28 Ocak 2016 Perşembe

Bülbülü Öldürmek!.. - Arzu Kök

Bülbülü Öldürmek!..

Aslında attığım bu başlık Harper Lee’nin bir romanının ismi. Bu romanın kahramanlarından Attikon oğlu Jem’e şöyle bir öğüt veriyor: “ Arka bahçedeki tenekeleri vurmanızı yeğlerim, ama kuşların peşine de düşeceğinizi biliyorum. İstediğiniz kadar karga vurun ama unutmayın ki bülbülü öldürmek günahtır. Bülbüller yalnızca müzik üretirler. Bizi eğlendirmek için bahçeleri yağmalamazlar. Yalnızca şarkı söylerler hem de yüreklerini paralayana dek.” Çok hoşuma gider bu sözler. Zira bize sanatın ve sanatçının önemini ve onlara zarar vermemek gerektiğini, onların el üstünde tutulması gerektiğini anlatır bize farklı bir örnekle. İşte bu yüzden severim bu sözleri.

 - Ülkenin birinde çocuk ölümü endişe yaratacak bir boyuta ulaşmış. Bu nedenle de doktorlara, bilim insanlarına, siyasilere uygulanmak üzere geniş kapsamlı bir anket oluşturulmuş. Toplanan sonuçlar gıda yetersizliği, yaşam şartlarının bozukluğu, sağlığın korunması konusunda hüküm süren bilgisizlik …vb… şeklindeymiş. Aynı anketin soruları isabetli bir düşünce ile bir de sanatçılara sorulmuş. 

Anket sorularının kaç kişiye ve kimlere sorulduğunun bir önemi yok aslında. Önemli olan sanatçıların verdiği cevaptır. Sanatçılar demişler ki: “Çocuk ölümünün bu seviyeye ulaşması yalnız sefalet, bilgisizlik … vb… değil, aynı zamanda sanatçıların ihmalidir. Eğer sanatçılar anne sütünün önemi, koruyuculuğu, besleyiciliği hakkında eserler üretmiş ve insanlara ulaştırabilmiş olsaydı, çocuklar ölmeyebilirdi.”

Doktorların, o ağır bilim adamlarının, siyasilerin bildikleri, söyledikleri yanında sanatçının da bir konu hakkında düşünceleri, söyleyecekleri olması doğal değil midir? Ama doğal gelmez birçok kişiye. Çünkü sanatçı diyince pek çoğunun aklına duygu ve hayal oyuncuları, renk, çizgi, parlak söz ve uyak uzmanları gelir. İşte bu gerçekleri ters-yüz etme hastalığındandır. Toplum içerisinde toplumun halledilmesi gereken, yanıtlanması beklenen yığınla dertleri, sorunları varken sanatçıyı faydasız, hazırdan yiyen, parazit haline getirmek adına ellerinden geleni yaptılar. Ama işin asıl kötü tarafı bunu o kadar ustaca yaptılar ki, sonunda sanatçıyı da faydasızlığa, hazırdan yiyiciliğe, parazitliğe alıştırdılar.

Ressam resim için resim yaparmış da, bu nedenle ressam denilirmiş onlara!.. Şair, şiiri şiir için yazar, yazdığı şiirde de tıpkı kelimeler gibi insanları, insanların yaşadığı sorunları hammadde olarak kullanır; böylece ne kadar çok göz boyar, kulak aldatırsa o kadar büyük şair olurmuş!.. Tiyatrocu, insanlara komiklik yaparak büyük tiyatrocu olurmuş!.. Müzisyen, ezgiler eşliğinde sadece aşk şarkıları üreterek gelirmiş bir yerlere!.. Yaratılan imaj bu yazık ki ve işin en kötü tarafı bazılarının da buna inanır hale gelmiş olması, halkın sorunlarından, yaşanılanları anlatmaktan uzaklaşması. Ne günlere kaldık ey sanat tanrısı Apollon?  İnsanın avazı çıktığı kadar bağırası geliyor.

Zor günlerden geçiyoruz ülke olarak; gülmekten, nefes almaktan, eğlenmekten hatta birileri ölürken yaşıyor olmaktan utandığımız günlerden. Belki de hepsi önceden kurgulanmış bir oyundur, böyle yaşamamız hep borçlu, suçlu hissetmemiz içindir, kim bilebilir. Bazen inadına daha çok çalışmak, inadına yaşama bağlanmak, inadına günlük hayata devam etmek isterken bazen de dibe çöküp küsmek, kendimizi kapamak istiyoruz çoğumuz. Domuz gribinden ölenler, dayak yiyen, tecavüze uğrayan, öldürülen kadınlar, hayat pahalılığı, işsizlik, şehirlerin orta yerlerinde patlayan bombalarla ölen yüzlerce masum insan, Güneydoğu’da süren adı konmamış iç savaşta evlerinden olan insanlar, ölen onlarca masum, çocuk ve şehit haberleri… 

Albert Camus’un dediği gibi “Eğer dünya açık, aydınlık olsaydı sanat olmazdı.” Bizim ülkemizde ise her an bir dramla karşı karşıya olmamıza rağmen bir de sanata karşı bir tavır takınılıyor. Sanatçı asıl işlevini unutsun diye her şey yapılıyor adeta. Gerçek anlamda halkı aydınlatma, onlara bir anlamda doğruyu, güzeli estetik anlatımla iletme yükümlülüğü olan sanatçılar, dayakla, hapisle, sürgünle, işsiz kalma tehdidi ile bu işlevlerinden uzaklaşmaya başladılar. Oysa ülkemizin kurtuluşu belki de sanata ve sanatçıya verilecek değerde. 

Ulu önder Atatürk bunun önemini en güzel şekliyle görenlerdendir. Yaşadığı dönemde sanatçıyı el üstünde tutmuştur. Hatta Atatürk nutkunu şu sözlerle bitirir:

“Efendiler! Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hattâ reisicumhur olabilirsiniz. Fakat sanatçı olamazsınız! Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kesilmiş demektir.”

Bu sözler üzerine heyecanlanan sanatçılar elini öpmek isteyince de şu muhteşem sözü söyler.

“Sanatçı el öpmez, sanatçının eli öpülür”

Ancak bu sözler bugün bazı sanatçılarımız tarafından unutulmuş görünmektedir. Zira baskılara boyun eğmiş, köşelerine çekilmiş, ya da el etek öper konuma gelmişlerdir. “Biz kalabalığız biz ne dersek o olacak” gibi bir baskı var yaşadığımız günlerde. Sürekli hak, hukuk ve adaletten bahsediyorlar ama hep onlara ulaşıncaya kadar. Nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontuyorlar. Yazıktır ki şu sıralar ülkemizde dünyanın en korkunç şeyi, faşizm örgütlenmiş durumda.  Amaç, tek tipleştirmek, yok saymak, ötekileştirmek… İşte bu nedenledir sanata ve sanatçıya yapılan saldırılar. Zira sanatın hakim olduğu yerde açlık, hastalık, zulüm, acı, savaş olmaz. Bu ise emperyallerin hoşuna gitmez. Sürekli kontrol altında tutmak isterler sanatı, sanatçıyı. Başaramadıkları yerde de olmadık eziyetler bekler sanatçıları. 

Sanata ve sanatçıya baskı uygulanmaya başlanılmışsa o ülkede gericilik kol geziyor demektir ve bir an önce bunun önüne geçilmelidir. Bülbülleri öldürmeyin artık. Bırakın ötsünler özgürce. Çünkü bülbüller yaşadıkça ve ürettikçe güzelleşecek dünya. 

Arzu Kök

13 Ocak 2016 Çarşamba

Aydın Olmak - Arzu Kök

AYDIN OLMAK


 ‘Aydın olmak nedir?’ Aydın, entelektüel,……….v.b. türünde pek çok kavram var. Peki entelektüelin karşılığı aydın mıdır, yoksa ‘aydın’ a ayrı bir anlam mı yüklenmelidir. Hep ‘entel takılıyor’ ya da ‘entellik etme’ sözleriyle insanlara aşağılayıcı bir tavır edasıyla yaklaşıyoruz da ‘aydın’ denildiğinde durup düşünüyoruz. Örneğin hiç kimseye ‘aydın takılıyor’ demiyoruz. Kimdir bu aydın?


 Düşünce ve beyin çabası gösteren, zihinsel bir işle iştigal eden ya da  kafasıyla, fikirleriyle aydınlatma işlevini görev edinen midir? Yaygın tanım ‘aydın düşünce emekçisidir’ der. Peki tanım buysa bunun içerisine çok geniş bir kesim girmez mi? Mesela bilim, felsefe, edebiyat ve sanat yaratıcıları ve de tüm beyaz gömlekliler girer (bürokrat, mühendis, teknisyen, memur). Peki bunlar düşünce üretenler mi, yoksa üretilen düşüncenin yönetici ve yayıcıları mıdırlar? İkincisi demek daha uygun olacaktır. Zira bence aydın; düşüncelerini kendisi üretebildiği gibi, onları insanları aydınlatmak uğruna kullanan ve savaşandır. Tanımı böyle yaparsak ta bahsettiğimiz kesim daralır, küçülür. Bu durumda da aydın, kafası ve düşünceleriyle toplumu değiştirmeye çalışan insan olarak tanımlanacaktır. Yani ‘yenilikçi’ ve ‘aydınlatıcı’..

Barış ve insanlık düşmanı güçlerin sevinç çığlıkları attıkları bir dönemde, insanlığın geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu üstlenen, onurlu, inatçı ve özverili bir insandır aydın. Ancak yaşamla mücadele ederken, bunu güç araçlarıyla değil, tartışarak yapar. Onun silahları; kişisel bilgileri, yetisi ve inançlarıdır. Aydın bütüne ait bir parça olmaya güçlükle razı olur ve bunu yaparken de hevesinden değil, sadece ve sadece zorunluluktan yapar. Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz kendisini de bunlar arasına koyar… Olması gerekendir bu bir bakıma. Zira aydın, olayları ve düşüncelerini açıkça yazabilmek isteyendir, bu yolda mücadele verendir. ’Aydınlatma’ görevi onlara ayrı bir misyon yükler. Bu nedenle de siyasi iktidarların disiplin adı altında düşüncelerine sansür uygulamalarından hoşlanmazlar. Çünkü böyle bir durumda halka ulaşacak olanın, ’aydınlatma’ işlevinden uzak, siyasi iktidarın öğretilerinin dikte edilmesi olacağının bilincindedir. Bu nedenle disipline karşı çıkar, kişisel inançları için bunlara savaş açarlar. Sansüre uymaz, üzerlerindeki misyon gereği düşüncelerini olduğu gibi ifade ederler. Sonuç mu? Hapisler, gözaltılar….. 


Peki bunlardan sonra pes mi etmelidir aydın? Hayırrrr!...... Gerçek aydın, misyonuna duyduğu inançla bunlara boyun eğmemelidir. Ne olursa olsun… Aksi halde misyonunun yüklediği sorumlulukları yerine getirmeyen aydınlara gün gelecek halk cezasını en ağır şekilde verecektir.
         
‘Kah sevecen, kah korkunç maskelerle 
Raksa çıkılan bir karnaval fikir hayatımız
Tanımıyoruz…
Nereden geliyorlar? Bilen yok
Firavunlara benziyorlar
Kalabalığa çehrelerini göstermeyen firavunlara
Ve aydınlarımız…
O meçhul için ehramlara taş taşıyan birer köle

Tarihse hep firavunlardan bahseder
Taşları taşıyanlar onlarmış gibi….’




 ARZU  KÖK

3 Ocak 2016 Pazar

GÜLMEK YAŞAMAKSA!.. - Arzu Kök

GÜLMEK YAŞAMAKSA!.. 

            Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce köyün mezarlığına girdi. Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki sayılara takıldı. Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 gibi birbiriyle hiçbir bağlantısı olmayan sayılar yazıyordu. Uzun uzun düşündü, fakat bu sayıların anlamını bir türlü çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, sordu; “Nedir bu sayıların sırrı Allah aşkına?” dedi. “Bu sayıların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?”

Gülümsedi bilge kişi; “Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız. Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra o düğümleri sayar, düğümün sayısını yazarız mezar taşına.” Bilge kişi karşısındakinin hiçbir şey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü; “Böylece onun ne kadar yaşamış olduğunu anlarız.”


Bu kısa yaşanmış öyküyü duyduğumda bir an durup düşündüm. Acaba böyle bir gelenek bizim yaşadığımız topraklarda olsaydı mezar taşlarına yazılan sayılar ne olurdu diye. Sonra kendim cevapladım soruyu yine. Çünkü bu topraklarda gözlerini dünyaya açanlarının çoğunun kaderi hemen hemen birbirine benzerdi ve çoğu bir kere bile doyasıya gülemeden çekip gidiyordu bu dünyadan.

Yoksulluk, hele de beyin yoksulluğu, acı, zevksizlik, kendi anadilini bile doğru dürüst yazıp çizememek, ezilmek, horlanmak, kandırılmak girdabında gelip geçer ömürlerimiz bu topraklarda. Çoğu güzellikleri yaşayamadan göçüp gideriz.


Milyonlarca insanımız hayatı boyunca bir kitap bile okumadan, farklı bir yaşamı tanımadan teslim ediyor ruhunu. Korkusuzca, içten gelen kahkahaları atamadan veriyor son nefesini. Devletin karşısında tümüyle savunmasız, yarınından endişelidir çoğu insanımız.

Şöyle bir akşam vakti hareketli bir caddede, deniz kenarında, salaş bir meyhanede sevdikleriyle hayatı ve kendilerini konuşmadan konuşamadan göçüp giderler. Yoksulluk bir gölge gibi sürekli takip eder onları, gittikleri her yerde adım adım. Çaresizlik diz boyudur bu topraklarda. Hükümetler de çare olmaz, belki de olmak istemez bu topraklarda.

Beyin yoksulu olarak yaşamak zorunda bırakılan milyonlar, sırtlarını dönerler sanata, sanatçıya. Bir şeyi yaratmanın nasıl bir süreç olduğunu bilmez bizim insanımız. Milyonlarca anne, baba asla anlayamaz çocuğunun neden ressam, edebiyatçı, müzisyen olmak istediğini. Çünkü bu ülkede sanata tükürenler vardır.

Daha çok küçük yaşlarda yalan hayatın bir gerçeği olarak sokulur maalesef çocukların hayatına. Ve hayat yalansız yaşanamaz hale gelirler büyüdükçe çocuklar. Kadın erkeği elinde tutabilmek için hileye, erkek kadını elinde tutabilmek için güce ve paranın kudretine başvurur. Böylece birliktelikler bile adi birer şirkete dönüşür bu ülkede.

Kendisini tanıma zahmetine katlanamayan insanımız, zamanla ustalaşır tanımadığı başkalarının hayatını karartma sanatında. Beyin zenginliği, ruh güzelliği ve kendine güvenin yerini markalar ve para alır bu topraklarda.

Yeteneklerinin geliştirilmesine izin verilmeyen milyonlar, akılları yerine daha çok dürtüleriyle olaylara tavır alıp sayısız dramların kahramanı olup çıkıverirler. Hayatın nasıl yaşanması gerektiği öğretilmediği için, ölüm korkusuyla geçer yaşamları. Bu korku yüzünden de hata üstüne hata yaparlar.

Durum böyle olunca da birkaç akıllıya kalır meydan. Ortamı nasıl kullanabileceğini bilenlere kalır. Ve o insanlar milyonları yoksulluğa mahkum ederler bu topraklarda. Böylece de milyonlar sefalet içinde bir kere bile gülemeden sonlandırırlar yaşamlarını. Yani o köyün bilgesinin deyimiyle hiç yaşamadan ölürler. Yani gülmek yaşamaksa bu ülkede milyonlar yaşamadan ölürler.

ARZU KÖK