26 Temmuz 2016 Salı

Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri -Arzu KÖK

Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri


Elime bir kitap geçti geçen gün. Mehmet Erbil imzalı, Hasanoğlan Mezunları Derneği Yayınevinden çıkan, ‘Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ isimli bir kitap. Adıma imzalayarak verdi elime sağolsun. 

 Bu kitap Mehmet Erbil’in ikinci kitabı. İlk kitabını büyük bir keyifle okumuştum. İkinci kitap elime geçince heyecanlandım doğrusu. 340 sayfalık bu kitabı da ilk kitabında olduğu gibi büyük bir merakla okudum. İlk kitapta önsöz Mahmut Makal’a aitti, Burada ise Ali Dündar’a ait. Mahmut Makal, Köy Enstitü’lü bir öğretmen ama ‘Bizim Köy’ isimli eseri ile Türkiye’yi, hatta dünyayı sallamış bir yazar aynı zamanda. Ali Dündar ise önce Pazarören Köy Enstütüsü’nü bitirip sonrasında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstüsü’nde okumuş bir öğretmen, Türk Dili üzerindeki araştırmaları ve yazılarıyla ön plana çıkmış bir usta. Bir defa önsözü okurken bile nasıl değerli bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz.

Kitabı açtığınızda sizi kendi çizdiği Atatürk portresi karşılıyor. Durum böyle olunca Atatürk’ten bahsetmeden, O’nun ileri görüşlülüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Mustafa Kemal Atatürk Beyaz Zambaklar Ülkesinde isimli Grigoriy Petrov’a ait kitabı okuduğunda bu destansı hikâyeye hayran kalmış ve bu eserin Türkçe’ye çevrilerek okulların, özellikle askeri okulların müfredatına alınmasını emretmişti. O kitap; tüm yoksulluğa, imkânsızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan işadamlarına kadar, her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, Finlandiya’yı, ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir mücadele verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak biçimde gözler önüne seriyordu. Ülkenin kaderi birkaç aydının ülke için uğraşmasıyla, köy köy dolaşarak halkı eğitime teşvik etmesiyle değişiyor ve günümüzdeki hâlinin ilk adımlarını anlatıyordu. 

Mustafa Kemal Atatürk eğitimin anlamını çok iyi bildiğinden eğitime tüm diğer konulardan daha çok önem vermiştir. Ve bizlere Fillandiya’lı aydınlar gibi yapın dememiş, tüm ilk adımların atılmasını sağlamış, Köy Enstitüler’i gibi sağlam eğitim kurumları açılmasının yolunu açmıştır. O’nun döneminde kurulan Köy Öğretmen Okulları sonradan Köy Enstitüsü oldular ama temel onundu ve gerçekten harikulade tasarlanmış okullardı bunlar. Ve eğer kalsalardı ülke adına harikulade sonuçlar doğuracaktı. Hani Mustafa Kemal Atatürk o kitapta, bin bir emekle Fillandiya’da kurulan eğitim sisteminin bugün bile dünyada en iyi eğitim sitemleri içerisinde ilk beşte gösterileceğini görmüş, bu nedenle olsa gerek, belki de dünyada ilk sırada yer alabilecek bir eğitim sisteminin ülkemizde yerleşmesi için ön ayak olmuştu. Ancak ondan sonra gelenler bilemedi bunun kıymetini…


Mehmet Erbil kitabına Köy Enstitülerinin kuruluş öyküsü ile başlıyor Hasanoğlan Köy Enstitüsünün kuruluşu, sonrasında Yüksek Köy Enstitüsü oluşunu ve sonrasında da günümüze kadar olan tarihsel gelişimini artısıyla, eksisiyle gözler önüne seriyor. Okurken kâh gözlerim doldu, kâh öfkeden delirdim. 

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ayırdığı ödenekle, öngörülen 21 Köy Enstitüsü’nün kısa sürede kurulup tamamlanması olanaksız olduğundan, gerek yapım, gerekse öğretim ve uygulama harcamalarının karşılanmasında köy bütçelerine ve imeceye de başvuruldu. Sonradan açılan enstitüler, daha önce açılan Köy Enstitü’lerindeki öğrenciler eliyle yapıldı çoğu yerde. İşte Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü de böyle kurulanlardandı. Öncesinde kurulan Köy Enstitülerinden öğrenciler tarafından inşa edilmişti orası. Erbil kitabında o inşa aşamalarını, öğrencilerin kendi anılarından alıntılarla anlatıyor. Ve okudukça yüreğiniz dağlanıyor. O ufacık köy çocuklarının nasıl bir inanç ve güçle o binaları yaptıklarını okudukça kendi gelecekleri için böylesine mücadele veren bu çocuklara hayran kalıyorsunuz. Hele ki yaptıkları bu binaların sağlamlığı, mimari yapısı bugünün mühendislerinin, mimarlarının bile ilgi odağı. Örneğin Erbil’in kitabında anlattığı bir olay gerçekten çok trajikomik. 1982 yılında kalorifer kazanının patlaması sonucu yıkılan müzik dersliğinin bir bölümü güya aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Ama çıkan sonuç gördüğüm resimlerde gördüğüm kadarıyla hiç de öyle demiyor. Gerçekten merak ettim onu yapan mimarı. Ama çok da üzüldüm, güya üniversite mezunu bir mimar o köy çocukları kadar bile olamamış çünkü.

Kitapta Hasanoğlan beldesi (şimdilerde Elmadağ ilçesinin bir mahallesi) ile kurulan Enstitü tüm ayrıntılarıyla anlatılıyor. Hele ki orada uygulanan eğitim gerçekten bir harika. Her alanda uzman yetiştiren bir kurum olduğunu gösteriyor bizlere Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü özelinde tüm enstitülerin. Mehmet Erbil kitabında bunları resimlerle süsleyerek çok güzel anlatmış. 

Öğrencilerin yetişme tarzlarının yanında, sanat ve teknik alanlarındaki başarılarından söz eder. Güzel sanatlarda ne kadar ileri olduklarını gösteriyor bizlere. Okuma, rapor, proje düzenleme, derlemeler yapma gibi üstün meziyetlerini dile getiriyor. Yönetici, öğretmen, öğrenci ve tüm çalışanların tam bir uyum içinde ulusal bir birlik sergilemeleri yanında, usta öğreticiliğin önemini vurguluyor. O dönemde yapılanları okudukça göğsünüzün kabardığını görüyor, ülkem böylesi bir kuruma sahip olduğu için çok şanslı diyorsunuz. Sonra, sonrası hüzün…

Çıkarılan bir yasayla Köy Enstitüleri kapatılıyor, önce İlk Öğretmen Okulu sonra Öğretmen Lisesi haline getiriliyor. Şimdilerde ise ne olduğu belli olmayan bir lise olarak çıkıyor karşımıza. Bir süre daha oralarda o ruh devam ediyor ama sonrasında sistem bu ruhu yok ediyor. Üretmek en büyük onur kabul edilirken tüketmek ön plana çıkıyor. Yapılan heykeller yıkılıyor, Erbil’in o okulda öğretmen iken bin bir emekle kurduğu müzedeki resimler (Bugün değeri milyonlarla ölçülecek) hiç ediliyor, o köy çocuklarının diktiği ağaçlar yerlerinden sökülüyor ya da kesiliyor… Erbil kitabında işte o hiç edilenleri resimleriyle ortaya koyarak tarihe bir not düşüyor. Kırılan heykeller, hiç edilen tablolar öyküleriyle çıkıyor karşımıza. Emeğe düşmanlığın bu kadarı olmaz diyorsunuz okudukça…

Fillandiya halkı “Bizim madenlerimiz, verimli topraklarımız yok ama bizim en büyük hazinemiz; eğitim sistemimizdir” diyor. Keşke bugün biz de eğitim sistemimizle aynı şekilde övünç duyabiliyor olabilseydik. Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı biz de onur duyacaktık. Ülkemiz bu durumda olmayacak, dünyanın en iyi eğitim sistemi, dolayısıyla da en iyi ekonomisi, en gelişmiş ülkesi olacaktık. Ama yolu kesildi tüm bunların. 

“Üretmeden tüketenler bizden değildir” Köy Enstitüleri’nin bir anlamda ilkesiydi. Emeksiz yemek, üretmeden harcamak en büyük yanlıştı ve bu nedenle öğrencilere üretmenin güzelliği gösteriliyor, nasıl üretebilecekleri, hatta tüketirken nelere dikkat etmeleri gerektiği öğretiliyordu. Bugün, üretken toplumdan tüketen ve hazırcı bir topluma geçmiş isek bunun nedeni biraz da Köy Enstitülerinin kapatılması değil midir? Kitabı okuyan herkes üretken insanlar yetiştiren bu okulları tanıyacak ve eminim ki bugün gelinen duruma ve o güzelim okulları bu hale getirenlere çok kızacaklardır. Çünkü çok güzel anlatır Mehmet Erbil bunları bizlere.

Mehmet Erbil’in kitabını okudukça bunlar ve benzeri o kadar çok şey düşündüm ki anlatamam. Kendisine, bize yeniden bunları anımsattığı için teşekkür ediyorum. 340 sayfalık bu kitap inanın bir solukta bitti. Yukarıda bahsettiğim gibi kâh ağladım, kâh üzüldüm, kâh öfkelendim. Ama en çok da üzüldüm. Bu ülke halkının ve devletin bu kurumlara sahip çıkmaması bu ülkeye yapılan bir ihanettir bana göre. Ve Mehmet Erbil’in kitabını okurken bunu daha net anladım. Yeniden teşekkürler Mehmet Erbil. Emeğinize sağlık…

Bu kitabı Hasanoğlan Mezunları Derneği’nden edinebilirsiniz. Keyifli okumalar…

Arzu Kök

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Ders Alacak mıyız? - Arzu KÖK

Ders Alacak mıyız?


Her çocuk bir devrimcidir özünde. Doğanın yasaları onunla tazelenir ve olgun insanların onlara karşı yüreği ahlak, önyargılar, hesaplar, pis çıkarlar gibi engelleri ayaklar altına alır. Çocuk dünyanın başlangıcı ve sonudur; hayatı yalnız o anlar; çünkü ayak uydurur hayata. Bu nedenledir ki devrimler ancak çocukluğun saflığıyla yapıldığında iyi günler gelecektir. Çünkü insan, çocukluktan çıktı mı canavar kesilir, ikiyüzlülüklerle başka bir kalıba girerek inkâr eder hayatı.

 İnsanların çoğunluğu çocukluğunu dayak yiyerek, yoksullukla mücadele ederek, kanunların yükselttiği o ömür törpüsü kalelerde geçirirken, hayat temellerinin sağlam atılmasını nasıl beklersiniz ki? Yeryüzünün haydutlar, katiller, dolandırıcılar, tembeller ve düzen düşmanlarıyla dolu olmasında şaşılacak ne var, sizler doğa yasalarına uymadıktan sonra.

Sizler kanunlar yapmışsınız, akademiler kurmuş, ahlak kürsüleri tesis etmişsiniz, günde beş defa okunan ezan ile merhameti öğretmeye çalışan camileriniz var, ama bilemezsiniz bir çocuğun göğsü içinde neler kaynaştığını, güzel olabilecekken sakat bıraktığınız bu hayat hakkında da bir bilginiz yok, olamaz da. Sonra da şaşırıyorsunuz kundaktaki o masum bebekler nasıl birer katil, suçlu oldu diye.


İnsanlık binlerce yıldır yaradılışın kendisine anlattıklarından bir ders almasını bilmiş midir? Hayır… İşte bu yüzden bugün, hiçbir sosyal topluluk hayatı anlamıyor, hiçbir yasa onu koruyamıyor, ahmaklık ve keyfilik her zamankinden fazla hükmünü yürütüyor. Kirlendi dünya.


Bir çocuk ise tüm safiyane duygularıyla;

“Gezegenleri birbirine vurarak
Temizlemek istiyorum dünyayı
Kirinden ve pasından
Ama yooo… Hayır…
Ya bulaşırsa oradakilere bizim kirimiz”

diyerek ders veriyor bizlere adeta. 

Ders alacak mıyız?


Arzu KÖK

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Dikkat!... - Arzu KÖK

Dikkat!...

“Sizin hiç babanız öldü mü? 
Benim bir kere öldü kör oldum 
Yıkadılar aldılar götürdüler 
Babamdan ummazdım bunu kör oldum”

Cemal Süreya babasının ölümünü böyle yazmış… Kendince ölümü anlamlandırmaya çalışmış… Ölümü karşılarken, devam ederken yaşam, yaşamın çeşitli dönemlerinde farklı anlamlar da yüklemiş ölüme, yaşama… Geçmişten de tarihten de etkilenmiş…

 Her insanın ansızın gelen ölüm karşısında farklı duyguları, farklı algıları gelişir. Bu da çok doğal bir durumdur. Bu ölümler hastalıktan dolayı ise bunu karşılarken çeşitli psikolojik deneyimlerinden faydalanılır; kişi kendini hazırlar. Ama ya değilse; normal bir ölüm değilse bu… Nasıl olacak?

“Sizin hiç halkınız öldü mü?” diye soruyor bir şair. Kör olmamış kendisi ama daha bilinçli olmuş halkların ölümü konusunda. Sessiz kalmamayı öğrenmiş.  Sessiz kalanların aslında körleştiğini öğrenmiş. Biz ne öğreniyoruz? 

“O Kanlı Yazda İçimizdeki Çığlık Şuydu: 
Kaç tavşan! 
Ölüm ok gibi fırladı yaydan!
Çiğnedi yüreği korkunun ağır tankları!
Kaç, tavşan! İşte, gene gökte bir uçak delirdi,
Yerde tetik çeken parmaklar delirdi, kaç tavşan!
Asker oldu Aşk’ı yazan! 
Asker oldu aşkı yazan!
Kaç, tavşan! Kaç! 
Çevrildi sayfası ‘bahar’ın!
Kaç tavşan! 
Sen burada ölürsün!
Bir keder bombası dönüyor içinde yüreğimin!
 Kaç tavşan! 
Gene mayına bastı Hayat!
 Kaç tavşan! Kaç tavşan! Kaç!
 Gene idam kütüğüne yatırdılar ‘yarım barış’ı!” 

Kıbrıs’lı şair Fikret Demirağ ne güzel anlatmış değil mi? Altı yıl önce doğaya emanet ettiğimiz Kıbrıslı şair Fikret Demirağ’ın bu güzel şiiri, ülkesinin bölündüğü günlerin acısını taşımasının ötesinde sınır aşırı bir değerdedir. Bugün de ne çok şey anlatıyor bizlere değil mi? 

Umudu ve umutsuzluğu, zulmü ve direnişi, yıkımı ve inşayı iç içe yaşıyoruz bu günlerde. Behçet Necatigil; "Bence her şair, şiir hayatı boyunca, üç burçtan: Gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor…” der.  Ne kadar doğru değil mi? Hepimiz bu günlerde gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçmiyor muyuz? 

Bilge Karasu, “Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi bilemeyiz” demişti. Şu sıralar yürürlükte olanlara baktığımızda, ilerleyen günlerde, kimin nasıl anısı haline geleceğimizi bilmek aslında çok zor olsa da bazı şeyleri görmek için siyaset bilmeye de gerek yok. “Dikkat!… Devlet çıkabilir” günlerindeysek bazı şeyler ortadadır. 

Kişi başına düşen devlet miktarının giderek çoğaldığı her yerde her şey ortadadır. Ama gören olmaz… Korku sarmıştır dağları çünkü…

Arzu KÖK