28 Şubat 2017 Salı

Kültür-Sanat - Arzu KÖK

Kültür-Sanat!...

“Bir ülkede akıl ve sanattan çok maddi servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşaltılmıştır” der Prusya hükümdarı II. Friedrich. Şimdilerde bizim ülkemizde de maddi servet, sanattan ve kültürden önce gelir oldu. İster istemez düşünüyor insan; bizim ülkemizde bunun sebebi keseleri doldurmak mıdır, kafaları boşaltmak mıdır, yoksa her ikisi birden midir? 

Yıllardır kütüphane, opera, tiyatro, sinema sahneleri satılır, kapatılır, yıkılır. Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçeden en düşük pay alan bakanlıktır bilir misiniz? Peki tiyatrolarda, operalarda, müzelerde, orkestralarda bilet satışından elde edilen gelirin direkt hazineye aktarıldığını biliyor musunuz? Bunlar yapılırken de oyuncuların ve set işçilerinin taşeron işçi statüsünde çalıştırılması söz konusudur ki tüm bunlar keseleri doldurmak adına yapılanlardır. Ancak işin en tehlikeli kısmı, bunun yanında kafaları boşaltma çabalarıdır. 

Çıplak kadın heykeli gördüklerinde(ki onların gözüne çarpan şey eserdeki sanatsallık değil, çıplaklıktır) ‘’Ben böyle sanatın içine tükürürüm’’ derler. Aradan yıllar geçer, İzmir’deki ‘’Müzisyen’’ isimli ahşap heykeli müstehcen bulduklarından birileri parçalar. Kimi heykellere “Ucube” denilir ve yıktırılır. Kadın ve erkeğin yan yana, koro şeklinde çok sesli bir ilahi okunmaları günah sayılır. Filmlere sansür uygulanır, etkinlikleri iptal ettirilir, konserler engellenmeye çalışılır. Beğenmedikleri sanatçıların konserlerine ellerinde satırla, tekbir getirerek saldırır birileri, sanatçılar hedef tahtasına oturtulur, ellerinde benzinle yakmaya koyulur birileri. Bunlar yetmezmiş gibi  açığa almalar, ihraçlar…vb ile kafalar boşaltılmak istenir.

Nazilere yakın bir koyu milliyetçi oyun yazarı olan Hanns Johst’a ait, Johst’un Schlageter adlı oyununda geçen bir söz geliyor akıllara: “Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Schlageter, oyunun birinci perdesinde eder bu sözü ve bu söz, Hitler’in en yakınındaki iki isme,  Goebbels’e veya Göring’e atfedilir. Bu söz, yüzeysel yorumuyla, Nazilerin kültür düşmanlığının ikrarı olarak kabul edilegelmiştir. Ancak bu söz, sadece Nazizmin değil, milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin, kültürü bir millî hayat-memat meselesi sayan zihniyet dünyasının da ifadesi olmuştur aynı zamanda. Yabancı, zararlı sayılan kültür, nahoş, uygunsuz, mahzurlu filan değil, düpedüz düşmandır. Bu sebepten, zapturapt altında tutulmalı, zor kullanmaktan sakınmadan müdahale edilmelidir kültüre. Öyle de yapıldı o dönem. Örnek alanlar da devam etti yıllardır bu yönteme, ülkemizde olduğu gibi.

Sanat ve kültür özü gereği, insanları kaynaştırıcı özelliğe sahiptir. Müzik her yerdedir, örneğin; halk ayaklanmalarında, din ve inanç törenlerinde ya da savaşlarda müziğin birleştirici etkisi her zaman hissedilegelmiştir. Diğer sanat dalları için de geçerlidir bu ve özü gereği de muhaliftir sanat. Yaşar Kemal’in de dediği gibi ‘’Sanat, gerçek sanat; zulmün, şiddetin, tüketici oburluğun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. Çünkü bana göre ne olursa olsun her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır.’’ 


Zeybekler bir başkaldırının öyküsü değil midir? Sanat birleştirir, kaynaştırır ve başkaldırır. Bunu bildikleri içindir ki sanatı engellemek için fitne ile taarruza geçer aydınlanmayı istemeyenler. Yaklaşık son 7 aydır, yani OHAL sürecinde, FETÖ operasyonu adı altında birçok kişiye ve sanatçıya karşı başlayan açığa almalar, ihraçlar resmen bir cadı avına dönüştü. Cumhurbaşkanı bir konuşmasında ‘’Siyasetçilerin attıkları her adım, ağızlardan çıkan her söz yakından takip edilir. Halbuki sanatçıların ve sporcuların toplumu etkileme gücü, siyasetçilerden daha az değildir’’ derken hissettiği bir tehlike mi vardı dersiniz? Belki de bu yüzdendir; toplumda sanatçı, sporcu olarak bilinen bazı isimlerin sıkça saraya davet edilmeleri.  Belki de bu yüzdendir Devlet Tiyatroları Genel Müdür Vekili’nin  ‘’Devlet Tiyatrolarında yalnızca yerli oyunların sergileneceği’’ yönündeki sınırlamasının ardındaki gerçek. 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda bir telefonla başlayan açığa almaların gerekçesi ‘’Performans eksikliği’’  olarak gösterildi. Açığa alınanlara bakıyorsunuz Türk tiyatrosunun önde gelen isimleri ki kim karar vermiş, hangi kritere göre karar vermiş, belli değil.  Daha sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda 31 kişi işten çıkarıldı. Gerekçesi; ‘’Eğitim durumlarının uygun olmaması’’. Peki yıllardır çalışan bu insanların eğitim durumlarındaki eksiklik yeni mi fark edilmiş, yoksa sebep çok mu farklı? Görevden almaların acıları daha kapanmamışken bu sefer de bu tiyatrocuların öğretmenleri, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden 6 akademisyen ihraç edildi ve bölüm fiili olarak işlevini yitirdi. 

Daha sonra da iş müziğe gelmiş olacak ki, orkestra Şefi İbrahim Yazıcı ve Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası sanatçısı Filiz Özsoy ihraç edildi. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı akademisyenlerinden piyanist Dengin Ceyhan 8 gün gözaltında tutulduktan sonra tahliye edildi. Gerekçeler ise çoğunlukla sosyal medya üzerindeki paylaşımları...vb. 


Görünen odur ki kültür ve sanata yöneltilen silah net olarak belli. Onlar gibi düşünmeyen, onların yanında saf tutmayan bütün sanatçılar bir şekilde ekmeğinden edilmeye çalışılıyor. Ne yazıktır ki bu gidişat devam edecek gibi de görünüyor. Böyle giderse işçi ya da memur alımlarını sadece bir kişi belirleyecek. Bir kişinin istediği müzik tarzı çalınacak, bir kişinin istediği oyun oynanacak, bir kişinin istediği heykel yapılacak, bir kişinin istediği filmler gösterilecek, bir kişinin istediği resimler sergilenecek ya da bir kişinin istediği dans türü oynanacak. Sanatçılar kutlu doğum haftalarına etkinlik yapmaya zorlanacak. Klasik müzik, opera, bale unutturulacak büyük olasılıkla. 

Unutulmamalıdır ki ‘’Sanat çok değerlidir’’ ve ‘’Sanat, içinde geleceği barındıran önemli bir silahtır’’. İşte bu nedenledir ki, sanatçılara büyük iş düşmektedir. Önümüzdeki süreçte tüm sanatçılar, özgünlüklerini, yaratıcılıklarını ortaya koymalı, üretmelidirler. Üretirken de gülmeli, eğlenmeli, halkı sanatla aydınlatarak korku salmalıdırlar birilerine. Zira sanatın gücü çok çok büyüktür. Kültürel hegemonyanın karşısına yine kültürle, sanatla çıkılmalıdır ki mücadele başarıya ulaşsın. Tüm sanatçılar birleşip, HAYIR demeli, HAYIR çalmalı, HAYIR oynamalı, HAYIR çizmeli, HAYIR sergilemelidir. Çünkü, aslında “Sanat, HAYIR içindir.”

Yoksa birileri çıkıp “Kültür lafı duyduğumda…” diyecek…

Arzu KÖK

14 Şubat 2017 Salı

Anlayacak mısınız?...- Arzu KÖK

Anlayacak mısınız?...

“’Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, bugünkü adı Arap Şükrü   olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

 “Her kula helal, Müslüman’a haram!...”

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye…

Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş. “Bu nasıl fitnedir, dini İslam, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!... Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?...” diye çıkışmışlar adama. Adam:

“Müsaade buyurun, sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe kadı kızmış:

“Ne delili, ne ispatı?... Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:

“Nedir gerekçen?...” diye sormuş. Adam:

“Bir tek Sultan’a derim…” diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş… Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:

“De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helal, Müslüman’a haram yazarsın?..” Adam, başı önünde konuşur:

“Delilim vardır, lakin ispat ister.”

“Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?...”

“O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”

“Eeee?!...”-

“Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rasgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak…” Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “ne oluyor, bu ne zulüm?... Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim…” çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş… Bir hafta dolunca, adam:

“Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler

“Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar… din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine… Sultan:

“Bitti mi?...” demiş adama.

“Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.


“Şimdi nedir isteğin?...”

“Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, alimini alınız minberinden…” Adamın dediğini yapmışlar, Ulucami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler…Ve . Bir ALLAH’ın kulu çıkıp da, “ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelam etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış… Geçmiş bir hafta, “Nerde imam” diye gelen-giden yok!. Halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta tutuklanan hoca alim için:


“Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

“Kim bilir ne suç etti de tevkif edildi!...”


“Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

“Sorma, sorma…”


Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

“Eee, ne olacak şimdi?... Adam:

“Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan.” “Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:


“Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helal edilir mi?...”

Sultan acı acı tebessüm etmiş:

“Hava bile haram, hava bile!...” demiş…”’


“Bir elime güneşi bir elime ayı verseniz de doğru bildiğimi söylemekten vazgeçmem” diyen bir peygamberin ümmeti olduğunu iddia edenler bugün doğru bildiklerini yüksek sesle söyleyenleri ya işten atıyor, attırıyor ya da direkt hapse tıkıyor. Diğerleri öyküdeki gibi ya sessiz ya da işten atılanların, hapse tıkılanların arkalarından konuşuyor. İlk emri “Oku” diyen bir dinin mensubu olduğunu söyleyip, bilimi ve bilim insanlarını sırf görüşlerini bilimin aydınlığında dile getiriyorlar diye görevden alıyor. Diğer akademisyenler dahil, tüm toplum sessiz… 

Bugünlere mağdur edebiyatı yaparak gelenler, artık mağdur ettikçe mutlu oluyor. Muhalifler susturulunca her şeyin yerli yerine oturacağını sanıyorlar, yanılıyorlar. 

Ne demişti Aliya İzzetbegoviç: “Zalim olmak ile mağdur olmak arasında bir tercihe zorlansaydık kuşkusuz mağdur olmayı tercih ederdik.” Siz zalim olmayı seçmiş olabilirsiniz ama işten atılan akademisyenler, gazeteciler, spikerler ve bizler gibi gidişata itiraz edenler de mağdur olmayı.

Siz karakterinize, ahlakınıza, vicdanınıza yani kendinize yakışanı yaptınız. Bizler de kendimize yakışanı yapıyor ve yapacağız. Siz zalimliği seçtiyseniz, bunu da büyük bir gururla her ortamda sergilemekten geri durmuyorsanız bize ne demek düşer ki? Karar sizindir. Bizler de her zamanki dik duruşla buralarda olacağız.

“İnsanın karakteri, ahlakı neye müsaade ediyorsa öyle yaşar” derler. Bu nedenledir ki kaderimizi karakterimiz belirler. İşte tam da bu nedenle kaderimizden kaçamayız. 

Anlıyor musunuz?

 “Bir elime güneşi bir elime ayı verseniz de doğru bildiğimi söylemekten vazgeçmem” diyen bir peygambere sahip olduğumuz için, siz her ne kadar tersini yapmaya devam etseniz de, bizler sonuna kadar haykıracağız doğru bildiğimizi, haksızlıklara karşı duracak ve ‘HAYIR’ diyeceğiz…

Anlayacak mısınız?

Arzu KÖK

6 Şubat 2017 Pazartesi

1984 ve Günümüz - Arzu KÖK

1984 ve Günümüz

"Geleceğin nasıl olacağını bilmek istiyorsan, bir insanın yüzünü aralıksız çiğneyen bir çizme düşle... Ve her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır." Orwell 1984

Günümüzde en çok satan ve okunan kitaplar listesine baktığımızda George Orwell’ın ünlü eseri ”1984”ü görür olduk. George Orwell‘in korkunç baskı ve zulme dayalı bir devleti hayal ederek yazdığı ”1984” ile günümüz dünyası  arasında ne gibi bir benzerlik kuruluyor ki bu kadar satılıyor acaba? 

 George Orwell, bu eserini 1948 yılında ölüm döşeğinde, korkunç bir totaliter rejimi hayal ederek ve o yıllardaki iki örneğe; yani Stalin’in Sovyetler Birliği’ne ve Hitler’in SS Devleti’ne bakarak yazmış. Kitaba öncelikle  ”Avrupa’daki Son Adam” ismini vermek istemiş, daha sonra, bir yıl isminin daha çok yakışacağı konusunda karar kılmış. Önce 1980 veya 1982′yi düşünmüş ancak en sonunda 1984′ de karar kılmış. Yani eserini bitirdiği 1948 yılının son iki rakamının yerleri değiştirilmiş sadece. ”1984” ün yayınlanmasından 7 ay sonra Orwell hayata gözlerini yumar. Ancak ”1984” dünyanın 62 diline çevirilmiş. Yalnız Amerika baskısı 10 milyon olmuştur o yıllarda.

Eserin konusu; 1984 yılında Londra’da geçiyordu. Okyanusya isimli büyük devletin bu şehrinde ”Parti” ve onun başındaki ”Büyük Birader” bütün gücü ellerinde tutuyordu. Her yerde ”Büyük Birader Seni Gözetliyor” yazılı afişler asılıydı. ”Düşünce polisinin ” her yerde gizli ajanı vardı. Telefonlar dinleniyor, insanlar en mahrem yerlerde bile tele-göz kameralarla izleniyordu. Partinin amacı, insanî en özel duyguları bile yok etmekti. Adalet, özgürlük, gerçek, bilgi, duygu, hayal, ülkü gibi kavramların tam karşıtı benimsetilmeye çalışılıyordu. Partinin sloganları: 

” Savaş barıştır. 
          Özgürlük tutsaklıktır. 
                       Bilgisizlik güçtür” şeklinde idi ve kitapta defalarca tekrarlanıyordu.

Bu baskıcı, zulme dayalı dünyada tarihe hiç bir iz bırakılmıyordu. Korkunç bir propaganda makinası ile insanının hafızası hep yeniden programlanıyordu. Tarih,”Gerçek Bakanlığı"nda değiştirilerek yazılıyordu. Günlük belgeler yok ediliyordu. Farklı düşünceye hayat hakkı yoktu. Bu nedenle en ağır suç, düşünce suçu idi. Romanın kahramanı küçük memur Winston Smith, Gerçek Bakanlığı’nda tarihin  değiştirilmesinde çalışıyordu. O dışarıya karşı sadık bir partili gibi görünmekle birlikte, aslında düşünce polisinin takibinden ve ”Büyük Birader"in oyuncağı olmaktan kaçıyordu. Buna rağmen Smith, tutuklandı, işkence gördü ve aşağılandı. Bütün parti karşıtları gibi, bilincini temizlemesi istendi. Birey olarak kendi varlık bilinci kalmayınca, serbest bırakıldı. Sonunda, ”Kendini yendi. O, Büyük Birader’i seviyor” dendi.

Kısaca; ”1984”, hayali bir ülkede, baskıcı ve zulme dayalı bir devletin bireyi çeşitli uygulamalarla nasıl izleyip, ezdiğini, aşağıladığını ve toplumun nasıl bir korku devleti haline getirildiğini anlatmaktadır.

ABD gazetesi Washington Times’ta yayınlanan Luke Montgomery imzalı, “Büyük Birader, Türkiye’yi yine ziyaret ediyor” başlıklı makalede, “Eğer bir insan hakkı aktivistiyseniz zaman her zaman 1984’tür.” diyordu. Montgomery ekliyordu daha sonra: “Orwell’in kâbus gibi hükümetlerin kontrol vizyonu yılda yüzlerce defa gerçeğe dönüşüyor. İşte bu Türkiye’de ortaya çıktı ve gideceğe benzemiyor” görüşünü dile getiriyor ve “Devlet yetkililerine hakaret edilebilir mi? Bu bir suç mudur?” diye soruyordu.

Çok hızlı gelişen askeri ve güvenlik teknolojileri, propaganda taktikleri ve özellikle medyanın etkisiyle artık hepimiz “Devlet tarafından sürekli gözlenen, medya tarafından fikirleri belirlenen ve savaş ile terör korkusu ile güdülen” bireyler haline gelmedik mi? Şimdi kitaptaki bazı detayları ortaya koyup benzerlik var mı yok mu kararını sizlere bırakmak istiyorum.

‘Big Brother’ yani ‘Büyük Birader’. Bu kişinin gözü sürekli üzerinizdedir. Kafanızı çevirdiğiniz her yerde o vardır. (1984’deki tele ekranlarda, 2015’deki televizyonlarda) Kimse o’na karşı olamaz. O’na karşı olanlar cezalandırılır. O’nu sevmeyenler cezalandırılır. O ne derse o’dur, öyle ya da böyle o olur. İnsanlar iki kere iki dört bile diyemezler, o ve onun söylemlerini benimsemiş kimseler iki kere iki ‘beş’ diyorsa, beştir. Dört diyemezsin. Dersen sonuçlarına katlanırsın. ‘Büyük Birader’in Yeni Türkiye’de yansıması var mı? Karar sizin.

Bunların yanında 1984’te görülen ‘korku ile sindirme’ politikalarının ülkemizdeki yansımalarını herkes gözlemliyordur sanıyorum. Türkiye her geçen gün bir korku ütopyasına dönüşmektedir. 

1984’deki ‘çift düşün’ furyası, günümüz Yeni Türkiye’sindeki ‘az düşün’ furyasının bir yansıması olarak görülmektedir. Ve bu furyanın yerleşmesi için adeta bir özel çaba söz konusudur.

Kitabı okuyan herkeste ortak bir kanaat oluşmakta ve ister istemez bir “HAYIR” çıkmaktadır ağızlardan. “1984” bir distopya olarak kalmalı ve gerçekleşmemelidir asla. Buna izin verildiği takdirde geri dönüş söz konusu bile olmayacaktır…

Arzu KÖK



1 Şubat 2017 Çarşamba

Kadınlar!...- Arzu KÖK

Kadınlar!...


Şimdi OHAL’li, savaşlı, bombalı ve krizli bir ortamda referanduma gidecekmişiz. Bizden egemenliğimizi oylamamızı istiyorlar. Meclisteki itaatkâr vekiller sayesinde geliyor önümüze bu oylama. Ne acı. 

 CHP bu karar çıkmasın diye mecliste çok bağırdı. Ama başaramadı. Başaramazdı da. Zira taktik yanlıştı. Çünkü CHP’nin,  AKP tabanına hitap ederek, onları gerçek çıkarları konusunda bilgilendirerek AKP’den koparma politikası hep başarısız oldu, olmaya da mahkûmdur. Çünkü AKP tabanı, Siyasal İslam’ın hegemonyası altındaki kesim, AKP’ye oy verirken ne yaptığını biliyor!... O nedenle anlamını yitirmiş bir mecliste sert konuşmalar yapmak, çoktan rafa kalkmış demokrasi varsayımını ölçü alarak eleştirmek, kapı kapı dolaşarak anlatmak, bir hegemonyanın ifadesi olan bu bilme durumunu değiştiremez. Önce hegemonyayı sarsmak, karşısında bir başka gücün olduğunu pratikte göstermek gerekir. Bu ise çok zor gibi görünse de aslında bugün hâlâ başarılabilinir. Zaten siyasal İslam, bu olasılıktan korktuğu için, OHAL’e dayanıyor, totaliter bir rejim arzuluyor. Şili duvarlarına; Pinochet'in yaptıklarına ve ona dur demek adına 1986 tarihinde “Şimdi mücadele zamanı! Yarınlar bizim!” yazısı yazılmamış mıydı? 

Yine o yıllarda Şili diktatörü Pinochet'e karşı referandumda "HAYIR" diyen kadınların bir şarkısı vardı (Isabel, Javiera, Tita Parra. Penna, Echeñique - No lo quiero No, No. Plebiscito 1988):


No me gusta no

No es anillo que brilla en la mano/no es príncipe pa’ los gitanos/no es la espada para el mosquetero/no es enigma para el hechicero./No no no/no me gusta no…/Me hace mal verlo todos los días/me molesta su sonrisa fría/me incomoda su literatura/me deprime su mini cultura/No no no/no me gusta no…/No prospera su teje y maneje/no convence su cara de jefe/no produce versos emotivos/no provoca tenaces gemidos/No no no/no me gusta no…/No se crea que es indispensable/no se piense eterno y durable/no me agobien con tanta lesera/no me agrada de ni una manera./No no no/no me gusta no…/No hay palabras para definirlo/no hay espacio para describirlo/no hay versión para justificarlo/no hay salud para clasificarlo./No no no/no me gusta no…/No intervengan los enamorados/no molesten los apasionados/no descarten ni una coincidencia/no sugieran la menor paciencia./No me gusta no/No lo quiero no


"Elinde parlayan bir yüzük değil/Çingene prensi değil/Şövalyenin kılıcı değil
Büyücünün sırrı değil/Hayır Hayır sevmiyorum/Hayır Hayır/İstemiyorum Hayır Hayır/Onu her gün görmek deli ediyor beni/Gülümsemesi donduruyor içimi/
Sevmiyorum yaptığı edebiyatı/Sığ kültürü çok sıkıcı/Hayır Hayır sevmiyorum/ 
Hayır Hayır/İstemiyorum Hayır Hayır/Sözlerinin bir hayrı yok/Duygularıma hitap etmiyor/Hiç de ilgimi çekmiyor/Hayır Hayır sevmiyorum/Hayır Hayır/İstemiyorum Hayır Hayır /Vazgeçilmez zannetmeyin/Ölümsüz olduğunu düşünmeyin/Bu saçmalıklarla doldurmayın kafamı/Sevmiyorum işte bu adamı”


Kadınlar bu şarkı eşliğinde yaptılar eylemlerini. Kendileri ve çocuklarının geleceği adına mücadele ettiler ve kazandılar: Pinochet gitti. 

Kadınların gücü ortadaydı. İşte bu nedenledir ki asıl kadınlar “HAYIR” demesini bilmelidir. Tarih bize kadınların mücadelesinin en kritik zamanlarda, toplumun gitmekte olduğu yönü belirleyebildiğini çoğu zaman göstermiştir.  En basiti bizler Kurtuluş Savaşımızı cephelerde savaşan erkekler kadar, onlara silah taşıyan kadınlarımız sayesinde kazanmadık mı? Tecavüzcüsüyle evlenmeyi öneren yasa tasarısı yine kadınlarımızın itirazları sonucu geri çekilmedi mi? Bunun gibi dünyada pek çok örnek bulup saymak olasıdır. Rosa Lüksemburg, “önce hareket var” diyordu. 

Gücünü yadsınamayacak biçimde ortaya koyabilen bir hareketlilik yaratmadan, hegemonyanın etki alanındakilere nüfuz etmek kolay olacak gibi görünmüyor. İşte bu nedenle herkesten önce kadınlar harekete geçmelidir. Kadın dernekleri bu konuda ne düşünüyor açıkçası bilmiyorum ama asıl mücadele etmesi gerekenler onlardır. Zira gelecek bizlerden çok uğurlarında canlarımızı seve seve vereceğimiz evlatlarımıza aittir ve evlatlarımızın geleceğinin karartılmasına izin verme hakkımız yoktur.

Kadınlar unutmasın ki bu referandumda; kadın erkek eşitliğine asla inanmayan ve fıtratta eşit olmayanların kadın mı kız mı olduğuna eskiden beri pek meraklı olanlarla ilgili anayasa oylamasında, kadınların birinci sınıf insan olup olmadığı da oylanacak! 2010 Anayasa referandumunda kadınlara “Pozitif ayrımcılık” vaat edilip sonra şiddet, cinayet, taciz, tecavüz cehenneminin kapılarını sonuna kadar açılmadı mı? “Pozitif ayrımcılık” vaadinin aslı astarı erkek egemen korumacılık kılıflı negatif ayrımcılıktan ibaretti ve o zamandan bu yana binlerce kadının öldürülmesine, cinsel şiddetin apaçık biçimlerde yaygınlaşmasına ve çocukların bedenlerine kadar uzanmasına neden oldu. Medeni kanun, eğitim müfredatı, miras hakları, boşanma hakları, ceza yasası, okullar, fetvalar, meydanlar, işyerleri ve sokaklar; kadınları erkeklerin ve ailenin malı sayan; dağılan erkek egemenliğini dinsel kurallarla yeniden meşrulaştırmaya çalışan “Pozitif ayrımcılığın” kadınlara saldırısının başlıca alanlarına ve araçlarına dönüştü. Şimdi bu ülkenin kadınlarına bir de bu görüşün meşrulaştırılmış, geri dönüşü imkânsız hali dayatılacak. Ama kadınlar “HAYIR” dediğinde bu hiç de kolay olmayacak!...

Çünkü biz kadınlar, yediden yetmişe, sağcıdan solcuya, kürtaj yasası ile bedenlerimizi nasıl zapt etmek istediğinizi gördük; beden demişken, Özgecan’ın nasıl katledildiğini ve sizin ağzınızdan dökülen fıtrat sözlerinin nasıl kadın kırımlarını kışkırttığını; Ensar Vakfı’nda çocuklara nasıl tecavüz edildiğini ve sizin onları nasıl bağrınıza bastığınızı… Aladağ’da yanan kız çocuklarını gördük; önce öne sürüp sonra yanlış hesap kadınlardan dönünce geri çektirdiğiniz tecavüzü aklama yasanızı… Şimdi bizi her şeyin tek bir adamın ağzından çıkan söze bağlı olduğu, kimsenin bu tek adamı denetleyemediği, hatta kimsenin bu adama soru bile soramadığı bir “itaat” dünyasına hapsedebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? İşte tüm bunlar için kadınlar birleşip güçlü bir şekilde “HAYIR” demelidir. 

Aristofanes’in Lizistrata’sından bu yana biliyoruz ki, kadın “HAYIR” derse, fallus kırılır, yaşam durur. İşte bu nedenle kadınlar bu gidişe dur diyecek ve her şeyi değiştirip tarih yazacaklardır. İnanmak istiyorum…

Arzu KÖK