26 Aralık 2021 Pazar

2022’nin Yıldız Falı - Arzu KÖK

 2022’nin Yıldız Falı

Her yeni yıl bir öncekine göre sitem yüklü geçegelmiştir.

Gelecek yeni yıl her ne kadar umut barındırıyor gibi algılansa da yine de geleceğe duyulan merakın etkisiyle yıldız fallarına kaçamak bakışlar atılır çoğu zaman…

Ülkemizde özellikle son yıllarda artan bu yıldız falı merakına ben de katılayım dedim ve sizler için yıldız falına bir göz attım:

Geçtiğimiz yılları kolektif protein sağanağı altında geçiren siyasilerin yıldız haritasına baktığımızda hücrelerinde, protein takviyesiyle meydana gelen bir güçlenme görülmekte…

Enerji fazlası, serbest dolaşım ve önüne gelene saldırma hakkı verilen polislerin kol ve bacak kaslarına da ekstra kuvvet olarak yansıyacak...

Yıldız enerjisindeki yükselme ve değişmeler; yürüyüşünü, oturup kalkmasını beğenmedikleri, sakal ve bıyıkları örf ve adetlere aykırı olanlar üzerinde bir baskı yaratacak…

Sert gezegen geçişlerinin etkisinden olsa gerek, yükselen muhalif seslere karşı duyulan tahammülsüzlük bu yıl da coplama, gözaltı ve tutuklamalarla sürecek gibi gözüküyor.

İşten atılmalar devam edecek…

Akıl tutulmaya, vicdanlar körelmeye, ahlak tükenmeye dönecek yüzünü…

Hukuk yerle bir edilmeyi sürdürecek…

Medyatik çığırtkanlıklar ve karartmalarla gerçeğin avazı kısılmaya devam edilecek…

Kabadayılıklarla diplomatik zarafetin dili yerle bir edilecek…

Tarım arazilerinde binalar yükselmeye devam edecek ve bizler ithal buğdaya, pirince…vb… muhtaç olmaya devam edeceğiz…

Hayvancılık cenneti olan ülkemize dışarıdan et getirtmeyi sürdüreceğiz, hatta yapay etler marketlerde boy göstermeye başlayacak…

En güzel ormanlarımızı, doğa cenneti olarak isimlendirilecek yerlerimize maden ocakları veya termik santral kurulup yok edilmelerinin önünü açmaya devam edilecek…

Yarım simitle beslenmeye endeksli asgari ücretli yaşam, egemenliğini sürdürecek…

Açlık ve yoksulluk sınırları TV ekranları ve haber sitelerinden halkın inatla gözüne sokularak “Tevekkül Allah” nutukları atılacak. Toplumsal muhalefetin sesini kısmaya odaklanacaklar yine…

Barınma, ulaşım, sağlık ve eğitim haklarında yeni gasplar bekleniyor…

Çatınız her an başınıza yıkılabilir, aile hekiminiz kapsama alanı dışında kalabilir, otobüs güzergâhınız değiştirebilir ve medrese eğitimiyle baş başa kalabilirsiniz…

Yolda yürürken veya işten eve dönerken başınıza bir şey düşebilir ya da bir bombanın kurbanı olabilirsiniz…

Ülke bir savaşa sokulabilir, şehit cenazeleri sıraya dizilebilir…

Belki içiniz karardı buraya kadar. Ancak yıldız haritasında tek net kalan nokta ise iktidarın ve kapitalist düzenin ortak söyleminin süreceğini gösteriyor ve bizlere yine denilecek ki:

“Konuşma!...

Çalış!...

Nefes al ama yaşama!..

Sakın ha itiraz etme bir şeye!...”


 Yıldız haritası bunları söylerken diyorlar ki yeni bir yıla girecekmişiz. Yalan… Vallahi de billahi de yalan… Yıllardır bitmeyen bir yıl yaşamaktayız zaten biz. Bu gidişle daha uzun süre de bitmeyecek bir yıl… Hatta diyorlar ki Türkiye’nin sonu da…

Ahmet Erhan’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandığı derlemesindeki şu mısralar unutulur gibi değil:

“Ülkemin üzerindeki bu alacakaranlık

Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer

Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün

Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de

Oyun olsun diye boş, anlamsız…”

Şimdi beyhude geçen bir yılın “bitmeyen kakafoni”si sürerken ufuklar öyle daralmış ve içler öylesine kararmış ki, “saf ve belki de oyun olsun diye boş, anlamsız şiirler”in değil, coşku dolu, anlamlı marşların özlemi dağlıyorken ciğerleri, yıl bitmiş sayılır mı?

Yine de direnç yıldızınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Mutlu yıllar…

Arzu KÖK

 

 

28 Kasım 2021 Pazar

Kökleri Unutmak… - Arzu KÖK

 Kökleri Unutmak…

Bilinen bir hikâye vardır;

“Mısır üreten bir çiftçi varmış ve her yıl en kaliteli mısır ödülünü alırmış. Bir yıl gazeteci çiftçi ile röportaj yaparken oldukça ilginç bir bilgiye ulaşmış. Çiftçi ödül aldığı mısır tohumlarını ekmeleri için komşularına da veriyormuş. Gazeteci çiftçiye “Seninle her yıl aynı yarışmaya giren komşularına, tohumlarından vermeyi nasıl göze alabiliyorsun?” diye sormuş. “Neden?” diye sormuş çiftçi. “Yoksa bilmiyor musun? Rüzgâr olgunlaşan mısırlardan polenleri alır ve tarla tarla dağıtır. Eğer komşularım kalitesiz mısır yetiştirirse çapraz tozlaşma sonucu her geçen yıl mısır kalitesi düşer. Eğer kaliteli mısır yetiştirmek istiyorsam, komşularıma da kaliteli mısır yetiştirmeleri için yardım etmeliyim.””

Bu hikâye bana hep yaşamlarımızı anımsatır. Böyle değil midir yaşamlarımız? Hayatlarını anlamlı ve iyi bir şekilde yaşamak isteyenler başkalarının hayatlarını da zenginleştirmelidir. Hem ne derler; “Bir yaşamın değeri dokunduğu yaşamlarla ölçülür.” Bu nedenledir ki yaşamda mutluluk isteyenler, başkalarının da mutluluğa ulaşmasına yardım etmelidir. Yani birimizin refahı diğerlerinin de refaha ulaşması ile olasıdır.

Buna kollektivitenin gücü diyebilirsiniz, buna başarının ilkesi diyebilirsiniz, buna hayatın kanunu diyebilirsiniz. Ne derseniz hepsi doğrudur aslında.

Bugüne baktığımızda, toplum yaşamımıza baktığımızda asıl sorunun bu olduğu açıkça görülmektedir. Sanki hızla giden bir trende neden sonuç zincirlerinin farkında dahi olmadan son sürat bireyselleşip yabancılaşıyoruz birbirimize. Korkularımız, egolarımız, tembelliğimiz, umursamazlığımız, hoşgörüsüzlüğümüz bizi sorumluluk almaktan alıkoyan şeyler olarak çıkıyor karşımıza. Ve bizler bunlara yenik düştükçe kendimizi kaybediyoruz. Aslında ne çok ihtiyacımız var yukarıda anlattığım hikâyedeki çiftçinin bilgeliğine.

Amacım umutsuzluk aşılamak değil, tersine, insanların beyinlerinde çakan şimşekleri hareket enerjisine dönüştürüp gidişata DUR demelerini tetiklemek istiyorum...  Çünkü bu gidiş kesinlikle bir milletin (halkın, insanların demiyorum, bir milletin) yok oluşa gidişidir... 

Bir ağacın kökleri yerine dallarını sularsanız o ağaç ayakta kalmayacaktır. Bugün toplum olarak yazık ki hepimizin yaptığı bu. Sadece dallara odaklanmışız, köklerden uzaklaşmışız. Bu nedenledir ki her geçen gün ölüyor ve eksiliyoruz. Gerçekleri görmek için yok olmak mı gerekiyor?

Büyük filozof Kung-Fu Tze (Konfüçyüs) der ki; “Karanlıktan şikâyet yerine, en azından bir mum yak! Unutma, sorunun büyüklüğüne değil, çözüme odaklan; aslında kuyu "derin" değildir, ip kısadır.” 

Arzu KÖK 

16 Ekim 2021 Cumartesi

Düşman - Arzu KÖK

 Düşman

Düşman sınırlar boyu; sıra sıra, urgan urgan… Düşman sınırlar boyu; alev alev, çingi çingi… düşman sınırlar boyu; aç aç, tilki tilki… düşman sınırlar boyu; hayasızca, kahpece, canavarca, kurnazca…

Düşman içimizde çöreklenmiş yılan gibi kıvrım kıvrım, buzlu buzlu… Düşman yüreğimizin başında; akrep gibi, çiyan gibi… Düşman eksik terazide çöreklenmiş aç kurt gibi… Düşman eksik ölçen metrede kara sülük gibi, solucan gibi…

Düşman sınırlardan ötede… Uzak uzak… Düşman sınırlardan içeride… Yakın yakın… düşman bir katilin bıçağı ucunda; anamıza saldırır, avradımıza saldırır… Kardeşimizi vurur, bacımızı vurur… Komşumuzu vurur… Kalbimizi vurur, kalbimizi… Düşman hırsızın parmakları ucunda; ırzımıza uzanır, namusumuza uzanır, elimizdeki lokmamıza uzanır… Düşman yalancının dilinde; alnımıza sürünür kara kara… Yüzümüze güler, iğrenç iğrenç… Elimize, ayağımıza bulaşır, kirli kirli…  Düşman yalancının dili ucunda; nemli nemli, pötür pötür… Düşman yalancının dilinin ucunda…

Döner dolanır, gözümüze girer düşman, bakarkör eder gözlerimizi. Görmedim dedirtir, bakmadım dedirtir. Döner dolanır gözümüze girer düşman, yemin billah ettirir.

Kulaklarımıza girer oturur. Yuva yapar kulaklarımızda düşman, duymadım dedirtir, işitmedim dedirtir…

Sonra yüreğimize girip çöreklenir düşman, dinden imandan çıkarır, vicdansız kılar bizi. Eksik tarttırır, fazla ölçtürür, pahalı sattırır…

Düşman kahpedir, güven olmaz. Hafif kadın gibi güler, yılışır sırasında… Ağlar, gözyaşı döker sırasında… Düşman kahpedir, güven olmaz… Müşfik bir anne kılığında sokulur bazen… çarşafa bürünür, ferace giyinir, yalvarır, inler, dudakları büzüm büzüm, dua ve niyaz ile… sırasında edalı bir kız olup çıkar karşımıza; alı al, moru mor… İki dirhem bir çekirdek; kırıtır, bel büker, gerdan kırar… Gözlerini süzer ahu ahu… Bir bacak, bir kaş, bir göz, bir boyalı dudak, bir ojeli tırnak olur bazen… Düşman kahpedir…

Hoca olur, kürsüye çıkar bazen… Kelime kelime zehir saçar içimize… Ders verir millet için, vatan için… Asalet olur dikilir karşımıza… Piru pak, yedi göbek terü’taze… Kan kan, ırk ırk konuşur… Kılıç sıyırır, pala çeker muhayyel kuvvetlere… Düşman kahpedir, çörek çörek çöreklenir içimize…

Düşman kahpedir, nice olduğu belli olmaz… ‘Ey cemaati müslümin’ diye söze başlar sözüm ona; ayet ayet, sure sure zehir saçar içimize… Bizi Allahsızca ve Allah adına harekete geçirir. Sakal der, bıyık der… Söyler söyler… Yalan söyler, haram yer, zina eder… düşman içimize çöreklenmiş yılan gibi kıvrım kıvrım…

Düşman dolaşır ayaklarımıza, tökezletir bizi… Düşman bir kurt gibi düşer canımıza ha kemirir, ha kemirir… Yalan söyletir, jurnal ettirir, zina ettirir, adam öldürtür, ocak söndürür…

Ey ben… Düşmanını tanı… Rüşvet isteyen memur, insan hayatına kıymet vermeyen doktor, bozuk ilaç satan eczacı, zıpçıktı zengin, senin sefaletinle servet yapan karaborsacı, bir insanın bir aylık kazancını bir anda kumara veren kumarbaz, hava parası alan mal sahibi, eksik veren-pahalı satan esnaf, sanatına hile karıştıran işçi, milli davalara karışmaktan ve kendi kör nefsi için milli menfaatleri hiçe sayan sütübozuk…

Ey ben… Düşman ayaklarının ucunda solucan gibi, düşman yüreğinin başında çöreklenmiş bir yılan… Aç gözlerini...

                                                                                   Arzu KÖK

15 Temmuz 2021 Perşembe

Batan Gemi - Arzu KÖK

 Batan Gemi

“Batan Gemi” isimli bir kitabım çıktı İzan Yayıncılıktan. Satışlar internet üzerinden yapılacak. Bu kitapta çeşitli gazetelerde yayınlanmış köşe yazılarımdan bir kısmını derledim. Bu kitaba ismini veren yazımı sizlerle paylaşmak istedim.

“Çocukken basittik hepimiz. Dünya komik bir gerçeklik, hayallerimiz ise oyunlarımızın bahanesiydi. Sokaklarda ağaçlar ve yollar, evlerde ise kahkahalar ve rüyalar yaşardı. Sonu olmayan masallar anlatırdık birbirimize hiç sıkılmadan. Zaman diye bir kavram yoktu bizler için. Herkes çok büyük, ölüm ise imkânsızdı.

Sonra bir gün, korkular doldu evlerimizin odalarına. Yalnızlık, çaresizlik, sessizlik gibi kavramları da getirdi yanında. Bombalar düşlerimizin üzerine düştü, dinamitler ise tutkularımızı uçurdu. Yaşama nedenimiz mecburiyet oldu. Sanki bir anda her şey, herkes değişti. İkiyüzlülük kol gezer oldu etrafta.

Aslında çocukların masallara duyduğu ihtiyaç ne kadar büyükse yetişkinlere anlatılmaya kalkışılan masalların tehlikesi de o kadar büyüktür. Ancak bu tehlike genelde görünmez olur. Ve bizlere süslü kelimelerle sarmaladıkları inançları, öğretileri, akımları pazarlamaya çalışırlar. Bu sayede de gerçekleri gözlerimizden kaçırmaya çalışırlar. Eğer bize bunları yapanlar kapsamlı bir projenin parçası olmasalar bile bizleri yanılttıkları için suçludurlar ya da kendilerine zarar verecek ölçüde saftırlar… Tabii biz saf olduklarına nedense bir türlü ihtimal veremiyoruz.

Her inanış kendisine inanmayanları dışladı, her propaganda karşısındakinden nefret etti, her öğreti bir diğerini reddetti. Yani bu dünyada hiçbir din, ırk, futbol takımı, politik parti bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar onurlu olamadı yazık ki.

Bilmem fark ettiniz mi ama seçilmemiş liderler milyonlarca insanı sadece dinleri ve ırkları yüzünden insanlıktan çıkardılar. Onları istedikleri gibi yaralayıp, işkence ettiler, hapse attılar…

Bilmem fark ettiniz mi ama dünya buldukları bombalara kendi isimlerini veren aptallar ve bu bombaları geleceğe yatırım için kullanan aptallar tarafından yönetiliyor…

Bilmem fark ettiniz mi ama artık herkes hayatını günü gününe yaşıyor ve fazladan birkaç gün için yeterli oluyor nefes almak…

Bilmem fark ettiniz mi ama, hava ve su da dahil bütün kaynaklarımızı tüketmiş olarak ölüyoruz…

Bilmem fark ettiniz mi ama böyle giderse artık bir yarın olmayacak…

Bilmem fark ettiniz mi ama Tanrı bugün yaşıyor olsaydı bu şartlar altında belki de ateist olmak zorunda kalırdı…

İşte tüm bunları gördükçe:

 

Parçalanmış bir bayrak gibi sallanıyor başım,

Yüreğime çakılmış bir mızrağın ucunda

Acılar, yenilgiler ve kuşatılmış insan sesleri;

Yükseliyor ha bire bu uçurumlar dolambacında

Dipçikle ezilmiş çığlıklar, çiğnenmiş grev bildirileri

Bir toplu iğneyle boynuma asılan suçlu bilinç

Hayır, tüm soruların yanıtını biliyorum aslında

Üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor;

                                                      tutku ve erinç

Bu zincir, bu kelepçe, bu zindan bana göre değil

Benim bu ölüm şenliğinde yerim yok

“Geri verin ülkemi” başka ne söyleyebilirim

Oysa ne az şey istiyorum kendime.

Kızgın bir sacın üzerinde yürür gibiyim,

Sessiz gökyüzü sesimi tanıyamıyor artık

Kime sorsam “susmak gerek” diyor

Kime sorsam bir türlü anlayamadığım şeyler

                                                      söylüyor bana

Aklım kuşkuyu taşıyamıyor artık

İnci boncuktan yapılmış bir kolye gibi

Takıyorum boynuma hayatı.

Bu batan geminin son yolcusu ben değilim elbet…”

Arzu KÖK

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Geleceğini Vuran Ülke - Arzu KÖK

 Geleceğini Vuran Ülke

Geleceğini Vuran Ülke isimli yeni kitabım İzan Yayıncılık aracılığıyla basıldı. İnternet üzerinden satışa sunuldu. Bu kitapta 1921-2021 arazında öldürülen öğretmenlerimiz toplu halde bir kaynakta bulunsun istedim. Sizlerle kitabımın önsözünde yazdıklarımı paylaşmak istedim. Tarihe bir not düşmek istedim bu eserle ve dilerim ulaşır amacına.

“Eğitim, insanın doğumu ile başlayan ve ölümüne kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte insanlara çeşitli bilgi, beceri, tutum ve değerler kazandırılır. Günümüzde eğitim kalkınmanın en önemli gücü olarak kabul edilmiş, ekonomik ve toplumsal gelişmenin ancak eğitim yoluyla olabileceği daha iyi anlaşılır bir duruma gelmiştir. Günümüzde eğitimi bir sosyal sistem olarak gören bilim adamları, bu sistemin üç temel öğesinin öğrenci, öğretmen ve eğitim programları olduğunu kabul etmektedir.

Öğretmenlik mesleği, insanlık tarihi kadar eskidir. Toplu olarak yaşamanın söz konusu olduğu yerde, bireyler arasında sürekli bir etkileşim ve bilgi alışverişi vardır. Eğer bilgiler daha deneyimli, nesilden nesile doğru bir plan ve program içinde aktarılıyorsa yapılan faaliyet öğretmeyi kapsar. Öğretme ise öğrenme ile mümkündür.

Öğretmenlik bir mesleğin adıdır ve insanın var oluşu ile birlikte bu meslek vardır. Öğretmenlik, bir milletin, bir devletin geleceğini hazırlama sorumluluğunu taşıyan bir meslektir. Öğretmenlik mesleği yetişmekte olan nesli, ailesi, çevresi, milleti, devleti ve vatanı için daima yararlı, yapıcı, yaratıcı iyi bir insan ve iyi bir vatandaş olarak yetiştirme sanatıdır. Öğretmenlerin yetiştirdiği bu insanlar, ailesini ve milletini mutlu kılar, yurdunu kalkındırır ve devletini güçlendirir. Bu bakımdan milletimizin geleceği öğretmenlerin mesleğinde göstereceği başarıya bağlıdır.

Yurdumuzda, öteden beri öğretmenlerin toplumu ileri götürecek olan etmenlerden biri olduğu, büyük bir görev karşısında bulundukları ileri sürülmektedir. Toplumun sosyal kültürel, ekonomik ve teknolojik gelişmesini sağlayacak öğretmenlerdir. Çünkü yurdumuzun kalkınması ve milletimizin refah ve mutluluğu öğretmenlere ve öğretmenlerin yetiştireceği nitelikli insan gücüne bağlıdır. Yani öğretmenlik mesleği, bir milletin kaderini tayin eden bir meslektir.

24 Haziran 1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na göre de öğretmenlik, “devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleğidir.”

Eğitim ve öğretim hizmetlerinde asıl olan öğretmenliktir. Öğretmenlik, devletin bir kamu görevi olan eğitim ve öğretimi üstlenen meslektir. Öğretmenliğin eğitim ve öğretim hizmetleri arasında, önceliği ve üstünlüğü vardır. Başka bir deyişle, öğretmenlikten farklı olan eğitim ve öğretimde yöneticilik yapmak için de önce öğretmen olmak gerekir, yöneticilik geçicidir, öğretmenlik ise asıldır. Çünkü eğitim sisteminin başarısı, temelde sistemi işletip, uygulayacak öğretmenlerin ve diğer eğitim personelinin niteliklerine bağlıdır. Hiçbir eğitim modeli, o modeli işletecek personelin niteliğinin üzerinde hizmet üretemez. Bundan dolayı, bir okul, ancak içindeki öğretmenler kadar iyidir denilebilir.

Öğrencisini oyuna katabilmek adına sırtına alan öğretmenlerin maaşları açısından Türkiye, Ekonomik Kalkınma ve İş birliği Örgütü (OECD) verilerine göre, 33 ülke arasında 27. sırada yer alıyor. Hesaplamalara göre, Türkiye’de en üst düzeyde görev yapan bir öğretmen, halen net 5 bin 634 lira maaş alıyor. Yoksulluk sınırı dayanmış 7 bin liraya. Gel de geçin bakalım bu parayla, tüm ihtiyaçlarını karşıla.  Temel tüketim maddelerinin dışında kültürel etkinliğe katılarak kendisini sürekli yenilemeye parası yetmiyor eğitim emekçilerinin.

Bir de şöyle bir durum var ki 2002'de MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay %17,18 idi. Bu oran 2019'da %4,88’e, 2020'de ise yüzde %4,65'e düşmüş durumda. Bu bütçeleri sizler hazırladığınıza göre bir sorun varsa da bu sorunun temeli kim?

Hani derler ya bir kurbağayı soğuk suya koyup ateşte kaynatırsanız kaçmaz, hissetmeden yavaş yavaş ölür. Yazık ki ülkemizde öğretmenler de kurbağa gibi ateşin üzerindeki suya konmuş durumdalar.  Yavaş yavaş ölmeleri bekleniyor. Ama tüm bunlar hiç göze görünmeden, öğretmenlerin yaptıkları görevin kutsallığından söz edilecek yeniden… Öğretmenin o kutsal görevi yaparken yaşadıklarından bahsedilmeyecek çoğu yerde.

Bu nedenledir ki bunca öğretmen öldürülmüştür yıllardır. Öğretmeni rejimin baş düşmanı olarak gördükçe de bütün bunlar da ‘umuru adiyeden’ oluyor ne yazık ki. 1920-2021 yılları arasında katledilen öğretmenlerin listesini bir ibret simgesi olması nedeniyle verdik. Öğretmenin kim olduğu ve ne için öldürüldüğüne bakmadan hem de. Çünkü öğretmen öldürmek, sebebi ne olursa olsun haklı gösterilebilecek bir şey değildir.”

                                                                             Arzu KÖK

29 Haziran 2021 Salı

Çocuk İstismarına Susma!... - Arzu KÖK

 Çocuk İstismarına Susma!...

Şu anda yaşadıklarımızı çok çok ileride bir varmış, bir yokmuş diye mi anlatacağız?  Peki hangi dilde olursa olsun gerçeğin ta kendisi olan hikâyelerin insana ne kadar acı verir bilir misiniz?

Hepimiz yaralıyız şu günlerde ve hepimiz travmalarımızı sağaltamadan, yaşamanın değil de insanca yaşayabilmenin koşullarını oluşturamamanın delice, sinir bozucu hallerini yatıştırmak için uğraşıyoruz. Bunun yanında da memleketin hali, pûr melali ortada. Gençliğimden bu yana değişen bir durum yok. Aynı baskılar, aynı berbat, nefes alınamayan bir hava; genzimizi, bilincimizi tıkayıp duruyor. Düşünceye engel yok. Evet düşünebiliyoruz. Sorun bu düşünceyi açıklayabilmekte!

Kat kat giydirmek yerine dilin ve gerçeğin giysisini sıyırmaya aklım yetiyor ama kalbim yetmiyor: Kaç vakittir unutmuşum gerçeği soyup, hakikati ve sokakları giyinmeyi...

Kanat kırıp bir çocuğun ölüsü başında günlerce öten kuşun aklından geçen gibi: Dil ile gönül dergâhı boş insanlar, kelimelerle ne yapacağını bilemiyor ancak devlet hırkasıyla yaşamayı biliyor.

Gün geçmiyor ki çocuk istismarı ile ilgili bir haber duymayalım. Türkiye’de çocuk istismarı konusunda yapılan araştırmalarda, yüzde 78 gibi yüksek bir oran ile duygusal istismarın ilk sırada olduğu görülmektedir. Fiziksel istismar yüzde 24 ve cinsel istismar yüzde 9 oranındadır. 1980- 1982 yılları arasında sekiz ilde yapılan bir diğer araştırmada, istismara uğrama oranı yüzde 33, tokat atma, kulak ve saç çekme oranı yüzde 25, sopa ile dövme oranı yüzde 14 olarak bulunmuştur. Eğitimsiz ailelerin yüzde 40’ı çocuklarını istismar ederken, eğitim düzeyi yüksek ailelerde bu oran yüzde 17’dir. Bir diğer araştırmada, 7- 14 yaş grubundaki çocukların yaklaşık yüzde 40’ı anne ve/veya babaları tarafından dayak yediklerini belirtmişlerdir.

Bazı çocuklar yetişkinlerin cinsel saldırılarına hedef olurken; kimileri de küçük yaşta ağır, uygunsuz işlerde çalıştırılmakta ve büyük sorumluluklar üstlenmektedir.

Çocuğun çalıştırılması, çocuk işgücünün istismarı, sokakta yaşayan ve sokakta çalışan çocukların sorunları, günümüzde birçok toplumda karşılaşılan ve çözüm bekleyen sorunlar olarak çıkmaktadır karşımıza. Türkiye’de pek çok çocuk ve genç ya ailelerinin geçimine katkıda bulunmak ya da kendilerini geçindirmek amacıyla erken yaşta çalışmaya atılmakta ve türlü istismar ve ihmal biçimleriyle karşılaşmaktadır. Özürlü çocukların büyük bir çoğunluğuna ise gelişmelerini sürdürebilmeleri için gerekli olanaklar sağlanmamaktadır. 

Özellikle büyük kentlerde zamanlarının büyük bir bölümünü sokakta çalışarak geçiren çocukların da giderek arttığı dikkat çekmektedir. Bu çocukların büyük bir bölümü ailelerine katkı sağlamak için sokakta çalışırken bir kısmı ise aile desteğinden bütünüyle uzak, başıboş dolaşan çocuklardan, evden kaçan ya da evden atılan çocuklardan oluşmaktadır. Bu son gruptaki çocuklar da sokakta çeşitli işler yapmakta, ekmek parası kazanmak için türlü mücadeleler vermektedir. İstismar ve ihmal konusunda yapılan çalışmalar incelendiğinde, genellikle sağlık alanında, ruhsal hastalıkların belirlenmesine yönelik yapıldıkları görülmektedir. Oysa çocukların kötüye kullanımı bir halk sağlığı sorunudur ve bireylerin sosyal yaşamlarında olumsuzluklara neden olmaktadır. Gerek kayıtların gerekse akademik çalışmaların yetersizliği ülkemiz için sağlıklı veriler oluşturulmasını zorlaştırmaktadır.


 Çocukların dilendirilmesinin artık fazlasıyla yaygınlaşmasıyla birlikte, çocuklara su ve mendil sattırarak insanların acıma duygularına hitap edilmektedir. Ancak insanların o çocuklara yardım ettiği düşüncesiyle para vermesi, durumun tekrarlanmasına olanak sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu yollarla para kazanabilen çocuklar, daha fazla dinlendirilip, daha çok istismar edilirler. Bizler bu konuda bilinçlenmeli ve bu çocuklara para kazandırarak bu istismarı meşrulaştırmamalıyız.

Bir başka önemli konu da ülkemizde fiziksel cezanın disiplin yöntemi olarak yaygın bir kullanımı olduğudur. Oysa okulda ve evde disiplini sağlamak için şiddet dışı seçenekler bulunmaktadır. Fiziksel ceza yaklaşımından uzaklaşmak için öğretmenler çocuk istismarı konusunda gerek mezuniyet öncesi gerek hizmet içi eğitimlerde bilgilendirilmeli, istismara uğramış çocukları fark etme konusunda beceri kazandırılmalıdır.

Türkiye’de son yıllarda çocuk istismarındaki artış, artışın nedenleri ve istismarların önüne nasıl geçilebileceği üzerine ciddi araştırmalar yapılması gerekmektedir. Türkiye’de cinsel istismar ve ensest sorunu ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlı seviyededir. Dünya çapında yapılan çalışmalara göre çok çok yetersizdir. Eğitim, bilinçlenmek ve bilinçlendirmek için çalışma yürütülmesi ve sağlanması gereken koşullardır. Bu noktada toplumsal cinsiyet eğitimi, çocuğun vücut dilini ve psikolojisini anlayabilme uğraşı, medya okuryazarlığı dersi, toplumsal yeniden inşanın mümkün olduğu gerçeği ve uğraşı kökten çözüm için büyük kazanımları beraberinde getirecektir.

Çocuk yetiştirirken sergilenen tutumlar, gündelik hayatın içinde kulağımıza çok olağan gelen, aslında kanayan yaraların tuzu olan söylemler, tehlikeli ama çok alışılmış taciz, tecavüz üzerinden yürütülen mizah anlayışı… Daha ileriye gidersek çocukların ebeveynin “malı”, “namusu”, “yüz akı” ya da “yüz karası” olduğu düşüncesi, toplum koşullarında pozitif ayrımcılığın öneminin kavranamayışı ve hatta pozitif ayrımcılığın çok yanlış anlaşılması… Ve daha pek çok şey…

Her gün bilmediğimiz yüzlerce istismar vakası yaşanıyor. Bilmiyoruz çoğunu. Bildiklerimiz mi?

Örneğin;

Aile içinde babasının istismarına uğrayan kaç çocuk annesinin sessizliğinde boğuluyor?

En yakınları tarafından cinsel istismara uğrayan kaç çocuk “Madem öyle, bu zamana kadar neden sustun?” diye sorgulanıyor?


Türkiye’nin bu mevcut duruma artık “dur” deme vakti gelmedi mi?

Birleşmiş Milletler, 20 Kasım 1989’da Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi kabul etmiştir. Bu sözleşme Amerika Birleşik Devletleri ve Somali dışındaki devletleri bağlayıcı uluslararası yasal bir belge niteliği taşımaktadır. Bu nedenledir ki Türkiye’yi de bağlar.

Sözleşmenin maddelerinden dördü şöyledir:

• Madde 2: Sözleşmenin güvence altına aldığı bütün hakların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin bütün çocukları kapsaması gerekir.

• Madde 3: Çocuklarla ilgili her türlü faaliyette çocuğun yüksek yararı temel düşünce olmalıdır.

• Madde 6: Her çocuğun yaşama, hayatta kalma ve gelişme hakkı vardır.

• Madde 12: Kendini ilgilendiren her konuda çocuğun görüşünün dinlenmesi ve dikkate alınması gerekir.

Şimdi ülkemizi düşünün ve bir bakın acaba bu maddeler uygulanıyor mu?

Keşke kanayan yaralara tuz olmak zorunda kalmasak…

Ancak unutulmamalıdır ki çocuklar haklarını savunabilecek, ses çıkarabilecek güce sahip değillerdir. Onlar bizlerin geleceğidir ve onların yerine bizlerin artık ses çıkarma zamanı gelmedi mi?

 Arzu KÖK

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Gençlerden Mesaj!... - Arzu KÖK

 Gençlerden Mesaj!...

Bizler bu ülkede doğmuş, bu ülkenin okullarında okumuş, 16-30 yıldır bu topraklarda yaşayan, şiddetle hiçbir alakası olmayan, genç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak ülkenin son durumundan fena halde rahatsızız.

'Gençler geleceğimiz' edebiyatının dibine vurulmuştur. Bu nedenle de geleceği belirsiz gençlerin yaşadığı bu topraklarda rahatsızlığımızı devletin pek de takmayacağını öğrenmiş olacak kadar da yetişkiniz.

 Yine de cumhuriyetin gençlere emanet edildiğinin en çok söylendiği 19 Mayıs günü, bu emanetin üzerimize yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmek adına; sorunun bu hale gelmesinde sorumluluğu en az olan, elleri en temiz olan biz gençler; ortak geleceğimizin karartılmasından duyduğumuz rahatsızlığı bütün ülkeyle paylaşıp tarihe not düşmek istiyoruz.

Bizler bundan yıllar önce cumhuriyeti emanet alan gençlerin yaptıkları yanlışların faturasını ödüyoruz. Zira gerektiği gibi sahip çıkmamışlardır cumhuriyete. Yıllardır bağıra çağıra gelen her türlü tehdide dur deme azmini gösterememişlerdir.

Sorunların çözümü için, daha az demokrasi ve özgürlük, daha çok korku ve güvensizlik   vaat eden uygulamalar içine girilmiş yıllarca insanımız birbirine kırdırılmıştır. 'Baba'dan kalma usullerden vazgeçmeyen bu kafayla gidilirse, sorun çözülmeyeceği gibi toplumsal gerilim de artacak.

Eğitim var mı yok mu belli değil. Oysa ki eğitim bir ulusun gelişmesinin olmazsa olmazıdır. Ancak uygulanan politikalarla eğitim neredeyse durma noktasına getirilmiştir. Hatta özelleştirilmesi yönünde büyük çalışmalar yapılmıştır. Eğer eğitim ciddi anlamda düzeltilmezse bu ülkenin sonu felaket olacaktır.

Sağlık hizmetleri özelleştirme kapsamına alınmıştır. Halkın olmazsa olmazları birer birer elden çıkarılmaktadır. Buna dur denilmelidir.

Ülke toprakları parsellenerek satılmaktadır. Yıllar önce savaşarak topraklarımızın tek bir santimetresini dahi alamayanlar bugün dönümler alabilmektedirler. Yer altı ve üstü kaynaklarımızın dış sermayelerimizin emrine verilmiştir. Zenginliklerimizin kıymeti bilinmeli ve bunlar doğru kullanılarak tüm dış borçlarımız kapatılmalı ve dış güçlere bağımlılığımız ortadan kaldırılmalıdır.

Hukuk düzenimiz yerle bir edilmiştir. Hükümetlerin işlerine gelmeyen bir durum olduğunda hukukçularımız hedef gösterilmiş ve gözü dönmüş taraftarları tarafından canlarına kastedilmiştir. Hukuk sistemimizin yeniden düzeltilmesi gerekmektedir.

Bugün sorunların çözümü doğrultusunda hiçbirimizin önüne bir gelecek ufku sunmayan mevcut tüm siyasetler ve söylemler iflas etmiştir.

 Bugün barıştan, kardeşlikten, demokrasiden yana cesur ve samimi yeni bir söz söylemek gerekir. En az bizim kadar bu iflasın farkında olan sorumluluk sahipleri tarihi sorumluluklarının gereğini yerine getirmelidir.

Çünkü bu coğrafyada kimsenin sorumsuzca hareket etmeye hakkı yoktur. Yoksa bu ateş hepimizi yakar. “Bu gök deniz nerede var nerede bu dağlar taşlar!”

İstikbalde dahi bizi tüm değerlerimizden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici herkes bilsin ki; çözümsüzlükten siyasi medet umanlara, ekilen düşmanlık tohumlarına aramızdaki muhabbeti kurban etmeye artık hiç niyetimiz yok!

Küresel adaletsizliğe, savaşlara, demokrasimizin çıtasını yükseltmeye, hukukun üstünlüğünü sağlamaya, her alanda eşitsizlikleri gidermeye, refah ve gülen yüzler artırmaya çalışılmalıdır.

Korkma!

Bu sorunlar çözülecek, bu coğrafyada özgür, mutlu ve başı dik yaşamanın bir yolunu mutlaka bulacağız. Güzel günler göreceğiz, güneşli günler!       

Korkma!      

Hesabı sorulmamış hiçbir cinayet, hiçbir hukuksuzluk kalmayacak, kimse hukukun üstünde olmayacak kimse hukuksuzluğun altında ezilmeyecek. Şemdinli'de de Ankara'da da!    

Ve artık korkma ve kimseyi de bununla korkutma; ülke bölünmez, rejim de yıkılmaz!    Demokrasi, barış, refah, huzur hepimizin hakkıdır!

Muhtaç olduğumuz kudret de damarlarımızdaki kanda saklıdır.

Ne mutlu cesaretle bunu söyleyebilenlere!

Haykırabilenlere!... 

 Atam, emanetine şimdiye kadar gerektiği gibi bakılamamış, ama biz bugünün gençliği olarak bu emanetin en büyük koruyucuları ve savunucuları olacağız.  

 Söz veriyoruz.

Arzu KÖK

9 Mayıs 2021 Pazar

Şaşırmak...

 Şaşırmak...

“Ve her şey o kadar çoktu ki şaşırmak az gelirdi.” demiş Edip Cansever. Buralarda ise her şey o kadar çok ki kimse bir şeye şaşırmıyor. İnsanların şaşıracak yerleri sancı dolu sanki.

Önce herkesin benzer hikâyeleri, benzer öfkeleri, benzer dertleri olduğu gösterildi insanlara. Sonra olanlar oldu insanın başta kendine şaşırması dahil, hiçbir şeye şaşırmaz hale gelindi. Çünkü ülke gelişmekteydi, dünyaya hükmedilecekti, köşeyi dönmek ise an meselesiydi. O yüzden şaşırmak önemli değildi. Bu ilerlemede kimse önümüzde duramazdı, daha çok çalışmalıydık, ne demek olduğunu anlamasak da mutlaka kariyer sahibi olmalıydık, en az üç çocuk sahibi olmalıydık, onlara iyi eğitim verebilmek için gerekirse diğer çocukların haklarını çalmalıydık, moda meslekleri edinsinler diye gerekirse yurtdışına göndermeliydik onları, artık dünyayı görmüş nesiller yetişiyordu, neye şaşırılabilirdi ki?

Her gün aynı otomatik davranışlarla geçiyordu günler. Sürü psikolojisi, enerjisi çekilmiş ruhlar dolanıyor oldu ortalıkta. “Neden biz böyleyiz de Amerika, Avrupa kadar gelişmişlik içinde değiliz?” diye yakın dur. Günün sonunda herkesin yüzünden düşen bin parça. İçi geçmiş herkesin.

 İnsan olmanın en büyük belirtisi şaşırmaktır. İyi anlamda da kötü anlamda da şaşırmak. Bir yaşam belirtisi gibidir şaşırmak. Bu aslında insanlığa gönderilen zehirli bir virüs gibidir. Bulaşıcıdır ve insanları kontrol altında tutmak için uygulanan kusursuz bir yoldur. Çünkü şaşıran insan gerçektir. Henüz beyni uyuşmamıştır. Şaşıran insan tepki verir. Böylece yaşamda bir adım öne geçer. Bu ise egemenlerin en son istediği şeydir.

Eğer bazı şeylere alışmış ve şaşırmayı bırakmışsanız siz de o virüsten etkilenmişsiniz demektir. Mesela:

Gökyüzünde ne kadar çok yıldız olduğuna,

Gelen şehit haberine,

Teröre,

Şehirlerin göbeğinde patlayan bombalara,

Kör kurşunlarla öldürülen masumlara,

Kartopu yüzünden ölenlere,

Artan kadın cinayetlerine,

Tecavüz mağduru kadın ve çocuklara,

Hırsızların elini kolunu sallayarak dolaşmasına,

Masumların sırf düşündüklerini ifade ettikleri için hapiste olmalarına,

Sokağınızda yeni açılan dükkâna,

Telefonda sizinle bir heyecanını paylaşan dostlarınıza,

İş arkadaşınızdaki değişikliğe,

Yediğiniz güzel ve ilginç yemeğe,

Bir böceğin rengine,

Akıllıca bir söz söyleyen çocuğa,

Öğrendiğiniz her yeni bilgiye,

Nefret ettiğiniz kişinin iyi bir yönü olduğuna,

Hırsızlığa,

Ölümlere,

Ülkedeki siyasi yapıya,

Eğitimin durumuna,

Laiklik kavramına laf söyleyenlere,

Vapurlara,

Martılara…

Yukarıda tüm saydıklarıma şaşırmak bize yaşadığımızı hissettirir. Beyin foksiyonlarımızın hâlâ çalıştığını gösterir. Her gün aynı şeyleri yapmanın dışına çıkmayı sağlar. Artık yaşama başka renkler getirme şansı vardır bu durumda. Sesiniz çıkabilir, itiraz edebilirsiniz. Sizi yönetmek çok zor olur. Üstünüze henüz ölü toprağı serpilmemiş demektir. Bu nedenledir ki vazgeçilmemelidir şaşırmaktan.

Kötülükler artık şaşılamayacak denli bilinen duruma geldiyse, onun karşısında şaşılacak iyilik de kalmadıysa, şaşılacak hiçbir şey yoksa bu o ülkenin de o ülkede yaşayan insanların da tükenişinin kendisidir. Tükeniş ise ülkemize bu virüsü bulaştıranların tek istediğidir.

Bu nedenledir ki yanınızda her zaman, merak, ilgi, heyecan, yenilik ve umut bulundurun. “İyilik, saygı, hoşgörü zaten olmalı şaşırmak niye?” demeye başlamışsanız siz de virüsü kapmışsınız demektir. Dikkatli olun, şaşırmaktan, soru sormaktan çekinmeyin…

Arzu KÖK

 

22 Nisan 2021 Perşembe

23 Nisan ve Çocuklar - Arzu KÖK

 23 Nisan ve Çocuklar

23 Nisan pandemi dolayısıyla yasaklı geçecek bu yıl. Oysa 23 Nisan kutlanmaya başladığında Kurtuluş Savaşı yeni bitmiş, sayısız şehit çocuğu, öksüz, yetim kalmıştı. Bu kutsal emanet olan çocuklara sahip çıkabilmek adına TBMM’nin kurulduğu gün, aynı zamanda çocuklara armağan edildi ve kutlanmaya başlandı. O gün bu gündür 23 Nisan; Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanır oldu. Bugün ise bu törenler belki de yapılmasın diye, Anıtkabir ziyaretçi akınına uğramasın diye yasak geldi. Gerekçe pandemi.

Aslında gerekçe bu olsa da asıl amacın farklı olduğu herkes tarafından biliniyor. Ben burada bunları anlatmayacağım yeniden. Ama biliyorum ki çocukları sevmeyenlerin, çocuklara ait bir bayramı iptal etmesi son derece normaldir.

Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok önemli başka işleri var, kimi güya vatanı, milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirme peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacak belki ama onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkûm olacaklar.

Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, ana rahminde öldürülmezlerdi, doğunca öldürülmezlerdi, çocukluklarını yaşayamadan öldürülmezlerdi... 23 Nisan “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak ilan edilmiş ama aradan geçen onca yılın ardından dünyada, öldürülen çocuk sayısı bakımından ilk sıralarda yer alan bir ülke konumuna gelmişiz, ne yazık.

Ülkemizin sınırları, ülkemizin çocuklarına gün geçtikçe dar edilmeye devam ediliyor.

Sınırları dar edenler ise çocukları vurdumduymaz bir şekilde sokaklara salan sorumsuz, eğitimsiz aileler ve sokakları, çocukları koruyamayan devlettir. Her geçen gün inanılmaz üzücü ve ahlak sınırlarını zorlayan haberleri duymaya, okumaya başladık. Haber dediğime bakmayın siz: Boğazı kesilerek öldürülen bebeklerden, elinde pompalı tüfekle okuduğu sınıfı basan ilköğretim öğrencisinden, kümese sağ olarak gömülen zavallı çocuklardan, beş yaşında dövülen, altı yaşında öldürülen, yedi yaşında taciz edilen, sekiz yaşında tecavüze uğrayan, dokuz yaşında mendil sattırılan, dokuz yaşında dilendirilen, on yaşında sırtında sigara söndürülen, on bir yaşında bıçaklanan, on iki yaşında evlendirilen çocuk gelinlerden bahsediyoruz.

Bu ülkenin çocukları, geleceğimiz, bizim çocuklarımız…

Ancak İHD, Dünya Çocuk Hakları Günü vesilesiyle yayımladığı raporunda  617 çocuğun yaşamını yitirdiğini açıklıyor. Çocuk yaşam hakkı ihlalleri ise şöyle sıralanmış raporda:

- 6 bin 132 çocuk cezaevinde.

- Yıl içinde çocukların çalıştırıldığı işyerlerinde meydana gelen ölümlü kazalarda toplam 14 çocuk hayatını kaybetmiş.

 - UNİCEF’in Ekim 2015 tarihinde yayımlamış olduğu ‘’Türkiye’de Suriyeli Çocuklar’’ çalışmasına göre, kayıtlı 1 milyon Suriyeli çocuk bulunurken, yıl içerisinde 105 sığınmacı ve mülteci çocuk hayatını kaybetmiş.

- Bakım evlerinde ve eğitim kurumlarında yıl içinde toplam 5 çocuk hayatını kaybetmiş.

- 389 çocuk cinsel istirmar ve tecavüze maruz kalmış.

- TÜİK’in yayımlamış olduğu İstatistiklerle Çocuk raporuna göre 16-17 yaş grubunda 23 bin 906 çocuk evliliği gerçekleşmiş.

Belki de bu rakamlar, çocuklara duydukları sevgisizlik gün yüzüne çıkmasın diye istemiyorlardır bu bayramın kutlanmasını. Ülkeyi yönetenlerin derdi; çocuklara karşı işlenen suçlara karşı radikal kararlar almak bir yana dursun 18 yaş’a seçilme hakkı vererek, nüfusun yarısı genç olan bir kalabalığın oyunu almak, en büyük dertleri. Çocukları sadece başlarına dert olarak görüyorlar. Oysa Türkiye’nin asıl problemi çocuklar değildir. Türkiye’nin en büyük problemi çocukları insan gözüyle görmeyen ahlaksız büyük bedenlerdir.

Anaokulundan başlayarak çocukları siyasi bir figür değil, bir değer olarak görüp çağdaş geleceğe yönelik bir bilinçle eğitmek gerekir. Çocuk işçiliğinin sert tedbirler alınarak engellenmesi gerekir… Töre adı altında çocuk gelinlerin büyük bedenlerin altına yatmasını engellemek gerekir. Güya adı eğitim yurdu olan kurumlarda çocuk tacizlerinin önüne geçmek gerekir…

Bir toplumun geleceğini kurtarmak bir yana boğazına ipi geçiriliyor yazık ki ülkemde. İp geçirilemiyorsa şayet hapishanelerde karartılıyor yaşamı. O da olmuyorsa taciz edilerek karartılıyor. Bu da olmuyorsa masumluğuna, çocuk olmasına bakılmadan öldürülüyor. Şimdi durum böyleyken Çocuk Bayramı’na tahammülü olur mu bu büyüklerin?

Unutmayın! Yaşananlar, yarın yaşanacakların habercisi olurlar. Belleklerden kayıtlar kolay kolay silinmez. Bu ise ülkeyi felakete sürükler… Kör gözler görüyor mu acaba?

“Çocukların ağladığını duyuyor musunuz ey kardeşlerim.

Keder yıllarla gelmeden önce

Küçük küçük çocuklar, ey kardeşlerim

Acı acı ağlıyorlar

Ötekiler oynarken, onlar ağlıyorlar” (Elizabeth Browning  - Çeviri: Mina Urgan)


                                                                           Arzu KÖK

 

11 Nisan 2021 Pazar

Ne Olacak Bizim Halimiz? - Arzu KÖK

 Ne Olacak Bizim Halimiz?

Kanadalı yazar, şair, söz yazarı ve müzisyen Leonard Cohen'in 'Görkemli Kaybedenler' isimli önemli yapıtını çoğunuz biliyorsunuzdur. Bilmeyen ya da okumamış olanlara da öneririm doğrusu... Kitaptan çok ilginç bir tümce kaldı aklımda, şöyle: "Bu bir maskeler dansıydı ve her maske mükemmeldi, çünkü her maske gerçek bir yüz ve her yüz gerçek bir maskeydi..."

Tam da bugünlere özgü. "Büyük büyük" insanlar, sürekli bir şeyler söylüyorlar. Hangisi maske hangisi gerçek yüz. Kim doğruyu söylüyor, söylediği doğru neye göre, kime göre doğru… “Anlayan beri gelsin!” diyesi geliyor insanın. Herkes bir buhran içinde. Eğer ki insan bir şeylere dokunamıyorsa, içine akamıyorsa, anlaşılmadığını düşünüyorsa, kendisi anlayamıyorsa, iletişim kurmayı beceremiyorsa, artık sözcükleri yeniden düşünmeye, daha derinlere inmeye ihtiyacı var demektir. Ama bu ihtiyacı karşılayacak olanlar nerede?...

Biliriz ki sözcükler düşüncelerimize hükmeder, şekillendirir. Düşünceler ise duyguları harekete geçirir, davranışlara neden olur. Davranışlar ise sonuçları ortaya çıkarır. Bu nedenle "Kelimeler, tecrübelerimizi dizdiğimiz ipliktir" diyor Aldous Huxley, bu nedenle "Kelimelerin gücünü bilmeden, insanı anlamak imkânsızdır" diye kesin konuşuyor Konfüçyüs. Bu nedenle "Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu" diye soruyoruz sık sık…

Ağzımızdan çıkan her sözcüğün, her tümcenin düşüncelerimizin 'aromasını', hayatımızın anlamını, tecrübelerimizi, hakikiliğimizi ele verdiğini aslında çoğumuz biliyoruz. Biliyoruz da meramımızı anlatmakta ya da karşımızdakinin meramını anlamakta neden bu kadar 'fakiriz?' İşte bizler bu kadar fakir olduğumuz için çok güzel kullanıyorlar sözcükleri birileri ve yaptırıyorlar istediklerini. Ben Mısır'dan örnek vereyim siz Türkiye anlayınız!

"Eski Mısır devlet başkanı Enver Sedatı yaptığı suikast sonucunda öldüren adama hâkim sorar: "Enver Sedat’ı neden öldürdün?"

Katil: "Çünkü laikti"

Hâkim: "Laik ne deme?"

Katil: "Bilmiyorum!"

---------

Mısırın iyi edebiyat adamı rahmetli Necip Mahfuz'u öldürmeye çalışıp başarısız olan sanığa hâkim sorar: "Neden vurdun?"

Sanık: "Sokak çocuklarının hayalleri adlı kitabı yazdığı için"

Hâkim: " Peki sokak çocuklarının hayallerini okudun mu?"

Sanık: "Hayır"

---------

Hâkim Yazar Faraç Foda’yı öldüren üç teröriste sorar: "Neden Faraç Foda’ya suikast düzenleyip öldürdünüz?"

Suçlu: "Çünkü kafir"

Hâkim: "Onun kafir olduğunu nereden anladın?"

Suçlu: "Onun kitabından"

Hâkim: "Hangi kitabından anladın onun kafir olduğunu?"

Suçlu: "Ben okuma yazma bilmiyorum"

Hâkim: "Nasıııll!

Suçlu: "Ben okuma yazma bilmiyorum"

 Buradaki suçlu diye ifade edilenler mi yoksa sözcükler ile onları yönlendirenler mi? Eğitime verdiğimiz vergiler bize/toplumumuza hurafe ve safsata ile sömürülen akılların, cehaleti olarak geri dönüyor. Yazık ki aydınlarımız dahi suskun. Sözcüklerini onlar kadar etkili kullanmaktan yoksun. Durum böyle olunca da Maksim Gorki’nin Ana romanında söylettiği bir söz geliyor akla: "İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne, işte asıl cinayet bu. Utanılacak bir cinayet! Anlıyorsun beni değil mi anne? Halkın ruhunu kurutuyorlar ve hiçbir şey anlamaz hale getiriyorlar."

İnsanları aldatan ve azmettirenler suçludur aslında ama onlar bunun farkında değiller. Ancak yazık ki tüm bunları görüp de sessiz kalan aydınlar da ayrı bir konu? “Ne olacak bizim halimiz?” diye soruyor herkes, ruhları öldürülürken…

Arzu KÖK