27 Aralık 2020 Pazar

Bitmeyen Yıl - Arzu KÖK

                      Bitmeyen Yıl

Her yeni yıl bir öncekine göre çok daha sitem yüklü geçegelmiştir.

Gelecek yeni yıl her ne kadar umut barındırıyor gibi algılansa da yine de geleceğe duyulan merakın etkisiyle yıldız fallarına kaçamak bakışlar atılır çoğu zaman…

Ülkemizde özellikle son yıllarda artan bu yıldız falı merakına biz de katılalım dedim ve sizler için yıldız falına bir göz atalım dedik:

Geçtiğimiz yılları kolektif protein sağanağı altında geçiren siyasilerin yıldız haritasına baktığımızda hücrelerinde, protein takviyesiyle meydana gelen bir güçlenme görülmekte…

Enerji fazlası, serbest dolaşım ve önüne gelene saldırma hakkı verilen polislerin kol ve bacak kaslarına da ekstra kuvvet olarak yansıyacak...

Yıldız enerjisindeki yükselme ve değişmeler; yürüyüşünü, oturup kalkmasını beğenmedikleri, sakal ve bıyıkları örf ve adetlere aykırı olanlar üzerinde bir baskı yaratacak…

Sert gezegen geçişlerinin etkisinden olsa gerek, yükselen muhalif seslere karşı duyulan tahammülsüzlük bu yıl da coplama, gözaltı ve tutuklamalarla sürecek gibi gözüküyor.

Korona hastalığı yüzünden kayıplar devam edecek.

Aşı olmak isteyenler ve olmak istemeyenler arasında kavgalar görünüyor… Herkes aşı olsun diye yeni kanunlar göze çarpıyor…

Akıl tutulmaya, vicdanlar körelmeye, ahlak tükenmeye dönecek yüzünü…

Hukuk yerle bir edilmeyi sürdürecek…

Medyatik çığırtkanlıklar ve karartmalarla gerçeğin avazı kısılmaya devam edilecek…

Kabadayılıklarla diplomatik zarafetin dili yerle bir edilecek…

Tarım arazilerinde binalar yükselmeye devam edecek ve bizler ithal buğdaya, pirince…vb… muhtaç olmaya devam edeceğiz…

Hayvancılık cenneti olan ülkemize dışarıdan et getirtmeyi sürdüreceğiz…

En güzel ormanlarımızı, doğa cenneti olarak isimlendirilecek yerlerimize maden ocakları veya termik santral kurulup yok edilmelerinin önünü açmaya devam edilecek…

Dünya kıtlığın eşiğinde iken biz üretimi kesen, kesilen ülke olarak ne hale geliriz diye yıldızlar net bir şey söylemiyor yazık ki…

Simitle beslenmeye endeksli asgari ücretli yaşam, egemenliğini sürdürecek…

Açlık ve yoksulluk sınırları TV ekranları ve haber sitelerinden halkın inatla gözüne sokularak “Tevekkül Allah” nutukları atılacak. Toplumsal muhalefetin sesini kısmaya odaklanacaklar yine…

Barınma, ulaşım, sağlık ve eğitim haklarında yeni gasplar bekleniyor…

Salgın nedeniyle eve kapanan insanlarda psikolojik sorunlar artacak, boşanma sayısı yükselen bir grafik çizecek gibi görünüyor…

Çatınız her an başınıza yıkılabilir, aile hekiminiz kapsama alanı dışında kalabilir, otobüs güzergâhınız değiştirebilir ve medrese eğitimiyle baş başa kalabilirsiniz…

Yolda yürürken veya işten eve dönerken başınıza bir şey düşebilir ya da bir bombanın kurbanı olabilirsiniz…

Belki içiniz karardı buraya kadar. Ancak yıldız haritasında tek net kalan nokta ise kapitalist düzenin ortak söyleminin süreceğini gösteriyor ve bizlere yine denilecek ki:

“Konuşma!...

Çalış!...

Nefes al ama yaşama!..

Sakın ha itiraz etme bir şeye!...”

 Yıldız haritası bunları söylerken diyorlar ki bize, yeni bir yıla girecekmişiz. Yalan… Vallahi de billahi de yalan… Yıllardır bitmeyen bir yıl yaşamaktayız zaten biz. Bu gidişle daha uzun süre de bitmeyecek bir yıl… Hatta diyorlar ki Türkiye’nin sonu da…

Ahmet Erhan’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandığı derlemesindeki şu mısralar unutulur gibi değil:

“Ülkemin üzerindeki bu alacakaranlık

Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer

Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün

Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de

Oyun olsun diye boş, anlamsız…”

Şimdi beyhude geçen bir yılın “bitmeyen kakafoni”si sürerken ufuklar öyle daralmış ve içler öylesine kararmış ki, “saf ve belki de oyun olsun diye boş, anlamsız şiirler”in değil, coşku dolu, anlamlı marşların özlemi dağlıyorken ciğerleri, yıl bitmiş sayılır mı? Hayat çok kötü gidiyorsa yeni bir yıla girilebilir mi?

Yine de direnç yıldızınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Her şeye rağmen mutlu bir yıl dilerim… 

Esen kalın…

Arzu KÖK

 

15 Aralık 2020 Salı

The Truman Show - Arzu KÖK

 The Truman Show

2020 yılı yaşanan olaylardan çok söylenenlere odakladı pek çok insanı. Öyle şeyler söyleniyordu ki herkeste acaba soruları uyandırdı. Korana ilk başladığı dönemlerde bunun biyolojik bir silah olduğu söylendi önce. Bu biyolojik savaşın tüm dünyada olmasını ise dünyada hâkim olan güçlerin nüfusu azaltma ve yeni bir dünya düzeni oluşturmak adına gerekli boşluk ve süreyi vermesi olarak açıkladılar.

İnsanlık hastalıkla boğuşurken her gün binlerce can toprak olurken birileri planlarını gerçeklemek adına son detayları halletmeye çalışıyorlardı. Bu süreçte Bill Gates firmasını bırakıp birden sağlık sektörüne, özellikle aşı çalışmalarına döndü. Güney Afrikalı mucit ve girişimci Elon Musk, dünya yörüngesine 42 bin uydu yerleştirerek, okyanuslar da dahil yeryüzünün en ulaşılamayacak bölgelerine, mevcut internet hızından neredeyse iki kat hızlı, kablosuz devasa bir internet ağını kurmak için kolları sıvadı. “Tam da bu süreçte neden?” soruları soruldu sürekli.

Şimdi de sağlıklı bir aşının ortaya çıkması için gerekli olduğu söylenen minimum dört yıllık süre yok sayıldı. Nasılsa bir yılda bir değil 4-5 farklı aşı çıktı ortaya. Hepsinin de ne kadar etkili olduğu haberleri yapıldı. Ancak bu aşılar hakkında öyle şeyler söylenmeye başladı ki kimse aşı olmak istemiyor hale geldi. Zira söylenen şeyler nedeniyle korku sardı ruhlarını insanların. Ne mi söyleniyor? Özellikle mRNA kullanılarak yapılan aşılarda Lüsiferaz enzimi(gen yüklü kuantum noktaları) ile Hidrojel isimli biyoelektrik aracısı jel kullanıldığı söyleniyor. Bu kullanılan maddeler sayesinde ise tıpkı akıllı telefonlar içindeki tüm bilgiler alınıp kopyanabiliniyor, değişiklik yapılabiliniyorsa bu insan üzerinde de yapılır hale gelecek deniliyor. Elon Musk’ın da bu uyduları bu nedenle uzaya fırlattığı ve artık tek merkezden insanların kontrol edilebilir hale getirileceği söyleniyor. Yani artık özel hayat diye bir şey kalmayacak. Her şeyiniz kontrol altında tutulacak, süreli izleniyor olacaksınız deniliyor.

Açıkçası tüm bunları duyunca aklıma eski bir Peter Weir imzalı The Truman Show isimli film geldi. 1998 yılında Andrew Niccol’un yazdığı filmde Jim Carrey, Truman adlı karakteri canlandırmaktadır. Truman’ın yaşadığı Seaheaven adlı yer, aslında devasa bir settir ve orada yaşayan herkes set oyuncusudur. Buna annesi, babası, eşi ve en iyi arkadaşı da dahil. Her şeyin bir oyun olduğunu bilmeyen tek kişiyse Truman’dır. Truman daha dünyaya gelmeden bir televizyon şirketi tarafından evlat edinerek, doğduğu andan itibaren tüm hayatı kesintisiz olarak yayınlanmaktadır. Yalnız olduğunu düşündüğü anlarda bile dünyada milyonlarca insan tarafından izlenmektedir. En özel anları da dahil! Truman’nın adadan ayrılmaması için bilinçaltına bazı korkular yerleştirilmiştir. Örneğin bulunduğu adadan deniz yoluyla kaçmaması için, babasının denizde boğulma sahnesi gerçekleştirilmiştir. Uçağa binme fikrine sıcak bakmaması için de yukarıdaki gibi ayrıntılar eklenmiştir. Bu korkular sayesinde de sete mahkûm bırakılmıştır. Ancak set, herkesin mutlu olduğu, kimsenin memnuniyetsizlik yaşamadığı ideal bir yaşam olarak tasarlanmıştır. Bir ütopyadır aslında.

Truman’ın hayatı boyunca gökyüzü sandığı şey, gökyüzüne benzer şekilde tasarlanmış bir tavan. Düşen lambanın üzerinde “Sirius 9 Canis Major” yazıyor, bu lamba sette, gökyüzünün en parlak yıldızı olan Sirius’un ışığını veren lamba. Sirius lambasının düşüşü, Truman’ın sahte gerçekliğini kıran olayların ilki. Arkası geliyor sonra ve soru işaretleri çoğalıyor. Truman hayatının sahte olduğunu fark ettiğinde gerçekleri bulmak için denize açılıyor; enginlik, sonsuzluk ve özgürlükle tanımladığımız deniz. Denizin sonuna vardığındaysa onu gerçeğe götürecek olanın deniz değil, küçük karanlık bir kapı olduğunu görüyor. O kapı onu gerçekliğe götürüyor.

Truman’ın gerçekliğindeki son ve geri dönülmez kırılma, yelkenliyle kaçmaya çalışırken yelkenlinin çarptığı duvar kağıdını yırtması oluyor. Bu sınır bizim gerçekliğimizin bir metaforu rolünü oynuyor aslında. Bize sunulan gerçekliğin sınırlarına vardığımızda, o küçük karanlık kapıdan dışarıya çıkıp bilinmeyenlerle dolu ama sahici bir gerçekliğe adım atma cesaretini gösterebiliyor muyuz? Yoksa kendimizi inandığımız sahte bir dünyaya mı hapsediyoruz?

The Truman Show, dünyamızın gerçekliğini sorgularken, içinde yaşadığımız sistemleri de eleştirmek için bir araç görevi görüyor. Sistemler, insanlar onlara inandıkça var olur. Paranın değeri herkesçe kabul edildiği için parayı hizmet ve ürünler satın almak için kullanabiliyoruz. Sistemler ve güç ilişkileri, bize doğanın kuralları kadar normal ve kendi kendine var olan kurallarmış gibi görünerek devamlılık sağlarlar. Siyasi sistemlerin meşruiyeti, toplumun her bir üyesinin yöneticilere sağladığı rızaya dayanır. Bireyler bu sistemleri eleştirme cesareti buldukça hem ülkelerin özelinde hem de dünyanın genelinde bu sistemlerin yeterliliğini sorgulayan krizler meydana geliyor: Ekonomik krizler, radikal milliyetçi çatışmalar ve yönetimlere karşı çıkan isyanlar gibi. İnanmak isteyen insan, güvendiği düzeninin devamını sağlamak için inanır; sistemlerin devamının körü körüne bir bağlılıkla sağlanması, Truman’ın ona kurulan dünyada hiç sorgulamadan yaşamasına benziyor. Toplumun bireyleri eski sistemlere inanmayı bırakıp sorgulama cesareti gösterdiği zaman, Truman’ın denizin sonunda bulduğu karanlık küçük kapı gibi belirsizliğe açılan bir çıkış bulmak mümkün: karanlık ve belirsiz ama özgürlüğe açılan bir kapı. Ama o kapıdan girmeye birçoğumuzun cesareti yok.

Peki ya bizler Baudrillard’ın dediği gibi gerçekliğimizi gerçekten yitirdiysek ve tüm bu yaşananları söylenenler bu yitirişin sonucu mu? Yoksa gerçekten de bizler bir simülasyon içerisinde birilerinin bizi izlediği bir showun parçası mıyız? Ya da o  yeni bir show mu yaratılmaya çalışılıyor? Dünya gerçek mi? Biz yaşıyor muyuz?...

Sizlerin de kafasını karıştırdım sanırım. Filmde Truman gerçekliğe olan yolculuğunu bitirirken veda ettiği gibi veda ettiği gibi söyleyeyim ben de: ''Günaydın! Olur ya belki sizi göremem; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!''

Arzu KÖK

3 Aralık 2020 Perşembe

Akılla İnananlara... - Arzu KÖK

                                             Akılla İnananlara...

Hani bir fıkra vardır:

Avcılar, Temel önderliğinde ormanda ilerliyormuş. Karşılarına küçük bir delik çıkmış. Temel: “Yatın, tavşan deliği” demiş. Yatmışlar. Delikten tavşan çıkmış. Avlayıp yola devam etmişler.

Yolda bakmışlar, daha büyük bir delik… Temel: “Yatın, tilki deliği” demiş. Yatmışlar. Tilki çıkmış, vurmuşlar. Yola devam etmişler.

Sonra delik büyümüş. Bu büyük deliği gören Temel: “Yatın ayı ini” diye bağırmış. Ayıyı da avlamışlar. Avcılar Temel’in her şeyi bilmesinin rahatlığıyla keyiflenmiş…

Bir süre sonra kocaman bir delik çıkmış karşılarına… Temel’e bakmışlar. Temel: “Uşaklar” demiş,” …ne çikacağunu bilmeyrum. Siz yatın, ne çıkarsa bahtinuza!”

Ertesi gün gazetelerde şu haber görülür: “Dört avcı, tren altında kaldı.”

Şimdi bu fıkrayı niye anlattığımı merak ediyorsunuz. Açıkçası ben bu fıkrayı günümüzde ülkemize benzettim. Kapkaranlık bir deliğe doğru gidiyor gibiyiz. Sonucu kim belirleyecek belli değil. İsyanım, feryadım ülkem için… Sonucu sistem mi yoksa millet mi belirleyecek bilemiyorum ama umarım sonumuz o avcılar gibi olmaz.

Felaketten kurtuluş; Emperyal güçlere hesap sormadan önce, Türkiye'nin önünü tıkayan cumhuriyetin temel ilkeleriyle, laiklikle ve M. K. Atatürk'le kavgalı, derdi olan zihniyetten kurtulması ile olası görünüyor. Ancak bu durumda herkes kazançlı çıkabilir; üretenler ve tüketenler birlikte güç kazanabilir... Halkın ayağa kalkması, uyanması ve kurtuluşu ancak böyle olur...

Örgütlü cehaletin karşısına milli güçlerin derhal birleşip, ülkeyi bu örgütlü cehaletin hegemonyasından kurtarması şarttır... Tercih, Türkiye ve Türk Milleti olacaksa, yol budur... Bu gerçeği düşündüğümüzde, hedef ve amaç bellidir: Türk Milletinin geleceği için, varlığı ve huzuru için tüm milli güçlerin dayanışma içinde olması gerekiyor.

Türkiye'yi yaratanlar kendini "Türk" sayan, hisseden, kültür milliyetçisi Türklerdir. Bu söylem kan ırkçılığı asla değildir, doğru anlaşılmalıdır... Çünkü Türkiye'yi yaratanlar, kendini Türk kabul eden herkestir. Bunlar da Türkiye Türkleridir... Türkiye'yi yine bu bataklıktan çıkaracak olan da bunlardır. Bölücülük yapmayan, iyi niyetli, vatana, bayrağa, devlete bağlı her vatandaşın elinden tutanlar olacaktır ülkeyi bu bataklıktan çıkaracaklar... Başka çare ve seçenek yoktur. Aksi halde herkes yok olur... Gücü kendinde olan bir paradigma... Bilinmelidir ki; Türkiye olmadan ne Ortadoğu'ya, ne de dünyaya huzur gelir...

'Türkleri dışlarsanız yazılacak dünya tarihi olmaz' ifadesi bir gerçeği dile getirir. Hal böyle iken Türkiye, anlamsız projeler için neden piyon edilir anlamıyorum. Eğer Türkiye'nin ve Türk'ün yerini yanlış seçerseniz yanlış sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. Tarihin merkezinde Türk vardır, bundan böyle de olmak zorundadır. Geçici hevesler birer sabun köpüğü olmaya mahkûmdur...

Ön Türk'lerle Anadolu vatan olmuştur; bunun tarihi başlangıç, "evvel ve ezel" zaman tünelidir... Türk'e düşman olanlara bunun hatırlatılması şarttır... Ortadoğu coğrafyasında yapılmak istenen sınır değişikliklerine izin vermek demek, Türkiye'nin dünya haritasından kalkması demektir.

Bu topraklar binlerce yıl boyunca yani antik çağdan, belki arkaik zamanlardan beri birilerinin işgal alanı, birilerinin site devletler yeri olmuş olabilir. Çeşitli güçler bu topraklarda hüküm sürmüş de olabilir; ama bu topraklar tarihte ilk defa Türklerin vatanı oldu; vatanın sınırları kanla çizildi...

Gelişmeler hepimizi endişeye sevk etmiş olabilir, hayallerimizi törpüleyebilir. Peki, yok mu olacağız? Asla! Ayrışarak mı temizleneceğiz? Hayır! Milli uyanışla şahlanılacaktır... Yani; Kimin hain, kimin it, kimin kiralık uşak, kimin de vatansever, milliyetsever, bayrak sever olduğunu hep birlikte göreceğiz.

Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında kapılarda beklemedi, harekete geçmek için kimseden izin almadı. Köy Enstitüsü programlarını bol faizli krediler alıp borçlanarak yapmadı. Onlarca fabrikayı da öyle. Tarım ve hayvancılığı destekledi, köylülerini baş tacı ederek ülkeyi huzur ve refaha kavuşturdu. Yıkık, virane bir ülkeden tüm dünyanın imrenerek baktığı bir cumhuriyet kurmayı bildi bu millet. Bugün neden yapılamasın?

Milli bilinç bu anlamda açık tutulmalıdır. Bu millet eğer yeniden Mustafa Kemal Atatürk'te sezdiği samimiyeti sezer ise bu vatan için her şeyini yeniden feda etmekten çekinmez. Bu milletin dış güçlere ve onların parasına ihtiyacı yoktur. 

Üzülerek söylemek gerekir ki yanlışların acı sonu belli... Günümüz muhterislerine, kin yumağı, lafazanlarına bir uyarı olmalıdır bu satırlar! Zira biz acı sonu yaşamak istemiyoruz, ülkemizi seviyoruz…

                                                                           Arzu KÖK