörtlüğünü söyleyip, celladınıza aşık olduğunuzu, bu aşkın gözünüzü kör edip, vicdanınızı yok ettiğini söylüyor. İnanmak istemiyorum…

Hepimiz biliyoruz ki vurdumduymazlıkla, çıkarcılıkla, kolaycılıkla hiç kimse bir yere varamamıştır. Unutmayın bizler partileri iktidar yaparken onlardan bu değerleri bize sağlamalarını ve korumalarını isteriz. Eğer yapmıyorlarsa da onlara haklarımızı ve isteklerimizi iletmek, yeri geldiğinde kayıpları yeniden kazanmak adına mücadele etmek de en doğal hakkımız olmalıdır. Zira eğer bugün bunu yapamazsak biliyorum ki ileride evlatlarımız bizden hesap soracaklar. Biz ne yapacağız? Boynumuzu büküp susacak mıyız? 

İşte böylesi düşünceler doluştu bugün beynime. Çok sorular sordum, yanıtladım bir çoğunu kendimce. Ama o kadar çok cevapsız soru ve duyarsız insan var ki çaresiz kaldım. Siz ne dersiniz?


Arzu KÖK

3 Aralık 2016 Cumartesi

Yangın Ülkesinin Yanan Çocukları - Arzu KÖK

Yangın Ülkesinin Yanan Çocukları…


"Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın" diyor Albert Camus. Gerçekten de öyle. Bir ülkede insanlar yıllarca mutlu mesut yaşayıp yaşlandığında ölüyorsa, depremde, madende, iş kazasında, masumca otururken yanarak ya da üzerlerine bomba atılarak ölmüyorsa gelişmiş ülkedir o. Aksi durumda ise çok kötü bir yerdedir o ülke. Türkiye nerede peki?


 İnsan canı, hayatı çok ucuzladı yazıktır ki ülkemizde. Hem de çok çok ucuzladı. Hatta öyle ki, sudan, ekmekten, benzinden, ulaşımdan, her şeyden ucuz. Cebinde parası olmayanlar için her şeyden ucuz insanın değeri. Üstelik yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk fark etmeden… İstikrarlı bir şekilde kaybediyoruz canlarımızı. Kimimiz patlayarak, kimimiz hain pusuda, kimimiz yanarak, kimimiz hız meraklısı bir zengin eliyle, kimimiz denetimsiz asansörün yere çakılmasıyla, kimimiz madende göçük altında, kimimiz depremde, kimimiz selde ölüyoruz. Bir de bunların yanında eğer kadın ya da çocuksanız tecavüzle gelen bir ölüm var, bir de töre…

Ölüm Allah’ın emri ama bizdeki ölümler daha çok kul eliyle… Her şeyden ucuz bizde ölmek. Hatta öyle ki hiçbir can bir koltuk etmiyor. Yüzlerce can gidiyor bir koltuk gitmiyor. Çok değil, daha birkaç gün önce on iki can gitti. On bir çocuk, bir kadın görevli ama yine de gitmez tek bir koltuk gitmeyecek. Yayın yasağı destekli tepkisizlik başladı hiç gecikmeden. Yine bulunacak birkaç günah keçisi, olay kadere bağlanacak, yeni ölümlere kadar sessizliğe gömülecek herkes… 

Yangınlar ülkesinin yanan çocukları olduk adeta.” Ateş sadece düştüğü yeri yakar” derler de öyle mi olmalı? Hepimizi yakıyor aslında. Sustukça da daha çok yanıyoruz. Ya tek tek ya da çok çok.. Sustuğumuz yangınlar kadar yangın çıkarılıyor yeniden, yeniden… Nazım HİKMET “Kız Çocuğu” isimli şiirinde;  “Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu, bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu” diyordu. Şimdi benim ülkem yangın yeri olmuş, külleri savruluyor yüzümüze yüzümüze… Nasıl Hasan Hüseyin’in dediği gibi bal eyleyelim acıyı?


Önlenmesi olası nedenlerden ötürü çocuklar devletin koruması altında birer birer, onar onar ölüyor. Ancak önlenemiyor bir türlü. Ardından kavuşturulan kollar ile “KADER” diyerek celladın can almasının yolunu kesmek yerine sırtını sıvazlıyorlar… Böyle bir durumda umutlar yeserir mi? Ağıtları duydukça güler mi yüzü insanların? 

- 1993’te Sivas’ta bir otelde çocuklar dahil otuz beş insan ise “Tekbir” eşliğinde yakılmıştı. 

- 2015’de, Kulp’ta altı çocuk, “Tekbir” getirmeyi öğrenirken yandı. 

- 2008’de Konya’da on dokuz kızımız, ellerinde Kuran ile namaz kılarken kül oldu. 

- Şimdi Aladağ’da on bir kız çocuğu ve bir eğitmen bir cemaat yurdunun kilitlenmiş kapılarının ardında yandılar. Koca bir kora dönüştü yangın vicdanlarda. O gün kızlarımıza cehennemi yaşatanlar şimdi onun için “mekânın cennet olsun” diyor. Ne acı değil mi?

Oyuna duran masum çocuklarımız, devletin oyunlarında kül olup savruluyor. Yangın yerinde, tuzak gibi oyunlar kuruluyor çocuklarımıza. Çocuk yaşamlarına kurulan oyunların ölümlerine neden oluyor. Kim koruyacak peki bu çocukları? 

Çocuklar, Aladağ’da cemaatlere ait bir yurtta yanarak öldü. Hepsi çevre köylerden yoksul aile çocuklarıydı ve öldüler yangınlar ülkesinde. Daha önceki yangınlardaki gibi, yanmış canlarının kokusu sardı bizi. Diller lâl oldu, “Kaza değil, cinayettir“ diyemedi hiç kimse.  Oysa “Özel Yurtlar Yönetmenliği”nde deniliyor ki; “Yurtlar sadece Lise ve Yüksek Öğretim öğrencileri için açılabilir!” Oysa Aladağ’da yanan çocuklarımız ortaokul öğrencisiydi. 

Aslında her ölüm vicdanlara bir uyarı, yüreklere bir sızı, akıllara iz, adalete göz olarak var. Ateşte yananların umuda dönüşmesi gereken ağıtları söylensin, ölümlerin sayısı azalsın, hatta bitsin diye var. İşte o nedenle hasıraltı edilmemeli bu sosyal cinayetler. Aklanmamalıdır sorumlular. Bu yurtlar kapatılmalıdır. Bu sosyal olayların avukatı vicdanlar olmalı ve savunmalı önlenebilecek cinayetlerden ölümleri. Yangın yerine dönen ülkemizde ölmesin diye çocuklarımız adaletin ve vicdanın savunması okunmalı en yüksek perdeden ki, sağırlaşmış vicdanların kulakları açılsın, perdelenmiş gözler açılsın diye…

Aslında o gün çocukların bedenini saran ateş, yangının değil, devletin ateşiydi. Kimi elindeki kalemle, kimi çantasıyla, kimi Kuran’ı ile yandı. Kimi yazı yazarken, kimi şarkılar söylerken, kimi resim yaparken yandı. Biri semah dönerken, diğeri namaz kılarken yanıyor. Yangın yerine dönüşmüş ülkemizde çocuklarımız ölüyor… Peki ya öldürenler?


Yakın zamana dek çocuklarına bayram armağan eden ülke olmak en büyük övünç  kaynağımızdı! Şimdilerde evlatlarını yakan ülke olmanın utancı içindeyiz... 

Yangın ülkesinde yaşıyoruz artık. Bulutlar kararmış… Utanarak, nefessiz kucakladı toprak; o yanmış, masum yavrularımızı. Yeter olsun bu acılar. Bu sessizce vedalaşmalar bitsin artık. Toprağı bir daha utandırmamak adına kör, sağır, dilsiz, korkak olmamalı vicdanlar ki sıra onlara ve çocuklarına gelmesin… Ucuz olmasın artık insan hayatı…



Arzu KÖK

19 Kasım 2016 Cumartesi

Tecavüz - Arzu KÖK

Tecavüz…

- Doğu'da, Irak ve Suriye'de savaş hali var...
- Dolar 3.40'ı aşmış...
- 'Başkanlık gelmezse batarız!' feryatları ediliyor...
- Adaletin, demokrasinin, barışın, insan haklarının lafı bile edilmiyor...
- Devlet kurumları tamamen iflas halinde...
- Ekonomi çökme noktasına gelmiş... 
- ... v.b


İşte tüm bu keşmekeşin içinde hem gündem değiştirmek hem de itiraz gelmezse amaca biraz daha yaklaşmak adına gündeme geldi bu tasarı.  'Sinir uçlarına dokunması olası olmayan' bu kanun tasarısının aniden ortaya çıkıvermesi, bir tesadüf müdür sizce?... Açıkçası pek öyle gelmedi bana.

Aslında güzel ülkemiz son kırk-elli yılda tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti. Zaten son 14 yıldır da İslamcı parti tarafından yönetiliyor. Mesai saatleri bile artık namaza göre düzenleniyor oldu. Eğitim öğretim İslamileşti, okullarda Cuma namazına göre ders yapılmasına ilişkin genelge bile yayımlandı. Evet, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar İslamileşti ama ahlakını ve aklını bugünkü kadar yitirdiği bir dönem görmedim ben açıkçası. Göreniniz var mı bilmem…

Güzel ülkemiz yazık ki hırsızlık, yolsuzluk ve ahlaksızlık pençesinde kıvranıyor. Anasının çıplak dizinden, öptüğü kız evladından bile tahrik olduğundan dem vuran yaratıklar, din-iman edebiyatıyla çocukların üzerinde tepiniyor, yetmiyor,  ensestin,  livatanın iğrenç dehlizlerinde dolanıyorlar. “Güzel ahlak dini” İslam’ın bekçisi olması gereken Diyanet ise akıl almaz fetvalarıyla(En azından bugüne kadar gazetelere yansıyanlara bakmak yeterli) ahlaksızlığa çanak tutuyor. Bir kızın erkek arkadaşıyla yan yana oturmasını günah sayanlar, 13 yaşında evlenmesini uygun görüyor. Şimdi bu yasa tasarısı ile de desteklenir hale geliyor.

Unutulmamalıdır ki tecavüz bir namus meselesi değildir. Tecavüz edilenin namusu kirlenmez, zarar görmez. Güveni, ruhu, bedeni zarar görür... “Namusunu temizledi, namusu kirlendi, ne giymişti, orada ne arıyordu?” bakış açılarının değişmesi gerekir artık. Zira böyle yapılarak her seferinde tecavüzcü ile empati kurulur. Bu ise en büyük sakıncadır. Bir varlık tecavüze uğradığında, dayak yemiştir, işkenceye maruz kalmıştır, fiziksel ve ruhsal şiddete uğramıştır, sessiz kalıyorsa tehdit ediliyordur, sessiz kalıyorsa bu toplumun rezil bakış açısından dolayı kendinde bir suç görüyordur. Kadına, çocuğa, hayvana yapılan tecavüze sebep bulmak, şakasını yapmak bir yerde tecavüzcünün kendisini haklı görüp, yaptığının doğru olduğuna inandırmaktır. Şimdi ise bu yasa, adeta tecavüzcüye hediye niteliği taşıyor. 

Tekke ve zaviyeler neden kapatılmıştı biliyor musunuz? Çünkü o günlerde de, sübyancılık ve haşhaşilik had safhaya ulaşmıştı. Günümüzde ise vakıflar aracılığıyla tekke ve zaviye çalışmaları tüm hızıyla devam ediyor. “Hilafeti getireceğiz!” diyenlerin, tarikatlara sivil toplum örgütü diyenlerin neleri amaçladığı artık anlaşılıyor mu acaba?

Din yoluyla insanın ruhunu, iç dünyasını ele geçirip, her türlü insani hak ve özgürlüğünü elinden alıp -yaşama hakkı dahil- köleleştirirsin. Düşünemeyen bir robot haline getirdiğin, zihnini kontrol ettiğin zavallılardan canlı bombalar yetiştirmen hiç de zor değildir.

Tecavüze uğrayan ve karşı koyacak gücü olmayan mağdurların, zorba ile aralarında efendi-köle ilişkisinden daha ağır, asalak bir bağ oluşur, tıpkı sırtına yapışan keneye bir şey yapamayan hayvan gibi çaresizce kabullenirler. Aralarındaki bu kirli sır, kurtulamadıkları parazitler gibi dışarı atılamaz, “öğrenilmiş çaresizlik” tam anlamıyla budur ve geneleve mahkûm edilmiş sermaye gibi ortamdan kaçıp kurtulamazlar. ‘Depremle yaşamaya alışmalıyız’ diyen sivri akıllıları biliyorsunuz. Tecavüzle yaşamaya alışmış mağdurlara verilen vaatler vardır; “Eline fırsat geçtiğinde sen de aynısını bir başka zayıfa yaparsın, bu devran böyle döner oğlum”.

Tecavüz meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa tecavüzden belini doğrultamayan bir toplum isyan edemez. Böylesi bir toplum, işgal ordularının yaptıklarını birbirine yapar, toplama kamplarını kendi iradesiyle kurup, kendi çocuklarına tecavüzü organize eder. İşte istenilen ümmet türü. Bundan âlâ ümmet mi olur?

İşte bu nedenle analara seslenmek istiyorum. Uyanın artık... Sizler de bu ülkenin erkek vatandaşlarıyla aynı haklara sahipsiniz. Aslında daha daha fazlasınız. Anasınız, ablasınız, bacı, kardeş, eş ve çocuksunuz. Hatırlayın, sizler Ulusal Kurtuluş Savaşımızı nasır tutan elleriniz ve sevgi dolu yüreğinizle kazanmadınız mı? Kurtuluş Savaşında eli silah tutan Fatma Bacım gibi, ülkesini savunmada kahramanlık destanı yazan Nene Hatun gibi, adı bu ülkemizin topraklarına karışan binlerce anamız bacımız gibi direnelim ve bu yasaya karşı çıkalım. Cinsel istismara uğrayan çocuklarımız bu yamyamların eline bırakılamayacak kadar değerlidir. 

Lenin’in dediği gibi: “Dokunulmazlığı olan tek sınıf çocuklardır.” Kimsenin çocuklarınıza, çocuklarımıza dokunmasına izin vermeyelim.


Arzu KÖK

7 Kasım 2016 Pazartesi

Atatürk'ü Anlamak - Arzu KÖK

Atatürk’ü Anlamak…

“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir. “ ( 1929) 
                                                                                    Mustafa Kemal  ATATÜRK      

Peki Türk Ulusu ne kadar anladı Atatürk’ü? Günümüze baktığımızda hiç denecek kadar az olduğunu gözlemliyorum ve içim acıyor. Günümüzde açıkça ortaya çıkan ve pervasızlığı marifet sanan karanlık odaklar tarafından Atatürk düşüncesine yeni düşmanlıklar üretilmekte, hedefler saptırılmaktadır ve ne acıdır ki Türk Ulusu da sessiz kalmaktadır tüm bu olup bitenlere.

 Çağdaşlığa karşı geliştirilen düşmanca karşı devrim girişimleri, demokrasinin nimetleri de kullanılarak zaman içinde gelişmiş, devlet kurumlarında kökleşmeye başlamış ve artık cumhuriyet kazanımlarını hedef almaya başlamıştır. Kendi kafa çemberi dışında düşünce ve görüş kabul etmeyen, fakat çok ustaca bir maskeleme yoluyla takiyye yapan kadrolar, rejimi hedef alan yapılanma içinde olmayı sürdürmektedirler.

Farklı düşünce ve inançta olmanın zenginliği esasına dayanan çağdaş toplum olmanın gerekleri belli noktalarda yoğunlaşmaktadır. Bunların başında da laiklik gelmektedir. Toplumsal değerlerin çatışmadan bir arada yaşamasını sağlayan değer yargısı olan lâikliğin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır. Bugünü ve geçmişi kıyaslamak gerek… Hem lâik hem de Müslüman olunabileceğini Atatürk, Cumhuriyet rejimi ile göstermiştir. Ancak bunu hazmedemeyenler sürekli Atatürk düşmanlığını teşvik etmiş ve desteklemişlerdir.

Dini motifler her toplumun bireyleri arasında  harç niteliğindedir ve bunu inkâr etmek yanlış olur. Ancak, dini motifleri kullanarak insanlar üzerinde, toplum üzerinde baskı unsuru kurmak isteyen siyasi iradeler birinci derecede demokrasi ve Atatürk düşüncesinin düşmanlarıdırlar. Hacı esansı kokulu yerel yönetimler tarafından uygulanmaya konulan ve yöresel olarak belli alanlarda oluşturulmaya başlanan yasaklar, aslında kişilerin yaşam biçimlerini gösteren yeme-içme alışkanlıklarını sınırlamak değil, kişilerin özgürlükler bütünlüğünün bozma, bozulma hedefinden başka bir şey değildir.

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini kurarken söylediği su ifade son derece önemlidir; “Cumhuriyetin kuruluşu ne bir soy, ne bir ideoloji ne de bir din üzerine kurulmuştur; cumhuriyeti kültür üzerine kurduk.”

Kemalist düşüncenin temeli de bu ifadelerde saklıdır. Bu nedenledir ki, bunlardan, cumhuriyetten asla ödün verilmemelidir. Atatürk’ü anlamak için cumhuriyet kazanımlarını, özgür yaşamanın derinliğini, ibadetini zevk ve huşu içinde yapmanın huzurunu anlamak gerek.

Atatürk’ün, cumhuriyetin temelini dayandırdığı kültür üzerindeki vurgusunu milletimiz, başta aydınlarımız anladı mı? Biraz şüpheli!... Çünkü Atatürk düşüncesini istismar edenler de, O’na düşman olanlar da, O’nun ticaretini yapanlar da, O’nun ardına sığınıp takiyye yapanlar da, esans marka ideolojilerini gerçekleştirmek için cumhuriyet kazanımlarını araç  olarak kullananlar da, aydın geçinen diplomalı aydıncıklardır ne yazık ki. Vatandaş Ahmet, Mehmet bundan zaten haberdar değil. 

Atatürk diyor ki; “Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız vardır ki, inceleme ve araştırmalarımızı yaparken temel olarak çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, diğer milletleri tanır, ama kendimiz kendimizi bilmeyiz.”

Kurtuluş Savaşı verilirken Atatürk’ün çevresindeki en yakın dostları O’na Amerikan mandası veya İngiliz mandası fikrini önerirken O, “Ya istiklâl ya ölüm” demiş ve uygulamıştır. Günümüzde de, tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, ABD ve AB mandacılığının ötesinde uşaklık yapmaya hazır, idealsiz, ruhsuz insanların öttürdüğü köşe başı  isteriz çığlıklarına bakıldığında, o günün zor şartlarında mandacı olarak adlandırılanların, bugünkü uşak ruhlulardan çok daha vatansever oldukları açıktır.

Atatürk’ün Türk Milletine en büyük hediyesi cumhuriyettir. Etrafınıza bakınız; bugüne kadar Ortadoğu’nun sefalet çamurunda debelenmeyen bir Türkiye var olabildiyse bu, Atatürk ve Cumhuriyet rejimi sayesinde olmuştur. Bugün o bataklığın içerisinde olmamız ise Atatürk ve Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmanın bir sonucudur. 

Dikkatli olmak, sıkı durmak, yere sağlam basmak gerek. Ülkemin ve de ulusumun hem dışarıda hem de içeride düşmanı çoktur. Tarih boyunca kendine en fazla düşman yetiştiren bir ulus olduk.

Atatürk’ün ifade ettiği bu hedef anlamında bir tarih bilinci eksiğimiz var ne yazık ki. Toplumuzda eksik bazı değerler, anlamalar, algılamalar sorunu var. Geçmiş tarihe, toplumsal algılama ve değerlere sahip çıkma sorunu var…

Atatürk’e göre bir ulusu ulus yapan değerlerin başında tarih gelir. Uygulamalarında tarihin yerini ayrı olduğunu belirtir. Çünkü tarih, ulusların hayatını ve sürekliliğini göstermektir. Tarihi olmayan uluslar sürekli olamamışlardır. Medeniyetler kuran ulusların sürekliliğini sağlayan tarih ve dil birliğidir. Tarih ve dil yaratamamış olan ulusların hiçbir şekilde iz bırakamadıkları bilinen bir gerçektir. Günümüzde ise bizler tarihimizden uzaklaştırılıyoruz.

Atatürk’ü anlamak demek; ideallerini görmek, yaşama geçirdiği fikirleri görmek, fikirleri duygulara dönüştürmek demektir… Bunlar başarılmadıkça cumhuriyetin ve demokratik yaşamın kazanımları yaşanmadan silinir gider.

Hiçbir şeyi günümüzdekiler gibi kendisi için, kendi egosunu tatmin etmek için yapmamış, her şeyi ulusu için yapmıştır. Fani dünyadan çekip gittiğinde de milletinin kalbinde silinmeyen bir iz bırakmıştır. Bir insan için bundan daha büyük bir varlık, değer, miras olabilir mi? 

Fi tarihinde öğretmen sınıfta öğrencilerine bir kompozisyon yazdırmak ister; Atatürk ile ilgili olarak bir konu verir; kompozisyon konusu; “Atatürk Türk Ulusu için neler yaptı?” Verilen sayfalar dolusu cevapları inceleyen öğretmenin dikkatini tek cümle içeren bir sınav kâğıdı çeker; “Atatürk ne yapmadı ki?”

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini yıkmak isteyenler de demokrasi merkezli Cumhuriyet idaresinde varlıklarını sürdürmekteler. Bu yıkıcı ve yok ediciler de varlıklarını Atatürk’e borçlular… Ulusun manevi değerlerini işportacı malzemesi yapan, karanlık kafalar da varlıklarını Atatürk’e borçlu…

Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, Türk Ulusu ile birlikte, kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel kurumlarına kurşun sıkan zihniyetlerin oluşup gelişmesi de yine bu Cumhuriyet sayesinde olmuştur. Cumhuriyete düşman yetiştirilen karanlık kadrolar da, Atatürk’ün kurduğu rejim sayesinde devlet idaresinde söz sahibi olmuşlardır…

Tüm bu yaşanılacakları önceden görebilmiş olan Atatürk, geleceği gençlere emanet etmiştir. Geleceği gençlere emanet etmenin temelinde, sürekli ilerleme ve gelişme ruhu ve azminin yaşamasını, yaşatılmasını sağlama amacı vardır… Neden yaşlılara, orta yaşlılara değil de gençlere emanet ediyor Cumhuriyeti? Çünkü onlar gelecek demektir.

 Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bir şiir değildir… Geleceğe yönelik mesajdır, yol göstericidir. Gelecekte, nasıl özgür kalabileceğimizi anlatan bir söylemdir. Kullandığımız tüm özgürlükler bu söylemde saklıdır... Geleceğimize yönelik tehlike ve düşmanlara işaret ediyor, tehlikelere karşı korumaya çağırıyor...

Birlikte bir şeyleri yükseltebilmek,  yurt sevgisine sahip olmak, değerler bütünü kültüre sahip olmak demektir Atatürk’ü anlamak…

Bir coğrafyaya, vatan toprağına, bir dile âşık olmanın sorumluluğu ile hep birlikte güzel bir şeyler yapabilme özlemidir Atatürk’ü anlamak… 

Kırmadan, dökmeden, çatışmadan birlikte yapabilmek; varlığı da yokluğu da paylaşabilmektir Atatürk’ü anlamak…

Atatürk bizleri tek bir kişinin, padişahın kulu olmaktan değil aynı zamanda emperyalizmin esaretinden kurtarmış, esaret çemberini kırmış, vatandaşlığa gelmemizi sağlamıştır.  Birey olmamızı sağlamıştır. Kutsal kabul edilen tüm değerlerin yok olmasına, aşınmasına karşı durmuş; istiklâl demiş, vatan demiş, ulus demiş, bayrak demiş…

Bugün yine tek kişinin ve dolayısıyla emperyalizmin esaretine özlem duyup o yönde çalışanlar var… Bizler bu kazanımları korumalı ve Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma çabası göstermeliyiz. 

Atatürk’ü doğru anlamalı ve özellikle gençlerimize anlatmalıyız. Kemalizm’i, Kemalist düşünceyi şekilcilikte değil, dimağda, kafada özümlemeli ve aktarmalıyız gelecek kuşaklara.

Bilgide, bilimde, çağdaşlıkta Atatürk’ü anlamak gerekmektedir. En büyük görev de bu bilince sahip aydınlarımızdadır.

Varlık sebebimiz, Milli Mücadele Ruhu ve kazanılmış istiklâldir. Bundan vazgeçtiğimiz an sonumuz gelmiş demektir. Yazıktır ki haini bol bir toplumun parçasıyız. Bu anlamda aydınlarımız bir kat değil, yüz kat daha çok çalışmalıdır…


Arzu KÖK


31 Ekim 2016 Pazartesi

Basın Özgürlüğü- Arzu KÖK

Basın Özgürlüğü…

Karartılan her TV kanalı, susturulan her radyo, kapısına kilit vurulan her ajans, gazete; çevresinde ve içerisinde onlarca olayla kaynayan ülkemin ve toplumsal yaşamının sesini de kısıyor, bastırıyor. Bu olayların ardından açık olan TV kanallarının ekranlarında haberleri izleyenler, bir yaşanılanlara bakıyor bir de kendilerine aktarılanlara… Çok trajikomik bir sahne karşınızda. Gazetecilik yele veya sele karışmış da kurtaran yok gibi…

 Gazetecilik, bilim ve sanat… Görüneni ve arkasındaki gerçek neden, ilişki ve çıkarları göstermek üzere bilgi üreten üç güçlü sistemdir. Bilim, doğa ve toplumun; sanat, insan ve ilişkilerinin; gazetecilik de sosyal ve siyasal yaşantının gizlerini çözen ve en genelde bilgi üreten alanlardır. Bu anlamda “her görünen şey gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı” sözünde adı geçen bilimin yanına sanatı ve gazeteciliği de eklemek olasıdır.

Bu üç üretim de toplumsal karşılığı olan ve toplumsal yaşamın iyileşmesi için verilen çabaların ürünüdür.  Gerçek anlamda bir gazetecilik uğraşıyla üretilen bilgi, üretildiği andan başlayarak toplumsallaşmaya, halkın siyasal tepkileri ve tercihlerini doğrudan etkilemeye başlar. Bilim ve sanat, biraz daha dolaylı ve uzun vadede de olsa, bu tercihleri yetkinleştirip derinleştirme görevini üstlenir. Dolayısıyla her üç bilginin üretimi de varoluşları itibariyle egemenlere ve egemenlik sistemlerine karşıdırlar ve öyle de olmak zorundadırlar. Egemenlerin elinde ve onların hizmetinde kullanıldığı örnekler tabii ki vardır, ancak bu örnekler bile bu üç bilgi üretiminin kendi tarihi açısından bir ihanet olarak algılanır.

Günümüz medyasının büyük kesimi de bu ihanet içerisinde yazık ki. Sermayenin medyası doğal olarak üç maymun oyunuyla sahne alıyor yaşantımızda. Geleceğimizi ilgilendiren konular bir dönem olduğu gibi penguen belgeseliyle perdeleniyor. Halkın görmesinin, duymasının önüne set çekiliyor. Çok merak ediyorum; öznesi ve nesnesi bu ülkenin insanları olan ve hız kesmek nedir bilmeyen olaylar nereye gitti? Nasıl yok hükmüne büründürüldü, büründürülüyor? Sürekli haberlerde işlenen açlığı, işsizliği bir yana bırakalım da gün be gün artan şiddetli baskılar arasındaki kan ve gözyaşının düştüğü Türkiye neden işlenmiyor? Yoksa bu güzel ülkemiz bu dünyada değil de uzayda bilinmeyen bir yerde mi?  Gerçekleri görmezlikten gelmek, gazeteciliğin, haberciliğin hangi ilkesiyle örtüşüyor acaba?

Fethullah’ın darbe girişimini adeta “Allah'ın bir lütfu” olarak görenler, bu girişimin karşılığında bir darbe çıkarıyor sanki. Daha bir olayı konuşur haldeyken bir diğeri çıkıyor ve bir öncekini etkisiz kılıyor. Ve gelinen aşamada “faşizm budur” demeye gerek kalmıyor. Artık faşizm, bu ve bundan önceki süreçleriyle birlikte yoğunlaşıp yurtseverleri, demokratları, devrimcileri siyasal arenadan silme çalışmalarının sürgit adı oluyor. Geriye faşizmin sesi, suskunluğun, örgütsüzlüğün rengi bir ses kalıyor ki o da gerçek habercilikten elini eteğini çekmiş olan merkez akım da denilen sermayenin, iktidarın medyası oluyor.

Tün bu yaşanılanların ardından bir yetkilinin söylediği “Geleceğin Türkiye’sinde sola yer yok” sözü düşüyor usuma. Bu durumda da aslında FETÖ adının verildiği bir ekiple kavga edildiğine bakmamak ve asıl amacı görmek gerekir diye düşünüyorum. Asıl amaç,  gelecekte yer yok dedikleri sol yanı yok edip, toplumu tek yanlı davranmaya, tek yönlü düşünmeye alıştırmak. İçinde yerel basının da olduğu haber merkezleri teker teker değil bir kararname ile listelenerek kapatılıyor. Dolayısıyla hayatın sesleri, renkleri, üstelik fokur fokur kaynayan bir ülke kazanının içindeyken kesiliyor ve kayboluyor. Son olarak da Cumhuriyet Gazetesi’ne de beklenen baskın yapılıyor. 

Gazetecilik mesleğinin karakteri gereği ürettiği bilgi, devletin sorgulanması için kullanılır ve bu bilginin halk lehine sonuçlar üretmesi beklenir. 15 Temmuz’dan bu yana kapatılan yayın kuruluşlarının ardından Cumhuriyet gazetesine karşı başlatılan operasyon, hem zamanlaması hem de mesajları itibariyle kritik bir anlam ifade ediyor. Ülkede Cumhuriyet gazetesinde simgelenmiş laik, sosyal hukuk devletinden yana, aydınlanmacı ve ilerici bir karakter vardır. Bu karakter ise hem onların hem halkın elinden alınmaya çalışılıyor maalesef.

Gazetecilik, yalnızca bilgi üretmekle kalmaz, bu yolla halkın siyasal ve sosyal yaşama katılımını da sağlar. Halk, gazetecilik yoluyla hem temsil edilir hem de devlet ve bürokrasiyle iletişim kurar. Bu iletişim karşılıklı bilgi alışverişi ve isteklerin iletilmesini de sağlar. Bu nedenledir ki gazetecilik, bütün siyaset ve toplumsal varoluş araçları ellerinden alınan halk için yalnızca haber alma hakkının değil, var olma hakkının da kullanıldığı bir alandır. Böylesi bir işlev gören gazetecilik kurumlarına saldırmak, halkın toplumsal yaşama katılımına ve buradaki varlığına saldırmaktır.

Gazetecilik, halkın kendisini ifade ettiği, başka yerlerde de kendisi gibi olanların varlığını öğrendiği, devlet işleyişi hakkında bilgi aldığı ve ona isteklerini ilettiği, özetle sosyal ve siyasal olarak yaşama katıldığı alanlardan biridir. Bu ellerinden alındığında ise varoluşları da tehlike altına girmiş olur ki bu bir ülke için felaket demektir. 

Yazık ki günümüzde ‘basın özgürlüğü’ kavramı ‘basma özgürlüğü’ olarak algılanıyor. Bu durumda da saldırıların alanı bilgi üretiminden haberleşmeye ve oradan da varoluşa kadar genişleyebiliyor. Cumhuriyet’in yıldönümünde yapılan simgesel ataklar, bizlere cumhuriyet için, onu gerçek yerine oturtabilmek adına kurucu bir iradeye sahip olmamız gerektiğini ve bunu hep birlikte omuzlamamızın önemini hatırlatıyor bize… Tabii anlayana…

Arzu KÖK

27 Ekim 2016 Perşembe

Cumhuriyet - Arzu KÖK

CUMHURİYET…

Suriye'de, Kafkaslarda, Trablusgarp'ta, Balkanlarda, Çanakkale'de ve Anadolu'da İstiklal Savaşı’nı planlayan, yöneten ve başaran Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve onun kurduğu cumhuriyetin nimetlerinden yiyip içip keyif çatanlar, şimdilerde Cumhuriyet kutlamalarına, milli bilinç aşılayan antlara, bayramlara karşı çıkmaktalar... Bayram kutlanmasın diye toplu bir araya gelmeler yasaklandı valilikler kararıyla…

 Cumhuriyetin kuruluşundan vefatına kadar geçen sürede, yani gerçek anlamda Cumhurbaşkanlığı yaptığı Cumhuriyetin ilk 15 yılında Mustafa Kemal, cehaletle, ekonomik sefaletle savaşıyor, Türk Ulusunu ayağa kaldırıyor, özgüven ve milli bilinç aşılıyor, varlığının farkına varmasını sağlıyordu. Bir imparatorluğun küllerinden Cumhuriyeti kurduğunda, 619 sene hüküm süren Osmanlı, Anadolu insanını tamamen unutmuştu. Halkı çuhalarla örtünen, onları sefalet içerisinde süründüren ve bundan zerre kadar haberi olmayan Osmanlıyı özleyen cahiller, vicdanlarına başvursunlar derim. Osmanlı 619 yıl boyunca Anadolu'ya tek çivi çakmamış, sadece analar cömert Mehmetçik doğurmuştur. Osmanlı da saltanatının devamı için onları cephelerde kırdırmış, vergi almış, vermeyeni de dipçikle ezmiştir...

Cumhuriyetle birlikte halk kendisine nasıl bir değer verildiğini anlamıştır. Devlet, halkının refahı için uğraşmış, " Yurtta barış, dünyada barış..." demiş, savaş yorgunu halkını yeni savaşlara sokmamıştır Mustafa Kemal Atatürk... Komşu da olsa hiçbir devletin iç işine de karışmamıştır. Kurduğu Cumhuriyet ile mazlum milletlere örnek olmuştur. İstiklal Savaşını başlatırken en büyük mucizesi, Anadolu halkını belli bir amaç etrafında ve aynı şemsiye altında toplayıp birleştirmesi, birlik, bütünlük sağlamasıydı... Örgütlü cehalet ve öncüleri bunu da unutmuş olsalar gerek. Mustafa Kemal Atatürk; hiç bir şekilde ne mezhep, ne ırk, ne aşiret, ne de sınıf ayırımı yapmamıştır. Herkesi eşit tutmuş ve düşmana karşı, vatan için, iffet için direniş başlatmıştır. Asla ayrımcılığa girmemiştir.


Yazıktır ki, son yıllarda ülkemde Cumhuriyetin temel prensiplerinden uzaklaşılmış,  93 yıldan beri ekilegelen cumhuriyet düşmanlığı tohumları ürün vermeye başlamıştır. Artık bu düşmanlar açıktan açığa tüm kinlerini kusmaya başladılar.

Cumhuriyetin temel ilkelerinden biri olan hak ve hukuka saygınlık rafa kaldırıldı; adalet sistemi, siyasi gücün bir kolu haline getirildi ki bu yaşanılabilecek en büyük felaketlerden biridir. Cumhuriyetin kurucu felsefesi, Kemalist inanç ve düşünce sistemi, laiklik, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü darbe üstüne darbe aldı...

Cumhuriyetin temel ilkesi olan dış politikanın ana ekseni "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesi çiğnendi. Yanlış uygulamalar ve ilkel anlayışlı dış politikalar nedeniyle ülkemize çok şey kaybettirildi. Günümüzde tüm çıplaklığıyla yaşıyoruz bunu, tüm komşularımız bize adeta düşman oldu. 

Eğitim sistemimiz içler acısı... Aklın ve mantığın asla kabul edemeyeceği kararlarla sistem felç haline getirildi. 

İsrafın zirve yapmış durumda. Ekonomik sarsıntı içinde olan halkın gözünün içine bakarak onlarca lüks zırhlı araçlar için "çerez parası" diyen bir zihniyetin elindeki ekonomi, devletin borçlarını, cari açığı zirveye çıkarttı.

Hangisinden söz etsem bilemedim doğrusu. Al birini vur diğerine. Hangisinden konu açsam diğeri feryat figan bağırıyor… 

Cumhuriyete ve onun temel ilkelerine, çağdaş toplum olmaya engel zihniyetin öncülerine sorulması gereken şey; Mustafa Kemal Atatürk de dâhil olmak üzere, Cumhuriyetin kurucu kadroları kaç kez "özel uçak" kullanarak, ailesiyle, yüzlerce yandaşıyla yurt dışına çıktı? Hangisi koruma ordusuyla dolaştı?

Cumhuriyet kurulduğu günden beri düşmanları tarafından hırpalanmasına rağmen insani değerlerin üstünlüğü ve ilkeleriyle yoluna devam ediyor. Yerli ve yabancı komploculara, takiyyecilere, vefasız entellere, örgütlü cehalete rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ayaktadır, yaşıyor, yaşamaya da devam edecektir.

93 Yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti, Türk Ulusunun aydınlık geleceğidir. Cumhuriyet Türkiye'nin doğum günüdür. 

Doğum günün kutlu olsun güzel ülkem…


Arzu KÖK

10 Ekim 2016 Pazartesi

Şehitlik Siyaseti - Arzu KÖK

Şehitlik Siyaseti

Bütün günün gürültüsünü bir soru dindirdi. Aylardır televizyon ne zaman açılsa bu kelimeyi duyuyordu küçük kız. “Baba, şehit ne demek?” diye sordu bir anda. Baba kısa bir soluk alıp küçük kızın sorusunu cevaplandıracaktı ki bir an duraksadı. Dünyanın bencilliğini, kirini, merhametsizliğini henüz bilmeyen günahsız kızına ölümü nasıl anlatabilirdi? Üstelik bu normal bir ölüm değil. Bu tek bir kalleş kurşunun, bombanın bir kişiyi değil belki yüzlerce, belki binlerce kişiyi öldürdüğü bir ölümdü. Aklından küçük kızın anlayabileceği bir benzetme yapmak geçti. Ama hangi basit söz böylesine büyük bir cengâverliği anlatmaya yetebilirdi?

 Sonra kaçamak bir bakışla karnında bir Mehmetçik adayı taşıyan anneye döndü. Anne hala sorunun şoku içindeydi. Şehidin ne demek olduğunu nasıl anlatabilirdi? Bir kaç ay evvel apartmanın kedilerinden birinin öldüğünü bile anlatamamışlar, masum bir kaç yalanla olayı ört bas etmişlerdi. Sonra dedesinin anlattığı savaş hatıraları geldi aklına. Aslında o şehidin ne demek olduğunu en yakından bilenlerdendi. Şehit, bir bayrağa rengini, bir millete istiklalini veren babayiğitlerin adıydı. Şehit, Mehmet iken Mehmetçik olanların, dağa kurşunla destan yazanların adıydı. Kendi anladığı ve anlatmak istediği tanım bu idi ama günümüzde şehit kavramı bile o kadar kirletilmişti ki. Adeta hükümetlerin ölümleri mazur göstermek için kullanılan yolun adı olmuştu. Bir olay tepki çekme noktasında ise ölenlerin hepsi şehit, değilse zaten sorun yoktu. 15 Temmuz’da canını verenler, doğuda ülkesi için çarpışırken canını verenlerden önde tutuluyor, her gün onların adı tekrarlanırken diğerleri aynı gün unutuluveriyordu. Şimdi nasıl anlatmalıydı kızına şehitliği? 

Bir kez daha yutkundu adam. Sonra kızına dedesinin anlattıklarını hatırlattı ve “Şehit, inandığı değerler adına toprağa düşen, ölen insanlara denir yavrum” dedi. “Peki baba bu değerler nelerdir?” diye sordu yeniden küçük kız. “Vatan, adalet, yaşama hakkı, özgürlük, bağımsızlık… ve daha pek çok şey olabilir canım kızım. Ama hangisi olursa olsun, gerçekten de inanarak mücadele etmek ön koşuldur.” Akıllı kız hemen sordu: “Ama baba, savaşarak ölene de şehit diyorlar, madende ölene de, apartmandan düşüp ölene de. Bunlar şehitliği yanlış mı anlıyor, yoksa sen mi yanlış anlattın?” Bu soruyu beklemiyordu adam. “Yok kızım ben doğru anlattım sana ama şehitlik payesini insana birileri vermeye çalışırsa böyle oluyor…” O gece sabaha kadar arkası kesilmedi soru ve cevapların. Ve sabaha kadar en az iki şehit haberi daha geldi. Sabaha karşı baba kız ağlayarak, birbirlerine sarıldılar ve uyudular. İşte o gece büyüdü küçük kız.


Türkiye’de şimdi tam bir “fiili sistem değişikliği” yaşanırken tam gaz devreye sokulan bir “şehitlik siyaseti” söz konusu ve bu bana İran’daki “rejim değişikliği” ve “konsolidasyonu” sırasında bilinçli şekilde kullanılan bu çok ürkütücü “şehit kanı politikasını” hatırlatıyor.

Bakanlar “şehit olmak istediklerini” beyan ediyor…

Cumhurbaşkanı şehit cenazelerinde, “Ne mutlu şehit ailelerine!” diyerek konuşuyor.

Birer ikişer uğurlanan cenazelerde AKP’li vekiller ön sırada görünmek için şehit yakınlarını tepeliyor. O kadar ki hız alamayıp bazıları parti teşkilatlarını şehit cenazelerindeki “başarılı organize” için tebrik ediyor. Bu yetmiyormuş gibi asker ve polis cenazelerinde iktidara yükselen tepkiyi durdurmak için şehit cenazelerinde özel timler görev yapar hale geldi.  

Devlet büyükleri konuşuyor: “her bedeli ödemeye hazırız!” Şehit  evlerine bakıyoruz, yıkık dökük, çoğu sıvasız. Bayrak ile kaplanıyor sıvasız duvarlar…  Anlaşılan çoğumuzdan bile kötü durumları, halkın en yoksul kesiminden insanlar. Uzun dönem okumamış, okuyamamış gençler. Çoğu evli ve çocuk sahibi. Çoğu ortalama “Türk insanı”.  Savaşı başlatan onlar değil ama kurban onlar. Daha büyük saraylar ve “itibar” için.

“Şehit”… “Vatan sağ olsun!”… Hep bu cümleyi duyuyoruz medyadan. “Zenginlerin çocukları niye ölmüyor?” diye haykıran insanların çığlıkları yok orada. Medya bu savaşın ortağı, medya bu savaştaki en önemli propaganda aracı. Kendini mevcut duruma göre ayarlayabilmesi bir iki dakika bile sürmüyor, “barışsever” medya bir anda “şahin” medyaya geçebiliyor.

“Şehit”… “şehit” dedikleri senin benim gibi insanlar işte, “nerede çalışacağım?”, “nasıl evleneceğim?”, “çocuğuma nasıl bakacağım?”, “akşam ne yiyeceğim?” diye düşünen insanlar. “Bir evim olur mu?” diye hayal kuranlar. Bağdat Caddesi'inde araba yarışı yapanlar, doğum günü hediyesi olarak yat alanlar, babasının fabrikasına patron olanlar, vekil çocukları değil ölenler….

Savaşı başlatan, finanse eden onlar gerçi ama onlar ölmüyor.

Şehadet yoksullar içindir çünkü. İşsizlik, evsizlik, pahalılık gibi. Bizi bu kadar birleştiren, bu kadar çok şey varken, hâlâ zalime değil de, birbirimize düşmanız ya, hepimize helâl olsun!

Arzu KÖK