23 Şubat 2020 Pazar

Suriye Çıkmazı - Arzu KÖK


Suriye Çıkmazı

Suriye iç savaşı dokuz yılı aşkın bir süredir küresel siyasetin merkezinde ve ne yazık ki tüm yaşanan acılara rağmen henüz siyasi çözüm ufukta görünmüyor. Farklı hesaplar ve stratejik hedefler doğrultusunda çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen aktörler mücadele alanı olarak Suriye’yi seçmiş durumda. Gerek küresel gerekse de bölgesel aktörler kapasitelerinin yettiği düzeyde meseleye dahil olarak çatışma sonrası siyasi düzenden en fazla şekilde yararlanmayı planlıyor. Her yeni günde farklı ittifak oluşumlarının ve alternatif senaryoların ortaya çıkması mücadelenin ne denli karmaşık ve çetrefil olduğunu gösteriyor. Karşımızda sadece bir ulus devletin iç savaş sorunu değil, küresel siyasetin Suriye sahasına aksettirdiği içinden çıkılmaz bir hesaplaşma var.

“Savaş, mızraklı, trompetli bir bayram değildir… Onun manzarası kandır, ölümdür…” diyor ya Tolstoy. Gerçekten de öyledir. Akdeniz’de hayati bazı devlet çıkarlarımız üzerine planlar yapılırken buradaki kaynaklar paylaşılıp Türkiye dışlanırken biz enerjimizin büyük bölümünü İdlib’e Suriye’ye harcıyoruz. Enerjimizi ve maddi gücümüzü harcamakla kalmıyor ardı ardına şehit haberleri geliyor o topraklardan.

Endişe içindeyiz. Zira Kuveyt işgali nasıl ki Saddam'ın sonu ve Irak'ın bölünmesiyle sonuçlandıysa, Suriye meselesi de buna benzer emareleri fazlasıyla taşıyor. Ne yazık ki daha da fazlasıyla. Çünkü; Kuveyt işgalinde baş ve belirleyici aktör Amerika Birleşik Devletleri olmasına rağmen, Suriye meselesinde durum daha farklı. Rusya ve diğer güçlü devletler de meselenin içine girince doğal olarak işin ciddiyeti daha bir artıyor. Churchill’in o ünlü; “İngiltere’nin hiçbir zaman ezeli dostları ya da düşmanları yoktur, daimi çıkarları vardır.” sözü geliyor usuma. Zira tüm ülkeler çıkarları doğrultusunda bu işin içinde.

Suriye meselesinde Türkiye'nin izlediği politikayı, açıkçası kafasını kuma gömüp, hiç bir tarafının görünmediğini sanan devekuşuna benzetiyoruz. Soçi ve Astana süreçlerinde, Suriye'nin toprak bütünlüğünü savunur görünen Türkiye'den; Suriye'yi gerçek sahipleri olan çeteci muhaliflere teslim etmek ve nihayetinde Esad rejimini devirmeye evrildi. Bir devletin izlediği dış politika nasıl bu kadar düşüncesiz olabilir sorusunun cevabını vermek gerçekten çok zor. En başından beri bölge doğru okunamamış, yanlış beklentilerin peşinden koşulmuş ve ülke, “kırk katır mı, kırk satır mı” misali, bir sorunlar yumağının içine hapsedilmiştir.

Rusya ve ABD; bir müddet için Türkiye'nin kendi kendine gelin güvey olduğu "emperyal devlet" olma rolüne kıs kıs güldüler. Bırak çocuk kendisini biraz avutsun, egosunu tatmin etsin, daha sonra icabına bakarız dediler. Bugün gelinen aşama, o rolün kullanma tarihinin dolduğuna işaret ediyor.

Ukrayna gezisinde Kırım'ın ilhakı konusunda Rusya'ya; Uygur Türklerinin sorunu için. Çin'e; Keşmir sorunu konusunda Hindistan'a; Libya sorununda tüm Arap devletlerini ve Rusya'yı; Doğu Akdeniz'de İsrail, Yunanistan ve Fransa'yı; Suriye ve Irak'ta başta Kürtler olmak üzere, tüm Ortadoğu'yu karşısına alan bir devletin, sağlıklı bir yaklaşım içinde olduğu düşünülemez. Yani bir devlet ancak bu kadar özel bir çaba harcar gibi tüm dünya ülkelerini karşısına alabilir.

Bütün bu sorunlar içinde bizi şimdilik en çok komşumuz Suriye politikası meşgul etmekte ve zora sokmaktadır. Dünün büyük dostu Rusya ile kapıştırılmak için özel ABD pohpohlamasını göremeyecek kadar siyasi körlük ile hareket eden bir çılgın politika ile karşı karşıyayız. “Yarın bir gün Suriye'de doğrudan Suriye ama gerçekte Rusya ile olası bir kapışmada ABD ( NATO) ne kadar arkanda duracak?” sorusunu sormak gerekiyor.

Felaket tellallığı yapmak istemiyorum. Lakin şurası çok açık ve nettir ki; şayet biz, Suriye ile bir savaşa girecek olursak bu, ülkenin sonu demektir. Ülkemizin parçalanmasına yol açacak kadar ciddi bir durum ile yüz yüze kalınmasına neden olacaktır. Tüm veriler bunu göstermektedir ne yazık ki. Umarız bu hataya devam edilmez…

Tüm bu gerçekler doğrultusunda, umarız ki bir an önce ülke güvenliğini önceliğe alarak diplomatik dilimizi ivedilikle yumuşatır,  hamasetten uzak, her türlü ihtimalin ülke çıkarları doğrultusunda değerlendirildiği,  sağduyulu ve öngörülü bir dış politika izler hale geliriz. Yine söylüyorum ki yoksa sonumuz felaket olacaktır. 

Arzu KÖK


9 Şubat 2020 Pazar

Ölmek mi Kalmak mı? - Arzu KÖK


Ölmek mi Kalmak mı?


-          Suriye, İdlib’de 8 asker
-          Elazığ depreminde 42 kişi
-          Van’daki çığ felaketinde 41 kişi
-          Hatay Valiliği önünde kendini yakan bir kadın
-          Sabiha Gökçen’de uçak pistten çıktı, 3 kişi
-          2020 yılı Ocak ayında 112 işçi
-          2020 yılı Ocak ayında 27 kadın
….


Bu ölümler sadece 2020 yılının ilk ayına ait. Bu rakamlara bakınca aklıma Albert Camus’un “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” sözü geliyor. Çünkü bir ülkedeki insanların ölüm şekli o ülkenin gelişmişliğini, geri kalmışlığını, zekasını, aptallığını koyar ortaya.  Türkiye nerede peki?

İnsan canı, hayatı çok ucuzladı yazıktır ki ülkemizde. Hem de çok çok ucuzladı. Hatta öyle ki, sudan, ekmekten, benzinden, ulaşımdan, her şeyden ucuz. Cebinde parası olmayanlar için her şeyden ucuz insanın değeri. Üstelik yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk fark etmeden… İstikrarlı bir şekilde kaybediyoruz canlarımızı. Kimimiz patlayarak, kimimiz hain pusuda, kimimiz yanarak, kimimiz hız meraklısı bir zengin eliyle, kimimiz denetimsiz asansörün yere çakılmasıyla, kimimiz madende göçük altında, kimimiz depremde, kimimiz selde ölüyoruz. Bir de bunların yanında eğer kadın ya da çocuksanız tecavüzle gelen bir ölüm var, bir de töre…

Ölüm Allah’ın emri ama bizdeki ölümler daha çok kul eliyle… Her şeyden ucuz bizde ölmek. Hatta öyle ki hiçbir can bir koltuk etmiyor. Yüzlerce can gidiyor bir koltuk gitmiyor. Çok değil, daha birkaç gün önce on iki can gitti. On bir çocuk, bir kadın görevli ama yine de gitmez tek bir koltuk gitmeyecek. Tüm bu olaylar kadere bağlanacak, yeni ölümlere kadar sessizliğe gömülecek herkes…

O hale geldik ki ‘Acaba bugün memlekette hangi felaket olacak?’ endişesi ile açıyoruz gözlerimizi artık sabahları.

Kafamın içinde onlarca düşünce, bir sürü tepki, tarifi anlatılamaz bir üzüntü ve içten içe kanayan bir yara gibi sık aralıklarla acıyı en derinden hissettiren sızlamalar…

Kelimeler ya da yaşananlar üzerinden ajitasyon yapmak istemiyorum. Hani hep yakıştırılır eli kalem tutanlara; “kelimeleri dans ettirenler” denir ya. Şimdi ne dansın sırası ne de “şöyle olsaydı, böyle olmalıydı” gibi beylik lafların… Yas tutmanın vaktidir şimdi, bazen gözden damlayan bir yaşın özgürlüğü içinde bazen de boş bakan gözlerin derinliğinde…

Bugünlerde aklıma hep Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı isimli şiiri geliyor.  “Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler” diyordu o şiirinde. Aynen öyle oluyor benim ülkemde. Çocuklarımızın, arkadaşlarımızın emeklerini... Kenetlenmiş ellerine…

“Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor / Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: / Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım” dizeleri geliyor sonra usuma. Ne doğruydu; bazı çocuklar, oyuncakları olduğuna inanarak büyüyordu güzel ülkemde.

Hele de zamansız ve hak edilmeyen ölümleri var ya... Düşman elinden ve kalleşçe gelen ölümler... Aniden gelen, zamansız...

Hani birde arkanda dünyayı kucaklamaya ellerini açmış, çocuk bakan ve mezar taşına yaslanarak ölümü anlamaya çalışan gözler bırakıyorsan geride...

Bu gözyaşlarının hesabını kim verir, kimin gücü bu hüzün dolu bakışlı küçük çocukların hüznünü yüzünden silmeye yeter. Gözlerde bırakılan yüzlerce soru ve acı dışında ne kalır bu gözlere.

Hiç beklenilmeyen ama anında onca yaşamı değiştiren, ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmak zorunda kalıyoruz her gün.  Bir saniye içinde değişen bakışlara, gözlerde bir perde olup kalacak ve bir daha eksik olmayacak hüzünlere mi yoksa çok kısa zaman içinde acıyla büyüdüğüne mi üzülsek...

Bu acıları yaşayanların bakışlarına dokunarak, gözlerine inen o hüzün perdesini kaldırmak ve sessizce akan gözyaşlarını silmeye gücümüz yetebilse de silsek... Bari bunu başarabilsek...

Bu duyguyla yaşamak zorunda kalmak çok zor.  Elinizden alınan çocukluğu birileri geri verebilecek mi sana? Birden değişen o bakışlarına birileri bir gülümseme üfleye bilecek mi? Senin yarına olan inancını elinden alan, çocukluğunu bir ağacın kökünü keser gibi kesen ve gözlerindeki gülümsemeyi yok edenlere ne olacak? Bu sorulara cevap veren, hatta soran bile kalmamış gibi görünüyor.

Ölümler kadar öldüren bir gerçek de şu ki toplum olarak toplu katliamlara alışıyoruz! Artık bir terör eyleminde veya başka bir olayda birkaç kişi ölünce daha sakin karşılar olduk, sıradan bir olaymış gibi. Belki de artık doyduk ölüm haberlerine. Sıradanlaştı bizim için. Ölümlere alışmak ya da hayatın parçası deyip kabullenmek… Adına ne denilirse denilsin gerçek olan şu ki her geçen gün biraz daha robotlaşıyoruz. Artık toprağa düşen her genç bedenin arkasından sadece vicdanımızı kandırmak adına ‘yazık oldu’ diyoruz.  Hiç kimse rahatından ve kazancından zerre kadar taviz vermiyor. Buna rağmen hep aynı nakaratla “Bu ateş sönsün artık” deyip geçiyor birçok insan. Samimiyetsizlik gözle görülür bir hale gelmiş. Hiç kimse kılını kıpırdatmıyor.

İnsan yaşamının ucuz sayıldığı toplumların geleceği aydınlık olmaz, olamaz. İnsan yaşamına ve insan haklarına saygılı olmayan toplumların da devletlerin de geleceği aydınlık olmaz.  Ölümleri kanıksamayalım ve ölümler üzerinde politika yapmayalım!

Ölümlere alışmak en çok insanlığı öldürür...  En kötüsü de budur: Ölümlere alışmak. Her şeyi unutan ülkemde kalbimize siyah bulutları örterek susmak en kötüsü…

Aklımda üç soru:

Ölmek mi, kalmak mı daha zor?
Ölüme alışmak mı ya da ölümün bize alışması mı daha zor?
Neden bu kadar ucuz insan hayatı?

                                                                          Arzu KÖK