25 Ağustos 2019 Pazar

Ölmek İstemiyorum!... - Arzu KÖK

Ölmek İstemiyorum!...

10 yaşındaki kızının “Anne lütfen ölme!” diye haykırışı hiçbirimizin kulaklarından silinmesin istiyorum. Yarın hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmeyelim istiyorum. Emine’nin “Ölmek istemiyorum!” çığlığı kadın katliamlarının son çığlığı olsun istiyorum. Ama olmuyor. 

 “Ölmek istemiyorum!” çığlığı son yıllarda öldürülen tüm kadınların çığlığı, “Anne lütfen ölme!” haykırışı ise annesiz kalan tüm çocukların feryadıydı aslında. Ancak gözler kapalı, kulaklar sağır. Görmüyorlar, duymuyorlar, bu çığlıklar son bulsun diye çaba harcamıyorlar.

Türkler kırım ve kıyımla Müslüman yapıldıktan Atatürk'e gelinceye kadar hiçbir devlet yöneticisi; kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduğu konusunda bir tek adım atmamıştır. İşte tüm bu ölümler de bunun sonucu değil mi?

İslam şeriatı; kadınları alıp satılan bir meta yerine koymuştur. Tarihte hiçbir hükümdar cariye kepazeliğine karşı olmadığı gibi; istediğini istediği zaman yatağına almak için hareminde yüzlerce cariye bulundurmuştur. Hülle gibi kadının onurunu ayaklar altına alan uygulamayı sürdürmüş; Erkeklere üç kez boşsun; diyerek karısını sokağa atma ayrıcalığı tanımıştır. Mahkemede bir erkeğin tanıklığına iki kadının tanıklığını şart koşmuş; mirasta kadının payını erkeğin yarısına indirgemiştir. Ayrıca: Erkeklere kusurlu bulduğu karısını dövmeye varıncaya kadar zor kullanma hakkı tanımıştır.

Medeni Kanun bütün bunlara son veren ve kadınlarımızı erkeklerle eşit yurtaşlar olarak tüm dünyaya ilan eden bir ilkeler anıtıdır. Ancak hiçe sayılmaktadır günümüzde. İslam şeriatı uygulanır olmuştur. Sonuç mu “Ölmek istemiyorum!”çığlıkları atarak ölen kadınlar.

Rakel Dink'in zihnimize kazınmış o cümlesini hiç unutmayalım: "Bir bebekten katil yaratan karanlık..." Ogün Samast da, çocuğunun önünde eşini en zalim biçimde katleden vicdanı ölü katil de bir zamanlar bebekti. Onları katil yapan süreçler farklıdır. Fakat onları katil yapan süreçler vardır ve bu madde her yönüyle tartışılmalıdır. Bugün tanık olduğumuz vahşet ne ilk ne de son olacak yazık ki. O nedenle bir insan nasıl bu hale gelir, bunu konuşmak gerek; toplumsal bakımdan, hakim sosyo kültürel durum bakımından, değişen üretim ve tüketim alışkanlıkları bakımından, bütün hususiyetleriyle konuşmak gerekiyor.

Kadın cinayetlerinin artması ve hatta dehşetengiz şekillerde gerçekleşmesinin sebepleri nelerdir? Örneğin bundan elli yıl önce o günkü nüfus içinde bu şekilde işlenen cinayet oranı neydi, bugün ne? Tabii ki bu tartışmanın istisnası katillerin akıl hastası olduğu olaylardır. Ancak burada da hastalığın genetik mi olduğu yoksa sosyal nedenlere mi dayandığı sorusu çıkıyor karşımıza.

Gündemimizdeki yerini hep canlı tutan bir konudur toplumumuzun yozlaşması. Televizyon ve internet bu yozlaşmanın lokomotofidir. Bu lokomotif çirkin ama işlevsel mimariyle, tüketim alanındaki ağır kapitalist propagandayla, kadın-erkek ilişkisinin muhtevasına kötücül ameliyatlar yaparak yukarıdan aşağıya bir dizayna hizmet ediyor. Yukarda küresel serbest piyasa egemenleri, aşağıda insanlıktan çıkarılmış bir kişinin kızı önünde o kızın annesinin boğazını kesmesi ve bu vahşetin bizlere izletilmesi. Ne tarafından baksanız korkunç.

Çocuk doğar doğmaz en çok cinsiyeti ilgilendirir anne ve babaları... Hatta şimdilerde, doğmadan önce merak ediliyor! Anneler bile oğlu olmayı talep eder inandığı güçlerden! Babalar kızım bir bardak su ver der on yaşındaki kızına da, ikizi oğluna layık görmez su vermeleri! Anne ağabeyine karşı gelen kızının başına dünyaları yıkar da, ablasına karşı gelen oğluna “erkek oldu benim oğlum” der onurlandırır, kızına “sen sus o erkek” diyerek aşağılar kızını!

İlkokulda kızlara hep çiçek rolü verilir, erkekler savaşçı! Koşarak ortalığı toza boğan erkek çocuğu, “oğlum neden ortalığı toza beliyorsun” diye azarlayan öğretmen, kız çocuğu “kızım utanmıyor musun, erkek gibi hareketler yapmaya” diye azarlar! Ortaokulda kız öğrencinin sırasına oturan erkek çocuk erkekçe azarlanır, kızlar ise utanma meselesi yapılarak! Lisede kızlı erkekli dolaşanlardan kızımıza, “başına bir iş gelmesinden korkmuyor musun” diye nasihat ederiz, oğlumuzun başına bir iş gelmesinden zerre kadar endişemiz olmaz!

Evlilik çağında, başlık parası olmadığı yerlerde bile kızımıza değer biçeriz, düğünde hangi takı ve hangi eşyaları alacaksınız diye! Dünyalar güzeli bir kızımızı yakışıklı sevgilisine layık görmeyiz eğer çulsuz tabir ettiğimiz yoksullardan biriyse! Evlenince, erkeğin kahvede veya barda zaman geçirmesi defo sayılmaz ama kadının geç gelmesi hem komşuları tarafından ayıplanır, hem de yasalar karşısında boşanmaya kadar vardırır işi! Erkek ayrılmak istiyorsa kadından, iki tanık veya her hangi bir resimle işi bağlar da; kadın bir sürü zırvalıkları kanıt olarak gösterse bile zorlaşır ayrılıklar... Ayrılsa bile erkeğin namusu olarak kalır ahlaksız belleklerimiz ve yasalar nezdinde!

Cumhurbaşkanı çıkıp, “ben kadınla erkeğin eşit olacağını kabul etmiyorum” 
diyebiliyorsa... Yargıçlar, birlikte içki içmişse tecavüze uğraması normaldir der! Diyanet kadının diz kapağını bile şehvet unsuru görüp, “annenin diz kapağından tahrik olmak normaldir” derse, normal giyimli kadına sapıklar saldırır ve sapık olarak adlandırılmak yerine, “dişi kuyruk sallamasa” benzeri ahlaksız benzetmeler beyinlere kazınır! Aile bakanı “bir kereden bir şey olmaz” derse cinsel saldırılar ve kadın cinayetleri normalleşir! Sürekli şiddet gören bir kadın evi terk edince, çevresi ve akrabalarının baskıları yetmiyormuş gibi, birde televizyon kanallarında “çocuğunu nasıl bıraktın” diyen proğramlara maruz kalıyorsa, kadınlar her zaman ölümle burun buruna yaşamak zorunda kalır! Tüm bunların sonunda da kadınlarımız ölmek durumunda kalır. Ne yazık ki öldürenler de hak ettikleri cezayı almaz, bir süre sonra salıverilirler hiçbir şey yapmamış gibi… Bir sonraki ölüme kadar da sessizliğe gömülür yeniden kamuoyu…

Bugüne kadar öldürülen tüm kadınlar sesleniyor bize:

“Ölmek istemiyorum!” diye feryat ederken ben çaresiz, işkencelerle soldurulurken tenim, karabasanlara teslim olurken uykularım, çalınırken çocukluğum, sermaye edilirken körpe bedenim, sizler kör, sağır kaldınız. Bugün öldürülüyorsam eğer bilin ki en az öldüren kadar suçlusunuz hepiniz. Uyanın artık!...

Arzu KÖK

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Satılan, Kirletilen Cennet - Arzu KÖK

Satılan, Kirletilen Cennet

İnsanlarımıza cenneti vaad ediyorlar her gün. Ama cennetten farksız olan güzel ülkem yok ediliyor, satılıyor parsel parsel. Kimlere mi, rant sağlayıcılara tabii ki. Maden şirketlerine, termik santral açmak isteyenlere, nükleer santrallere,  inşaat sektörüne… vb…

 "Bize dünya üzerinde cenneti vaat edenler cehennem dışında hiçbir şeyi üretememiş olanlardır."  diyor Karl Popper. Türkiye’de olanları düşündüğünüzde ne kadar haklı olduğunu görebiliyoruz. Anayasamızda "Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı İstiklal Marşı’dır" diye bir hüküm var. Bu durumda İstiklal Marşımızın anayasal bir manzume olduğunu söyleyebiliriz. Ve herkes bilir ki marşımızda bir mısra; "Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı" der. Peki bu durumda bir vatan parçasını ne karşılığında olursa olsun yabancılara vermek pardon satmak Anayasa'ya temelden aykırı değil mi? Bu bir anayasal suç değil mi? Ama nedense bu suç son zamanlarda en çok işlenen suç durumunda.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, son 5 yılda 6292 sayılı kanun kapsamında 1 milyar 170 milyon metrekare büyüklüğünde 245.337 adet taşınmazın satıldığını açıkladı. 6292 sayılı kanun, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesi ve Hazine'ye ait tarım arazilerinin satışını öngörüyor. (Şimdi bir düşünün isterseniz son zamanlarda çıkan yangınların neden özellikle deniz manzaralı yerlerde çıktığını.)

Son 5 yılda satışı yapılan Hazine arazileri, mera alanı olmaktan çıkarılıp satışı yapılan araziler ve kirada bulunan Hazine arazilerine ilişkin önergeyi cevaplayan Bakan Kurum şöyle dedi: “2015-2019 döneminde; 6292 sayılı kanunun 6'ncı maddesi uygulamaları kapsamında toplam yüzölçümü yaklaşık 561.7 milyon metrekare olan toplam 166 bin 452 adet, 6292 Sayılı Kanunun 12 madde uygulamaları kapsamında toplam yüzölçümü yaklaşık 541.7 milyon metrekare olan 48 bin 358 adet, diğer hükümlere göre toplam yüzölçümü yaklaşık  66.4 milyon metrekare olmak üzere 30 bin 527 adet taşınmazın satış işlemi gerçekleştirilmiştir.”

İktidar son olarak önceki gün aralarında Bodrum Bitez'deki ve Kuşadası'ndaki taşınmazların olduğu değerli Hazine arazilerini satışa çıkarmıştı. AOÇ taşınmazları satışa çıkarıldı. Sivas Divriği'deki hidroelektrik santrallerin ise özelleştirilmesinin önü açılmıştı. Toplam 29 taşınmazın biri Adıyaman Besni'de, 2'si Aydın Kuşadası'nda, 2'si İstanbul Büyükçekmece'de bulunuyor. İzmir Karşıyaka Şemikler ile Menderes Gümüldür'de de araziler özelleştirme kapsamına alındı. Mersin Anamur'da 7, Erdemli'de 3 taşınmaz özelleştirilecek. Muğla'da ise özelleştirme kapsamına alınan 12 taşınmaz var. Bunlardan 6'sı Bodrum Gökçebel'de, diğer 6'sı ise Bodrum Bitez'de bulunuyor. Özelleştirme kapsamındaki taşınmazların büyüklükleri ise 873 metrekare ile 45 bin 961 metrekare arasında değişiyor. Peki sizce neler olacak o arazilere?

Mavi ile yeşilin iç içe geçtiği, Anadolu uygarlıklarının derin izlerini taşıyan bir ülke oysaki ülkemiz. İşte bu canım ülkem yazıktır ki bir bina yığınına dönüştürülüyor her geçen gün. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuluyor. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuluyor. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolluyor. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girmiş gibi görünüyorlar. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozulma yoluna girmiştir. 

Her alanda yaratılan kirlilik doğal çevrenin de olumsuz yönde etkilenmesine, kâr hırsı ve yağma politikaları insan yaşamının çekilmez hale gelmesine neden olmaktadır. Doğal felaket diye adlandırılan sel ve depremler ciddi kayıplara neden olurken, ozon tabakasının tahribatı küresel ısınma ve iklim değişikliklerini, yoğun bir şekilde devam eden erozyon tarım alanlarının ortadan kalkmasını, hava ve su kirliliği beraberinde bitki ve canlı türlerinin her geçen gün tükenmesine işaret etmektedir.

Emekçilerin insani taleplerini duymazlıktan gelenler, ulus ötesi sermayenin istediği güvenceleri hızla yasallaştırmakta ve ulusal hukukun denetimi ortadan kaldırılmaktadır. Özellikle son yıllarda, çevrenin korunmasına dönük uluslararası ve ulusal çevre mevzuatıyla ilgili yasaları ihlal etmek alışkanlık haline getirilmiştir. 

Yaşanabilir doğal çevrenin korunmasıyla ilgili yasalar ya uygulanmamakta ya da komik cezalarla geçiştirilerek çevrenin katledilmesine göz yumulmaktadır. Ne yazık ki toplumda olması gereken çevre bilinci ise, konu ciddiye alınmadığı için hobi olarak kalmaktadır.

Ancak bugünlerde çevre ve doğa duyarlılığı zirvede... Çünkü Burdur'daki Salda Gölü'nden Çanakkale'deki Kazdağları'na kadar katliam var, vahşet var, dehşet var, barbarlık var!!!

Tertemiz göller, "park" adı altında yok edilmeye çalışılıyor, Kazdağları'nda doğa vahşeti "siyanür"le birlikte aynı zamanda ekosistemi vuruyor, çevreyi katlediyor, insanlığı tehdit ediyor...

Tüm bunlara göz yuman ya da bu kararlara imza atanlara sormak istiyorum: Çocuklarınızı nasıl bir havayı solutarak büyüteceksiniz? Nükleerden, termikten kirlenen gıdalarla beslenmelerine nasıl göz yumacaksınız? İçtiği suyun doğal olduğu konusunda net olabilecek misiniz? 

Meydanlarda vatan, millet, toprak diye bas bas bağırıyorsunuz ama iş ranta geldiğinde en değerli kamusal varlıklarımızı bile satışa çıkarıyorsunuz. Yazıktır ki hiçbir değer, hiçbir mantık, hiçbir itiraz durduramıyor sizleri. Zeytinlikler, mera ve kıyılarla ilgili Meclis’e sunulan şu son yasa tasarısı tam da böyle bir örnek. Tepkiler üzerine değişiklik yapıldı, buna göre güya zeytinliklerin imara açılması yasaklandı, ama maden sahası ve sanayi tesisi için sonuna kadar izin veriliyor. (Kazdağları en güzel örnek tabii ki?

Türkiye’de 118 yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı bulunuyor. Bu korkunç bir rakam. Türkiye'deki madenlerle en çok ilgilenen şirketlerden biri de Rothschild ailesinin kontrolünde olan Rio Tinto şirketi. Şirketin Türkiye'deki varlığı çok eskiye dayanıyor: 1889! Yanlış okumadınız, evet: 1889!

Sayısız örnekte gördüğümüz gibi, madene, sanayiye izin vermek zaten bir bölgenin dokusunu, ekolojisini mahvedecek hareketler değil midir? Peşi sıra bir torba yasa daha çıkarılarak imara da başka faaliyetlere de açılmayacağının bir garantisi var mı? 

Turizm artık resmen yerlerde geziyor. Turizmciler kan ağlıyor, Batılı turist ayağını kesti. Kıyılara tatile gelen yok. Ama ne gam değil mi? Kıyıları da açarız imara olur biter… Madencilik öyle değil nasılsa; maşallah altın yumurtlayan tavuk mübarek. 117 milyon zeytin ağacı tehdit altında mıymış, kimin umurunda? Bütün kıyıları kele çevir, imara aç, patronlara ihaleleri dağıt; kazansın garibanlar. Nasılsa yakında Tunus’tan, Yunanistan’dan ithal ederiz zeytini de. Buğdayı, balı, pamuğu, samanı…vb… olduğu gibi. O da sorun mu yani? Maden sektörü kadar kazandıran başka ne var ki?

Lütfen cevap verin: “Çocuklarınız maden yiyerek mi beslenecek?”

Gezegeni, suyu, toprağı, hayvanı, insanı sırf kâr sağlamak üzerinden değerlendiren bir anlayış, sadece bilimsel gerçeklerden, akıl ve mantıktan yoksun değil, maneviyattan da nasibini almamış sayılır oysa. Hadi maneviyatı geçelim… Kuran’daki doğa sevgisi ve önemini anlatan ayetlerden, İslam âlimlerinin bu konudaki sözlerinden örnekler verecektim ama vazgeçtim. Çünkü biliyorum ki bunları defalarca da yazsam bir faydası olmayacak.

Yalnız sonra kimseler sızlanmasın: ‘Hava çok kirli, çocuklarımız nasıl nefes alacak?’ diye. Ekolojik yıkımın yarattığı tahribatlardan dolayı siz ve çocuklarınız kim bilir hangi hastalıklara yakalanacak, düşündünüz mü?

Gerçi bende ki de soru değil mi? Tepedekiler olarak kendi çocuklarınız için nasılsa bir yaşam alanı düşünmüşsünüzdür. Ne mutlu size… Hayırlı işler…

Nasılsa gariban halk kimin umurunda… Nasılsa halk geçin kavgasında günü kurtarma çabası içerisinde; size itiraz da etmezler… 

Aydınlar mı? Onu göreceğiz işte…

Arzu KÖK