26 Eylül 2014 Cuma

DİLİMİZ VE DİL BAYRAMI

Dilimiz ve Dil Bayramı

Arzu KÖK
“Bir ülkeyi ele geçirmek isteyenler, önce dilini ele geçirirler” diyor Konfiçyüs. Sonrasında da ekliyor; “ Bir ulusun önce dilini geliştiririm. Dil düzgün olmayınca; söylenen, söylenmek istenen değildir. Söylenen; söylenmek istenen olmayınca, yapılması istenen yapılmadan kalır, yapılması gereken yapılmadan kalınca, töreler ve sanat geriler. Töreler ve sanat gerileyince, adalet yoldan çıkar. Adalet yoldan çıkınca, halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı, söz başıboş bırakılmaz.”
Yani her şey,  dilimize gerekli değeri vermemizle başlar. Türkçe’yi sevmek, onu doğru kullanmak ve geliştirmek Türk insanının, özellikle aydınının en öncelikli görevidir. Zira milletlerin gelişmişlik seviyeleri dil ile ölçülür. Yani medeni olmanın ön koşulu dildir.
Türkçe, 1928 Harf Devrimi’nin gerekçelerinde belirtildiği gibi, Latin Temelinden Alınan Modern Türk Alfabesi’ni kullanır. Ulu Önder Atatürk Harf Devrimi ardından ‘Güneş Dil Teorisi’ni ortaya atarak, Türkçe’nin gelişmesine büyük katkılar sağlamıştır. Birçok kavramın da Türkçe karşılıklarını kendisi bularak dilimize kazandırmıştır.   Unutmayalım, Türkçe gelişmiş bir dildir: çünkü Türkçe’nin söz varlığı bugün 75.000 civarındadır. Türk Dil Kurumu’nun 1945’te çıkardığı birinci baskı Türkçe Sözlük 20.000 civarında kelime varken, 1998’de çıkardığı Türkçe Sözlükte 75.000 kelime vardır. Yeryüzünün en eski ve yeni coğrafya parçasında en çok konuşulan gelişmiş, zengin bir dildir. 1980’lerin ortalarında UNESCO hazırladığı raporda, Türkçe’nin konuşulan sayısı bakımından dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştır.
Böylesine zengin ve güzel bir dilimiz varken onu bozmaya yok etmeye çalışıyorlar. Onu daha da zenginleştirip doğru kullanımını sağlamak dururken. Neden ? Çünkü dış odaklar dilimizi yok etmek istiyorlar. Türkçemiz bir dünya dili olmaya aday iken, nereden geldiği belli olmayan bir hain rüzgarın etkisiyle bir bozma akıldışılığına uğruyor. Türkçe‘nin bin yıllık geçmişine, deneyimine hücum edildi. Türkçemiz en yetkin çağındayken canına kastedildi. Ölmedi! Ölmedi, ancak sakattır şimdi.
Caddelerde gezerken başınızı yukarı kaldırıp tabelalara baktığınızda görürsünüz ki isimlerin %70’i yabancı sözcüklerden seçilmiş. Açıyı iyi ayarlayıp bunlardan birinin önünde bir fotoğraf çektirseniz, çevrenizdekilere de ‘Bakın bu falanca ülke ziyaretim sırasında çekilmiş bir resmimdir’ deseniz emin olun ki inanırlar. İnsan bazen hangi ülkede yaşadığını anlayamıyor. Burası Türkiye, beyler, bayanlar. Dilimize sahip çıkalım. Dilimizi yok etmek isteyen dış mihraklara ve onlara çanak tutanlara izin vermeyelim. Dilimizi doğru kullanalım, kullandıralım.
Bir de dilimizin bu halde oluşu hep gençliğin suçu gibi gösterilip duruluyor. Peki bir genç, kendisini ve çevresini anlamaya başladığı andan itibaren, en utanç verici işler için, “Bunu yapsa yapsa bir Türk yapar” dendiğini duymuşsa, “Burası Türkiye” lafının “Burada her halt edilir!” anlamına geldiğini öğrenmişse, göğüs kabartacak yerli üretimin bile yabancı markaymış gibi sunulduğuna tanık olmuşsa, o gencin kendisiyle ve ülkesiyle övünmesi mi beklenir; yabancı olması koşuluyla her kültüre hayran olması mı? Türkçe’yi düzgün konuşması mı, yabancı dillerde konuşması mı? Durum böyleyken hala gençleri mi suçlayacaksınız, merak ediyorum doğrusu. Atalarımız “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” derler. Ama nedense hiç o iğne bize batmaz. Suçlu hep dışarılardadır. Kendisini aydın olarak tanımlayanlar, yazarlar, çizerler bile Türkçe’nin düzgün kullanımını geri plana ittikten sonra diğer insanlarımızdan ne beklenebilir ki?
Umutsuz değilim yine de. İnanıyorum ki dilimizin önemi er ya da geç anlaşılacak ve ulaşacaktır hak ettiği yere. Dilimiz yatağından çıkmış bir su örneği, Türk Milleti tarihi yatağına girecek ve elbette engin denizlere erecektir. Bu uğurda bize ve tüm aydınlara büyük bir görev düştüğünün de bilincindeyim. Dilimize sahip çıkalım, ülkemizi yok olmaktan kurtaralım…
Dil Bayramı kutlu olsun…

25 Eylül 2014 Perşembe

Mahmut Makal’la dünden bugüne Arzu KÖK

Mahmut Makal’la dünden bugüne
Arzu KÖK
‘Okumak tüm dünyada tehlikelidir. Çünkü okumak ve eğitim çok ciddi bir şeydir. Eğer bu uygulama hakkıyla yapılabilse, herkese okuma alışkanlığı kazandırılabilseydi kapitalizm hava alırdı. Okumak insanı düşünmeye sevk eder.’
Mahmut Makal, 1930’da Aksaray’ın Demirci köyünde doğdu. İlkokulu 1942’de köyünde bitirdi. Toros dağlarının eteğine kurulu İvriz Köy Enstitüsü’nde okudu.
1950’de büyük yankı yaratan “Bizim Köy” adlı ilk kitabını yayımladı. Köy Enstitülerinde eğitimin gerçek ereğini “halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlık perdeyi, o karanlıktan çıkan çocukların eliyle yırtıp atmasını sağlamaktı” şeklinde özetliyor.
- Köy Enstitüsü çıkışlı, insancıl ve toplumcu bir aydın olarak günümüz eğitim sistemini değerlendirebilir misiniz?
Köy Enstitüleri uygulaması, eğitim yoluyla köyü canlandırmak, toplumu etkilemek, bu yeni insan tipiyle, uygarlık kervanının ardından yetişmek ve önüne geçme ereğine dönüktür. Enstitülerde insanoğlu; erdeminin ve yaratıcılığının, eliyle beyni arasında kurabileceği uyumla doğru orantılı olduğu gerçeğine uygun yetiştiriliyordu. Eğitimin ereği, halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlık perdeyi, o karanlıktan çıkan çocukların eliyle yırtıp atmasını sağlamaktı. Şimdilerde, böyle eğitim kurumu, böyle yetişmiş insan istenmiyor. Bu yüzden de Atatürk’ün Türkiye’si eğitimsiz, işsiz, yönsüz-yöntemsiz, idealsiz insanların, din tüccarlarının ülkesi oldu. Gerçek öğretmen yetiştirmekten korkuyorlar. Hep geriye doğru giderek, karanlık çıkmazlara gömüldük. Köy Enstitüleri ilkelerinin günümüz koşullarına göre yeniden uygulamaya sokulması bir seçenek olabilir.
- Yazarlık yaşamınız süresince ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
1949 Eylülünde ilk sürgünü yaşadım. Öğretmenliğe, doğduğum kent Aksaray’ın Nurgöz köyünde başlamıştım. İlk sürgünümde o köyden aynı ilin Çardak Köyüne gerçekleşti. İlk kitabım çıkalı üç ay olmuştu henüz. Kitabı elime alır almaz da Aksaray hapishanesini boyladım. Tutuklanmamın nedeni görünüşte kitabım değildi. “, kömürcü bir olacak bizim kuracağımız düzende”diyerek komünizm propagandası yapmıştım sözde. Bu iftiralarla kaç kişi, kaç kuşak harcandı... Bir aydan fazla tutuklu kaldım. Köy Enstitülerini kapatanlar, beni cezalandıranlar, iktidarı yitirse de kıyım hız kesmeden ardılı iktidarlarla, Demokrat Parti’yle sürüyordu.
Yazar her zaman haklının yanında olmalı
- Günümüz edebiyatı toplumsal sorunları yansıtmada üstüne düşen sorumluluğu yerine getirebiliyor, özgün çözümler üretebiliyor mu?
“Sanat sanat için mi? Sanat toplum için mi?” konusunun gereksiz bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Bence her şey toplum içindir. Aydın olarak nitelendirdiğimiz okur-yazarların büyük bir kısmı fildişi kulelerine çekilmiş, topluma yabancı, üretimden kopuk bir hayat sürüyorlar. Edebiyat eserleri olsun, bilim yapıtları olsun, gericiliğe-safsataya savaş açmalı, onlarla mücadele etmeli, kısaca uygarlığa yelken açmalıdır. Kalıcı olanlar da bunlardır.
J. P. Sartre’ın çok sevdiğim, benimsediğim bir sözü var. “Yazar, aç milyarlar için yazmadıkça, hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir” der. Yazar, bence de emeğin, ezilenlerin, yoksulların kısaca alacaklı, haklı insanların yanında olmalıdır.
Marx, Balzac’tan yararlandı
- Eleştirmenler, son dönem edebiyatın bir kaçış edebiyatı olduğunu söylüyorlar. Siz nasıl bir toplum nasıl, bir edebiyat özlüyorsunuz?
Bugün, Türk edebiyatı toplumsallığını yitirmiş, toplumcu özünden ayrılarak bir çıkmaza sürüklenmiştir. Yalnızca bireyin eğlendirilmesine, heyecan duymasına yönelmiştir. Toplumsal konuları işlemeyen edebiyata ‘küm edebiyatı’ diyorum. Toplumcu sanat eseri yaşadığı çağın sosyal gerçeğini işlemeli. Yaşama ilişkin her şeyin temelinde, tarih bilinci olmalıdır. Edebiyat adamının üretimi, gerçek sanat, toplumun aynası olduğu noktada tarihsel gerçekle buluşur. Bir örnek vermek gerekirse, filozof Marx, Balzac’ın eserlerinden her dem yararlanmıştır. Balzac’ın Goriot Baba’sı, Marx’ın çok hoşuna giden bir tiplemedir. Demek istediğim şey, bilim ve sanat iç içe düşünülmelidir.
- Toplumumuzun inceltilmesinde, duyarlılaştırılmasında sanatın-edebiyatın yeri ne olmalıdır sizce?
Zaman içinde, eğitim yoluyla oluşturulması gereken bir durumdur bu. Bilimsel, kültürel ve sosyal kaynaklar, yurt kaynakları, uygarlık birikiminden yöntemli bir biçimde yararlanarak edebiyat tarihi bilincini oluşturur. Bu birikimlerden yararlanmasını bilen her ulus, kuşaklararası bağıntıyı da geliştirecektir. Toplumsal katmanlar arasındaki hoşgörüde böyle gelişir.
- Enstitülerinde okumaya ne denli önem verildiğini biliyoruz. Bugün gençlerimiz kitap okumaktan neden soğudu?
Ben müfettişlik yaparken Ankara’ da birkaç okula gittim. Çocuklara soruyordum, ‘Şiir bilen var mı?’, ‘Ezberinde şiir olan var mı?’, ‘Bana bir şairin adını söyleyebilecek olan var mı?’ yok, yoktu. Köy Enstitülü dostum Aydın İpek dershanecilik yaptı bir dönem. Bir gün yanına gitmiştim. Öğleye yakın saatlerde kayıt için lise mezunu iki kız öğrenci geldi. O sırada radyo haberlerinde Cahit Külebi’nin ölüm haberi veriliyordu. Dönüp kızlara sordum, ‘Cahit Külebi’yi tanır mısınız?’ cevap ‘Yok’. Şimdi bir de bizim öğrencilik dönemimize bakalım. Yıl 1946. CHP, bir şiir yarışması düzenlemişti. Bu yarışmada Cahit Sıtkı Tarancı birinci, Attila İlhan ikinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuştu. Ben sonuçların açıklandığı gün birinci olan 35 Yaş şiirini sınıfta ezbere okudum. Köy Enstitülerinin farkıydı bu. Çünkü Köy Enstitülerinde kitap okumak yaşam biçimine dönüştürülmüştü. Tüm öğrenciler ceplerinde kitapla dolaşırlardı. Her öğrencinin kitap okuma mecburiyeti vardı. Özet defterlerimiz vardı, okunan kitap o defterlere geçirilirdi. Yazarı, basım tarihi, niteliği, çevireni ve özeti yazılırdı. Çoğu arkadaşın olduğu gibi benim defterim de ciltliydi o zamanlar.
Okuma yazma düşmanı müfettişler
“Yıl 1946. CHP, bir şiir yarışması düzenlemişti. Cahit Sıtkı Tarancı birinci, Attila İlhan ikinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuştu. Sonuçların açıklandığı gün birinci olan 35 Yaş şiirini sınıfta ezbere okudum. Köy Enstitülerinin farkıydı bu. Çünkü kitap okumak yaşam biçimine dönüştürülmüştü. Tüm öğrenciler ceplerinde kitapla dolaşırlardı. Her öğrencinin kitap okuma mecburiyeti vardı. Özet defterlerimiz vardı, okunan kitap o defterlere geçirilirdi. Defterler ciltliydi. Şemsettin Sirer bakan olduktan sonra, özet çıkarma alışkanlıklarımızı ve izlediğimiz yazarları incelemek üzere müfettiş gönderdi. Yataklarımızın altında sakladığımız defterleri toplayıp götürdüler, görmedik bir daha da.
Yazmak için bağımsızlık şarttır
“Eserlerin ve sanatçıların toplumsal koşulların ürünü olarak ortaya çıktığı tezine katılıyorum. Ülkemizde 1940’lardan itibaren her yönden gelişen bir toplumla karşılaşıyoruz. Doğal olarak, toplumcu hareketlerin ve düşüncelerin geliştiği bu yıllarda; ülke bağımsız, özgür koşullarda yetişen, yurdunu seven, sol görüşlü bilim adamları-yazarlara sahip oldu. 50’li, 60’lı yıllardan itibaren bağımsızlığına gölge düşen, bağımsızlığını yitiren ülke koşullarında yetişen yazarlar, kimi eksiklerle yola çıkmışlardır. Çünkü yazmak için özgürlük, bağımsızlık şarttır. Artık Anadolu’dan habersiz yazan kent yazarlarıyla karşılaşıyoruz. Anadolu gerçeğini bilmeden cilt cilt kitap yazıyorlar. Toplumdan habersiz bir yazar kitlesi mevcut. Üstelik kötü bir Türkçe ile yazıyorlar, edebiyat bu değildir.”
Arzu Kök - Celal İlhan / Ankara, Cumartesi, 19 Nisan 2014 09:12

19 Eylül 2014 Cuma

Mücadeleye, Eser ve Üretimlere Devam; Arzu KÖK

Mücadeleye; Eser ve Üretimlere Devam

Araştırmacı, Şair-Yazar, Öğretmen
Arzu KÖK
Bir kitap geçti elime dün. İsa Kayacan’ın Burdur Ticaret ve Sanayi Odası yayını olarak çıkan “Kadın Destanı” isimli kitabıydı bu. 131. kitabıydı bu onun. Aceleci, kolaycı olan günümüz insanının harcayamayacağı bir çaba ile çalışıyor ve üretiyor İsa Kayacan. Bunun devam etmesi de en büyük dileğimizdir. Zira İsa Kayacan yaklaşık iki yıldır bir hastalığın pençesinde mücadele ediyor. Şimdilerde ise hastanede, palyatif bakım, takip ve tedavi altında. 
İlk tedavisinin ardından hastaneden çıkmış yeniden çalışmaya, üretmeye başlamıştı. İşte Kadın Destanı isimli elimde tuttuğum bu kitap da o sürecin bir ürünü. Kadın Destanı isimli kitabını bitirip yayına verdikten hemen sonra yeniden yatırılmış hastaneye. Yeni öğrendim. İsa Kayacan’ın azmine, yaşama bağlılığına, daha üretecek çok şey, yazacak çok kitabı, henüz gerçekleşmemiş hayallerini gerçekleştirmek konusundaki inancını bildiğimden üzüldüm doğrusu. Ancak inanıyorum ki İsa Kayacan hastaneden eskisinden daha sağlam çıkacak ve başlayacak yeniden eserler üretmeye. Yıllardır yaptığı birikimleri kendi süzgecinden geçirecek ve 131 eserden sonra hani derler ya hepsine cilâ olacak yeni eserler koyacak ortaya ve bizler büyük bir keyif ve minnetle okuyacağız yazdıklarını. 
131. ESER; "KADIN DESTANI"
İsa Kayacan hakkında son duyduklarım onun daha iyiye gittiği yönünde ve bu sevindirdi beni açıkçası. Ben arayamadım kendisini çünkü tedavi esnasında rahatsızlık vermek istemedim. Ama sürekli bilgi almaya çalışıyorum kendisi hakkında. İsa Kayacan benim şiirlerimi yazdığı yazılarla tanıttı birkaç defa. Yalnız benim mi? En az 3000 genç insanın, şairin, yazarın adının duyulmasını, bilinmesini, tanınmasını sağladı yazdıklarıyla. Bu tanıtımını yaptığı yazar ve şairlerin hepsi borçludur kendisine. Eğer o şair yazarlar bugün bir yerlere geldilerse İsa Hoca sayesindedir bu. Şimdi İsa Hocam bu hastalıkla mücadele ederken eminim ki hiçbiri dualarını esirgemiyordur ondan. Zira o bu tanıtımlar ve yayınlar için kimseden bir şey istemedi, aksine hem onlar için yazdı hem de yazdığı yazıların yayınlandığı gazete küpürlerini erinmeden adreslerine postaladı, web sitesinde yayınladı. O kadar çok postalama işlemi gerçekleştirdi ki PTT bile ona borçludur diyebiliriz. Zira son yılların en iyi müşterisi konumundaydı. PTT de bu borcu ödemeli ve mutlaka şükran belgeleriyle, törenlerle ödüllendirmelidir O’nu..
Ülkemizde bir yerlere geldiklerinde kendi doğup büyüdükleri yerleri unutan, “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de, kalmasak da o köy bizim köyümüzdür.” diyenlere inat unutmamıştır o köyünü, kentini, memleketini. Doğum yeri olan Burdur-Tefenni Ece Köyü’nü sürekli yazılarında anlatmış, bununla yetinmemiş belki de Türkiye’deki en büyük köy kütüphanesinin orada açılmasına vesile olmuştur. Tabii köylüleri de bu çalışmalarını takdir ederek kütüphaneye “Prof. Dr. İsa Kayacan Kütüphanesi” ismini vermişlerdir. Şimdi köylüleri de eminim dua ediyordur kendisi için. Böylesi değerli hemşerilerini yalnız bırakacak değiller ya.
ATA-TÜRK ÇİÇEĞİ;
ÜSTAD İSA KAYACAN'A
O BİR TÜRK BÜYÜĞÜ
Balkanlar’dan, Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya kadar uzanan bir coğrafyada etkin çalışmalar yapmış; Türk Dünyası Genç İletişimciler Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Azerbaycan ile ilgili 1.624, Irak’ta yaşayan Türkmenler için ise 805 adet makalesi bulunmaktadır. Azerbaycan’da yayınlanan makalelerinin derlenip toparlandığında 8 cilt olduğu söyleniyor. Azerbaycan yetkilileri ise “Sovyet sonrası ve bağımsızlık sonrası dönem dâhil, hiçbir yazar İsa Kayacan kadar, Azerbaycan ile ilgili yazı yazıp yayınlamamıştır. Bu rekorun sahibi de İsa Kayacan’dır” demektedirler. Böylesi çalışmalara imza atmış birine bir başka ülkede olsaydı şimdiye kadar “Fahri Konsolosluk” unvanı verilirdi. Ama bizim ülkemiz maalesef bunları göremeyen yöneticilere sahip. Umarım yöneticiler İsa Kayacan’a hasta yatağında böylesi paye verir de moral kaynağı olurlar ona. Çünkü bunu fazlasıyla hak eden bir insan o.
İyi ki varsınız İsa Hocam. Sizi tanımış olmak büyük bir onurdur benim için. Sizin gibi insan sevgisi ile yoğrulmuş, vefakâr, fedakâr ve mütevazı, dost canlısı, yürekli bir insanı bulmak zorlaştı artık günümüzde. Gerçi sizi tam olarak anlatabilecek kelime bulamıyorum. Nedense yetersiz kalıyor sözcük dağarcığım.
İYİ Kİ VARSIN!..
Ben inanıyorum ki siz o hasta yatağınızdan ve sizi rahatsız eden hastalıklardan silkinerek kalkacak, yaşama azminiz, güçlü iradenizle hayata sımsıkı sarılacak, inşallah şifa bulacak ve eskisinden ileri bir “yaşama sevinci” ile mevcut birikiminizi harmanlayarak çok daha değerli eserler vereceksiniz. Bugün size hak ettiğiniz değeri göstermeyenleri pişman edeceksiniz yeni eser ve üretimlerinizle. Sizin gibi bir hazineyi görmeyenlere yazıklar olsun…
İnanıyorum ki mücadeleyi asla bırakmayacak ve yeni üretimlere, güzel yarınlara yelken açacaksınız. Biz de umutla, heyecanla bekliyor olacağız sizi ve eserlerinizi.  
Allah uzun ve sağlıklı bir ömür versin değerli Hocam.
Arzu Kök

16 Eylül 2014 Salı

Neden Yok BARIŞ?, Arzu KÖK

Neden Yok BARIŞ?
Arzu KÖK
1 Eylül Dünya Barış Günü. Ama barışı bilemeden büyüdük bizler. Gökyüzü yakın, ölüm hep uzaktı bize. Doyasıya sevemeden yetiştik. Ahlak zabıtası kol gezdi etrafta, disiplin yönetmelikleri, masallar, masallar… Utangaç çocuklardık, günah gibi gizliydi buselerimiz. Çoşkularımız hep en derinlere gömüldü. Dövüştüğümüzde alkışlandık, seviştiğimizde ayıplandık, dışlandık. Yazık ki barış nedir, bilemeden büyüdük. Şimdi savaş çanları çalıyor, neymiş getireceklermiş barışı. Gerçekleri görmeli ve sevmeliyiz, önce kendimizi ve çevremizi…
Küs olmayı bırakıp, gidip gelmeliyiz birbirimize. Kaç dostunuza gidip geliyorsunuz? Kaç komşunuza? Sevgilinize gidebiliyor musunuz?
Kendinize? Yüreğinize? Düşüncelerinize? Sevmezsek barış olmaz, sevmeli! Ama nasıl? Kimi? Küskün olduklarımızı. Peki kimdir küs olduklarımız?
Herkesin ağzında bir türkü; barış gelsin. Peki gelsin. Barış güvercinlerini uçuralım dört bir yandan. Bir bahar ülkesine dönsün yurdumuz. Dünyada huzur hüküm sürsün, herkes kardeş kardeş yaşasın. Savaşmayalım. Sevişelim. Ama gerçek diğer taraftan bakıyor bize, gülerek, ağlayarak… Böyle bir dünya, böyle bir barış olmaz. Savaş alınyazısıdır bu dünyanın. Çatışma, kavga… “Var olmak için dövüşmek gerek” öyle düşünüyor insanoğlu. Oysa varolmak için sevmek gerekir.
Soruyor yanındakine; “Var mıyım?” Bu düzende sözünü geçirebiliyorsan varsın. Eziyorsan, eziliyorsan, etkiyor, etkilenebiliyorsan varsan. Yarışıyorsan varsın. Bu dünyanın ruhunda savaş var. Ruhunda güç kavgası var. Barışı kavgada, savaşta bulanlar var bir de. Huzuru kavgada arayanlar var. Çünkü sevmiyorlar, aramıyorlar. Onlar ki sevmiyorlar, soramıyorlar, belayı hayra yoramıyorlar… Sevmeyi bırakın var olmayı bile unutmuşuz birçoğumuz. Biri tanımlasın istiyoruz devamlı. Oysa sevmek tanımla olmaz ki. Sevmenin de varlığın da tanımı yok ki. Neden yok barış? Çünkü barışa düzülen onca övgü boş.
Kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları… Boş. Boş söz onlar boş.
Doldurulmuş. Doldurulmuş bir dünya, alıkoyuyor bizi barıştan.
Dolduruldukça dövüşüyoruz, dövüştükçe dolduruluyoruz.
Neden yok barış? Çünkü sevmek yanlış anlaşılmış. Bağırılıp çağrıldıkça sevildiği anlaşılmış. Ama atlanmış, sevgisiz barışların kalıcı olmayacağı. Hep karışılmış, karıştırılmış barış. Barışı getirmeye çalıştıkça götürmüşler. Kendi ayakları üzerinde duramayana, kendi gözleriyle göremeyenlere barış haram. Karışana da haram, dayatana da.
Hepimize evet hepimize barış haram dostlar.
Sevmeli dostlar, sevmeli. Sevemezsek barış olmaz. Barış diye yaşadığımız derin bir gaflettir. Her barışın ardındaki savaşı, küskün yürekleri, çaresizliği anlamadıkça barış olmaz. Gerçekleri haykırmadıkça barış olmaz.
Barış istiyorsak eğer, sevmeli ve haykırmalıyız gerçeği. Gerçek, yârimiz olmadıkça olmaz, gelmez barış…
Arzu Kök
***
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKILAR:
Gesendet: Montag, 15. September 2014 um 21:07 Uhr, Von: "Arif Asci" asciarif@hotmail.com, An: "ismet aydemir", Betreff: RE: Aw: [Ciddiyiz Biz Grubu] 
Neden Yok BARIŞ?
Ağabey merhabalar, nasılsınız. Bu güzel yazıyı benimle de paylaştığınız için teşekkür ederim. Ne zamandır Türklükten kopmuşuz iki yakamız bir araya gelmemiştir. Atatürk bir nebze bizi Türklüğü toparlama çalışmışsa da, Onu da emperyalistler tez zamanda ortadan kaldırmışlar maalesef. Onuncu Yıl Nutku'nu okuduktan sonra Ankara'da Hipodrom'da 'Türk Milleti Zekidir, Türk Milleti Çalışkandır, Ne Mutlu Türküm Diyene' diyerek yüksek onurunu yüzyıllar sonra Türk milletine bir hatırlatışı vardır hani! Her seyrettiğimde yahut dinlediğimde aklıma acaba Bilge Kağan'dan sonra aradan geçen yüzyıllardan bu yana Türk Milleti'ne kim böyle seslenmiştir diye düşünürüm de başkasını bulamam. Ama Türk Milleti de yüzyılların kimlik erozyonunu nasıl üzerinden atacak. Paçasını bir kere ıslahı yahut eğitimi mümkün olmayan topluluklara kaptırmış. Kurtuluşu her arayıp zorladıkça ya etnik ya da dini ayak bağlarından sıyrılamamakta, onların bataklığına saplanmaktadır. Sonuçta bilinç bulanıklığının kaybolması ile, Milletin kendisine dönmesi, emperyalist ayak oyunlarını ters yüz etmesi ile sağlanacaktır ümidindeyim.
Selamlar, saygılar.
aaşcı. 
***
From: dr.aydemir@web.de, To: Ciddiyizbiz@googlegroups.com, Subject: Aw: [Ciddiyiz Biz Grubu] Neden Yok BARIŞ? - Date: Sun, 14 Sep 2014 22:15:38 +0200
İKİ ODUN VE BİZ
İki odun yan yana duruyorlar. Çok önemsiz onlar, diğerlerinin yanında. Keçinin, koyunun, tavuğun, ineğin, meyvelerin yanında, çok önemsiz.
Tarladayız, akşam oluyor. Yavaş yavaş soğuyor her tarafımız.
Odunları yan yana getiriyoruz ve tutuşturuyoruz. Ateş yanıyor, ısınmaya başlıyoruz. Nemli bir havlu gibi hisstetiğimiz vücudumuz, yavaş yavaş bir kuru havluya dönüşüyor. Alev alev yükselirken ateş bir sevinç doğuyor içimizden ve sarıyor bizi.
O ateş sevgi, alev ise aşkdır.
Çiçek çeşidi kadardır sevgi çeşidi. Ana baba, kardeş, akraba, arkadaş, hayvan, bitki, gök, uzay, deniz, su, hava sevgisi ve yar sevgisi gibi çok çeşitlidir.
Çiçek çeşidi kadardır aşk çeşidi.
Peki sevgi nasıl doğar?
İki odun eğer kuru iseler tutuşturulabilinir.
İki canlı arasında eğer saygı varsa, sevgi doğabilir.  Her canlının toprağa, güneşe, suya, havaya ihtiyacı vardır.
Sevginin gereksinimi olan; hava, su, toprak, güneş ise saygıdır.
Saygı olmayan yerde solar sevgi.
Kişiler yaşam denen ipin üzerinde bir canbaz gibi giderken;
ellerindeki denge çubuğunun bir ucunda ’hiç bir eyleminde  hiç bir canlıya zarar vermeme’,
diğer ucunda ise ‘hiç bir eyleminde kendine de zarar vermmeme ve verdirmeme koşulu ’, vardır.
Eğer kişiler yaşam denen ipin üzerinde oynayıp dururken;
başkalarına veya kendilerine zarar vermeye başladıklarında ipin üzerinde sendelemeler, dengesizlikler, kayışlar ve düşüşler başlar.
Kişilik bozuklukları, sinir hastalıkları böyle başlar.
Tüm çocuklar bir hayvan kesimiyle ilk karşılaştıklarında, korkunç bulurlar, değişik şekilde tepki gösterirler. Sonra anamız babamız daha iyi bilir, hem yaratan da hayvan kesimini istiyormuş diye yavaş yavaş kana alışırlar, kan görmeye alışırlar, hatta kan dökmeye alışırlar. Tıpkı sigaraya, alkole, uyuşturucuya, kumara alıştıkları gibi alışırlar kan akıtılmasına.
Sonrada hem hoca hem papaz dahil milyonlarca sözde uygar kişiler,
 beraber olup et yerler,
Irakda, Filistinde, Libyada öldürülen milyonlarca kişinin çığlıklarını duymadan, onların kan kokularını hissetmeden,
gasp edilen neften yapılan benzini, dizeli kullanırken kahakaha bile atabilir bunca manyak kişiler.
Türk Örf Adetine göre yaşayan kişilere Türkmen denir. Türk Örf ve Adetleri bir yaşam düzenidir. Dinlerle kıyaslanamayacak kadar üstün bir yaşam düzeyidir.
Türk örf ve Adetlerinin üç ana koşulu vardır:
Tüm canlıları kendi canın ile bir tutacaksın, hatta karıncanın canını bile. Seni bir kişi veya bir hayvan öldürmeye kalkışmazsa öldürme hakkın yoktur. Sadece nefsi müdafa durumlarında öldürebilirsin.
Eğer kişiler et yiyici olarak doğsaydı, dişleri ile dünyaya gelirlerdi. Süte, yoğurda, bala, sebzeye, meyveye göre var oldu çocuklar, ete göre değil!
Kişi mala mülke sahip olamaz. Onu ancak bir süre kullanabilir. Kuşun ağcın dalını kullandığı gibi. Beraberce çalışıp, beraberce ihtiyaçlarına göre paylaşırlar, ürettiklerini.
Toranın araplara uyarlanmış şekli Kurandır.
Bu olaydan sonra, bugünkü Nato gibi işlev gören Cihad Orduları kurulmuş ve Türkistana dörtyüzyıl boyunca saldırılmış ve Türkmenlerin ulaştığı en üst yaşam düzeyi perişan edilmiştir.
‘Delikli demir icad olmuş, mertlik bozulmuştur.’
Bu yüzden bugünkü dünyada; namertlerin, sorospu çocuklarının tankları, topları, uçakları, roketleri, atom bombaları tozu dumana katıyor.
Hanlar, hakanlar, yönetenler Orta Asyada senede bir gün açık kapı yapıyorlardı.
Yurttaşlar yöneticilerinin oturdukları Yurda giriyorlardı. Evlerinde olmayan, eşya, yiyecek, giyecek orada varsa, onları alıp götürme hakları vardı. Türkmenler hakanlarını baba olarak saygı gösteriyordular. Savaş anında hakanlar önde gidiyorlardı.
Sosyalizim veya komünizim Türk Örf ve Adetinin piçleşmiş şeklidir.
Onlarda işçi sınıfının silahlı diktatörlüğü öngörülmüştür.
Halbuki Türk Örf ve Adetlerinde ‘Zorla güzellik olmaz.’
Malın mülkün sahibi Tanrıdır.
Bu konudaki Türkmen görüşü:
‘Mal sahibi, mülk sahibi, nerede bunun ilk sahibi? Mal da yalan mülk de yalan, al biraz da sen oyalan.’
Bir kişi hatasını fark etti ve pişman, hatasını bir daha hiç ama hiç tekrarlamayacak. Gelmiş, senden af diliyor. Eğer seni ikna edebilmiş ise onu affedeceksin. Hatta babanı öldürmüş olsa bile. ‘Aman diyene kılıç kalkmaz.’
Alpaslan Malazgirtde Bizans karalını, Atatürk ise Sakaryada Yunan Orduları Başkomutanını afetmiştir, af diledikleri için.
Yukarıda özetlediğim çerçeve içinde bir kişinin sevip, sevilebilmesi için Türk Örf ve Adetlerine göre eğitim alması gerekir.
Kişilerin sevinerek yaşayabilmeleri için, sevilmeleri gerekir.
Sevgi ise satın alınamaz, gasp edilemez. Hatt ne atom bombası, ne de Nato, Kızıl, Sarı eşkiyalar onu yağmalayamaz. Oruspuhanelerde de sevgi satın alınamaz.
‘Bu dünya bir gemi yoktur yelkeni,
sevilmek istersen sev beni.’
Selamlarımla, Ali Aşıkoğlu