31 Mayıs 2020 Pazar

Kültür – Miras ve Yassıada - Arzu KÖK


Kültür – Miras ve Yassıada

Uygarlık tepeden zembille inmez. Aşağıdan yukarıya doğru pişerek gelir ve bir yere oturur. Aynen ağacın en son yaprağının macerası gibidir. Kökü olmazsa olmaz. O, son yaprağın neşeli neşeli sallanışının arkasında kesinlikle bir gövde vardır. O gövdeyi yok saydığınız anda yaprak düşer. Bir belirsizlik başlar, bir savrulma olur. Geriye dönüşü olmaz. Uzayda bir boşlukta kimliksiz ve kimsesiz kalır bir gerçeklik.

Bu nedenle “kök” ve “geçmiş” kavramları önemli hale gelir.

Nereden geldiğini bilmeyen insanlar nereye gidecekleri konusunda yanılırlar. Nereden geldiğini bilmeyen insanların el becerileri körelir. Mekanik dünyanın yaratıcı olmayan sıradan robotlarına dönüşürler. Var edemezler. Kendilerinden önce var edilmişlerle yaşamak zorunda kalırlar ve özgünleşemezler.

İnsanlık tarihi aynı zamanda uygarlaşmanın tarihidir. Ya da tersinden söyleyelim; uygarlaşmak dediğiniz şey insanın binlerce yıllık uğraşısının bir sonucudur.

Daha da özetleyelim. Sen varsan senden öncesi var olduğu için varsındır. Sen asla ilk değilsin. Son da olmayacaksın. O zaman geçmiş, bugün ve yarın üçlemesinden hiçbirini atlamayacaksın. Geçmişin yoksa sen yoksun. Bugünde yaşamıyorsan yine yoksun. Yarını düşünüp planlayamıyorsan asla yoksun.

Geçmişinden uzak kalırsan neyin değer olduğunu bilemezsin. Bugünü algılayamazsan neyin iyi ve anlamlı olduğunu çözemezsin. Yarını göremiyorsan yüreğinin durduğu yerde yok olursun.

Senden önce bir taşın nasıl ve ne amaçla yontulduğunu anlayamazsan kendi varlığının anlamını ve değerini bilemezsin. Bir tahtanın ne mucizelere konu olduğunu göremezsen doğa ile barışık olamazsın. Bir suyun binlerce yıl akıp gittiğini fark edemezsen su, sadece sıradan kalır.

Uygarlık, alet yapmayı beceren insanın alet yapmayı beceren bir sonraki nesile bıraktığı mirasla oluşur.
Uygarlık, dününü hatırlayan akıllar üzerinde büyür.

Eğer bugün bir Roma’dan söz ediliyorsa, bir taş üstüne bir taş koydukları içindir. Eğer, bugün bir Selçuklu deniyorsa bir taş üstüne bir taş daha koydukları içindir.

Ve eğer bir uygarlık süreklilik arzetmek istiyorsa ve yıllar sonra bile adından söz ettirmek istiyorsa var olanlara sahip çıkmalı ve onları tahrip etmeden koruyarak yeni eserlerin yolunu açmalıdır…

Uzatmayayım… Geçen gün Yassıada’nın adı değiştirilerek “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” haline getirildi ve açılışı yapıldı. Ancak adanın son hali içimizi acıttı.

Bilindiği gibi Yassıada 1. derece doğal sit ve 3. derece arkeolojik sit alanı olarak kabul edilir yıllardır. Bizans Dönemi’nde inziva ve sürgün yeri olarak kullanılan adada bir manastır olduğu kalıntılardan ve antik kaynaklardan biliniyor. Yassıada’yı 19. yy ortalarında İngiliz elçisi Sir Henry Bulwer satın alındı ve şato yapıları, seralar, hizmet yapıları inşa ettirildi. Ada daha sonra Hidiv’lerin ailesi tarafından satın alındı. Ayrıca, adada 1960 İhtilali’nde Yassıada yargılamalarının yapıldığı spor salonunun da arasında bulunduğu tescilli yapılar bulunuyordu.

Bugün ‘Demokrasi Adası’ olarak adlandırılan Yassıada doğa koruma hukuku, demokrasi ve binlerce yıllık arkeolojik değerleri hiçe sayılarak denizin ortasında yükselen betondan bir ada haline getirilmiş maalesef. Bu ada yazıktır ki ‘Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ değil, bir doğa katliamı anıtı olarak çıktı karşımıza.

Bugün ‘Demokrasi Adası’ olarak adlandırılan Yassıada doğa koruma hukuku, demokrasi ve binlerce yıllık arkeolojik değerleri hiçe sayılarak denizin ortasında yükselen betondan bir ada haline getirilmiş. 

‘Menderesler‘in anısına saygı duruşu’ olduğu iddiasıyla törenlere konu olan Yassıada yapay çimlerle, beton saksılar içine hapsedilen ağaçlarla ‘yeşillendirilerek’, doğal, arkeolojik ve kültürel tüm nitelikleri yok edilerek bir beton adası haline getirilmiş.

Betona tapanlar, tarihi yağmalayanlar, karanlık köşelerinden verdikleri emirlerle doğayı ve yaşamı yok edenler, “Bir iş yapılıyorsa doğa zarar görür, normaldir!” diyorlar. Korkuyla ve yalanla doğa ve mekân yağmasına sessiz kalanlar sevinin…

Yassıada’daki doğal hayatı, ağaçları, ormanı, patikaları, kuş yuvalarını, balık yumurtalarını yok ettiniz. Marmara ve İstanbul’un en değerli doğal yaşam alanlarından birini yok oluşun eşiğine getirdiniz. Şimdi sevinebilirsiniz…

Zira başta da anlattığım gibi kültür ve miras bizim en çok özenle sahip çıkmamız gerekenlerdir. Keşke doğal yapısı ve tarihi eserleri korunarak yapılabilseydi tüm bunlar. Ne yazık ki bir kültür ve miras değerimiz daha neredeyse yok edildi, güya tarihe sahip çıkmak adına...

Mutlu musunuz?...

Arzu KÖK

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Bitmeyen Senfoni - Arzu KÖK


Bitmeyen Senfoni

Yüz yıllardır susmayan bir senfoni duyuluyor…

Maistro pek değişmiyor. Hatta hiç değişmiyor. Sadece iki üç elden, birbirine geçiyor çubuk, bir ona bir ötekine. Karşımızda ise hep onların belirlediği aktörler ve onlar, ellerine tutuşturulan enstrümanları çalıyor.

Birileri yaşam çalıyor birilerinin ülkesinde… Üstelik durmadan, doymadan yüzyıllardır. 

Çocukların yaşamları çalınıyor büyüklerin keyfi yerine gelsin diye. 

Dindaşlar da soydaşlar da birbirlerinden yaşamlar çalıyorlar…


Başka birileri onların petrolünü çalıyor, ellerindeki pazarları çalıyor…

Birileri rol çalıyor aralıksız. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Umutları çalıyorlar… 

Uykuları, düşleri çalıyorlar sinsi sinsi. Doğal varlıklarını, tarihlerini çalıyorlar ulusların.

Emek çalıyorlar; zavallılaştırıp sindirdikleri insanların dillerine neşter çalıyorlar. 

Dostlukların üzerine zift rengi boyalar çalıyorlar ve düşman ediyorlar aynı odayı paylaşan aç ve açıkları…

Birileri zevkten ıslık çalıyor, dört köşe oluyor, keyif çatıyor, haram zıkkımlanıyor, şişiyor ama yine de zevkten ıslık çalıyor…

Orkestra susmuyor. Yeryüzü ve gökyüzü kırmızıya çalıyor.

Çanlar, hep aynı adreslerde ve aynı insanların yıkımları için çalıyor…

Kimileri bol bol çene çalıyor. Atıyor, tutuyorlar; bir daha atıp bir daha tutuyorlar ve durmadan oy çalmaya çalışıyorlar…

Din güme gitmiş kimin umurunda?

Demokrasi, masala dönüşmüş, peh peh!

İnsan hakları ıvır zıvır edilmiş!

Ulusal bağımsızlık da ilkelleşmiş, miş!...

Oy çalıp çene çalıyorlar; çene çalıp oy çalıyorlar…

Topu ayaklarında tutamayanlardan ha bire top çalıyorlar…

Hak edenlerin hak sıralarını çalıyorlar ve el çırpıyorlar sevinçle…

Zaman çalıyorlar ve seni hep gerilere itekliyor, arka sıralarda bırakıyorlar; sana ıslık çalıyorlar şişine şişine ve sen bilemiyorsun, anlayamıyorsun…

Senden, erdemini çalıyorlar. Senden, bir avuç çekip çalıyorlar ve onların ağızlarına bir parmak bal çalıveriyorlar.

Güneşini çalıp üşütüyor, gölgeni çalıp yakıyorlar…

Sularını çalıp, sana satıyorlar. Pamuğunu çalıp sana satıyorlar kot kot…Güvenliğini çalıp sana satıyorlar silah silah…

Birileri petrol çalıyor, can çalıyor, düş çalıyor, gelecek çalıyor ...

Birileri ıslık çalıyor, rol çalıyor, top çalıyor…

Birileri çene çalıyor…

Ve hepsi bir olmuş oy çalıyorlar, demokrasi demokrasi diye diye…

19. Yüzyıldan sonra, Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra, İkincisinden sonra, Soğuk Savaş’tan sonra, Yeni Dünya Düzeni’nden sonra, Küreselleşmeden sonra, Bilgi Çağı’dayız ya… Çok süreç atlattık ya, bir şeyler değişiyor sanıyorsunuz. Oysa orkestra aynı, müzik aynı.

Şimdi de seni makineleştirmek istiyorlar. Arkadan geliyor müzik sesi. Hatta nağmeler çok alımlı bu ara…

Sen anlamadığın, yaşadığın toprakların kıymetini bilemediğin sürece de bu senfoni devam edecek ve sen kukla olmaya devam edeceksin ellerinde. Hadi geçmiş olsun…

Arzu KÖK

16 Mayıs 2020 Cumartesi

Gençlerimiz!... - Arzu KÖK

Gençlerimiz!...

Birkaç orta yaşlı insan bir araya geldi mi başlıyorlar gençleri eleştirmeye. Gençleri eleştirmeye ne kadar çok meraklılar değil mi? Neler söylenmiyor ki?

” Gençler okumuyor, okusa da ciddi şeyler okumuyor, ciddi şeyler okusa da anlamıyor... İşleri güçleri bilgisayar başında oturmak, televizyon izlemek, internette chat yapmak, telefonda sürekli arkadaşlarıyla konuşmak. Hem de boş konuşmak… Politikayla ilgilenmiyorlar. Ne dünya sorunları, ne de ülke sorunları konusunda bilgileri yok... Derin ve sürekli ilişki kuramıyorlar, hep geçici ve yüzeysel ilişkiler kuruyorlar, çoğu da maddi çıkara dayanan türden ilişkiler… Şu gençliğin haline bak!... Bir de Atatürk ülkeyi bunlara emanet etti, peh peh peh!...”

Bu eleştirilerde haklılık payı var mıdır? Varsa bu durumun tek sorumluları bu gençler midir? Şöyle bir durup düşünmek gerekmez mi? Peki bu gençliğe ne verdiniz de ne istiyorsunuz? Çocuk yapıp yapmamanın bile gerçek bir karar olamadığı bir ülkede, aslında gerçek sorularla büyütülmeyen çocuklara, işgalci, şiddetli ilişkilerle dolu bir toplumsal dokuda yaşatmak bir yana neredeyse yaşamlarının büyük bir kısmında “A mı? B mi? C mi? D mi? E mi?” diye soruyoruz.

Günümüzde gençler ile ana babaları arasındaki farkın, şimdiye kadar hiçbir kuşakta görülmedik kadar derin ve sarsıcı olduğunu görmeliyiz ilk önce. Türkiye'de oldukça güçlü bir orta sınıfın oluşmasıyla birlikte toplumun yaşam biçimi de değişti. Otomobili olan, yazları tatile giden, çocuklarını özel okullara gönderen, eve bilgisayar ve internet hizmeti alabilen, bütün aile fertlerinin cep telefonu taşıdığı, eski kuşaklara göre daha liberal ilişkilerin olduğu aileler var oldu. Böylesine köklü şekilde değişen bir aile yapısının yeni kuşaklar üzerinde derin farklılıklar yaratması kadar doğal bir sonuç yoktur.

Her şeyin etiketli olduğu çağımızda gençlerin aslında binlerce sorunu varken çözüm iki ayrı etikete sıkıştırılmış durumda: “Sınav kaygısı”, “Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” Diğer sorunların ne olduğu ise kimseyi ilgilendirmiyor. Oysa hepsinde bir anlam arayışı var. Çevrelerini ve yaşananları adlandırma-adlandıramama sorunları var. Bunun yanında okullarda kalmak durumunda kaldıkları çok uzun saatler, okul kantinlerinde satılan pahalı ve sağlıksız yiyecekler var. Bir de bir şeyleri anlamlandırmalarına fırsat verilmediği için depresif halleri var. Kendilerine zarar vermeleri, hayatlarının hiçbir döneminde olamayacak denli yoğun duygusal ilişkileri, kimlik inşa süreçleri… Ama ne kadar sayarsak sayalım bunların hiçbiri hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Sadece kuru eleştiriler yöneltiliyor onlara karşı.

Kapitalizmin insan anlayışı gereği tüm gençler sadece ve sadece işlevsellikleriyle tanımlanıyor. Okulda derslerini yeterince dinleyemiyorsa, dikkati dağınık deniyor ve hemen bir ilaç; işte tedavi… Sınav kaygısı varsa; birkaç gevşeme egzersizi, Başarırsın, aslansın, kaplansın” telkinleri… Sorun tamam. Bunlarda başarılı olunmuyorsa ez ezebildiğin kadar o genci. Söylenecek sözler de hazır: “Basiretsiz! Kıymet bilmez! Amacı yok bunun amacı…”  Ama eğer derslerinde başarılıysa, kurallara harfiyen uyuyorsa, o genç içten içe yaşadığı bunalımın etkisiyle intiharın eşiğinde bile olsa kimse fark etmez emin olun.  Çünkü kimsenin vakti yok, sabrı yok onu gözlemleyecek. Hele ki eğitim sisteminin hiç yok. Arada tabii ki dikkatli ve özenli ebeveynler de harika öğretmenler de çıkmıyor değil. Ama azlar, çok azlar; hem nasıl çok olsunlar ki? Zira yaşadığı sistem içerisinde pek çoğu kendi duygularını, kendi sorunlarını bilmeyen ebeveynlerle dolu etrafımız. Hem nasıl olsun ki? Günde 12 saat çalışan, çalışmak durumunda kalan bir ebeveynin ne kendine ne çocuğuna ayıracak vakti kalmıyor ki. Sistem bunu emrediyor. 

 “Sınava hazırlama ve test düzeni, genç insanların öğrenme yeteneğini köreltiyor ve geleceklerini yok ediyor. Gelecekte, eğer bir iş istiyorsanız, makinelerden mümkün olduğunca farklı, yani yaratıcı, eleştirel ve sosyal yeteneklere sahip olmanız gerekecek. Peki öyleyse neden çocuklara makineler gibi davranmaları öğretiliyor?” diyor George Monbiot bir makalesinde. İşte bu sorunun yanıtını ben ülkemde nasıl verebilirim bilmiyorum açıkçası. Sadece bir yarış atı gibi koşturuluyorlar.

Böylelikle de doğal olarak bir önceki kuşaktan çok farklı yeni bir insan modeli oluşuyor. 'Gençler okumuyor!' deniyor. Evet bir anlamda doğrudur. Zira, görsel kültür günümüzde o kadar çok ağır basıyor ki nedeni budur diye düşünüyorum. Yine önemli olan bir fark daha vardır ki, gençlerin bilgiye ulaşma kanallarının değişmiş olması. Birkaç dakikada internet sayesinde istedikleri bilgiye ulaşma olanaklarına sahipler artık.! Evet tüm bunlar disiplinli okumanın vereceği sistematik düşünme yeteneğini geliştirmelerinde onları zorlayacaktır ama yazıktır ki bunun da kolay ve hazır bir çözümü halihazırda bulunmuş değildir.

Gençlerin 'maddiyatçı', 'bireyci' olduğu, politikayla, ülke ve dünya sorunlarıyla pek ilgilenmedikleri eleştirisine gelince... 12 Eylül'ün ve aşırı liberal politikaların bir mirası değil midir bu sonuç? Üniversite örencilerinin siyasal partilere üye olmasını bile yasaklamadı mı bir ara? Aileler 'Aman yavrum, politika tehlikelidir, etliye sütlüye karışma' diye yetiştirmedi mi çocuklarını? 'Köşeyi dönmek' bir ideal olarak sunulmadı mı? Ne bekliyorduk ki? Aslında bir önceki kuşağın yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen az bir kesim bile olsalar gençlerin nasıl olup da hâlâ politikayla ilgilendiklerine şaşmalı aslında.

Onlar yepyeni bir dünyanın çocukları. Hem onları yetiştiren kuşak sizlersiniz. Bu nedenle çok da eleştirmeye hakkınız yok. Ya da kim bilir, belki de biraz da kıskandığınız için mi eleştiriliyorsunuz onları bu kadar? Ne dersiniz?

Ve unutmayın bizim gençlerimiz ruhlarında, yüreklerinde ATATÜRK’ü taşıyorlar. O nedenledir ki her şeye rağmen akıllıca davranacaklardır…
Arzu KÖK

10 Mayıs 2020 Pazar

Kızılay Meydanı ve Güvenpark - Arzu KÖK






Kızılay Meydanı ve Güvenpark

Bir kenti keşfetme ile ilgili ilk heyecanı, son tepeyi aşıp kenti yukarıdan gördüğümüz an hissederiz. Bir binalar toplamı ve arada göze çarpan doğal dokusuyla bize ilk izlenimi verir kentler. Ama bu gördüğümüz kentin kendisi değil gölgesidir aslında. Kentin asıl kimliğini kentin içlerine girdiğimizde keşfederiz. Binalar, kent estetiğinin çok önemli unsurlarıdır ama kenti kent yapan binalardan ziyade, park, sokak ve meydan gibi kentin kamusal açık alanlarıdır. Kentin ete kemiğe büründüğü, kimlik ve kişilik kazandığı, yaşayan canlı bir organizmaya dönüştüğü, Jane Jacobs’un dediği gibi, şehri fark edilir ve heyecan verici kılan yerlerdir kamusal açık alanlar. Bu alanların en güzel örneği de kent meydanlarıdır. Bu nedenledir ki insanların bir araya geldiği, iletişime geçtiği, ortak aktiviteler ve eğlenceler düzenlediği meydanları ve kamusal açık alanları olmayan bir yerleşim alanı estetik değildir, demokratik değildir ve ne kadar büyük olursa olsun kent de değildir aslında.

Çok güzel binaları yan yana dizerseniz ortaya bir kent çıkmaz. Sadece binalardan ibaret bir kent, sadece yatak odasından ibaret bir eve benzer. Bir evin sadece yatakhane değil sosyal bir mekân olması için nasıl salonu, mutfağı, balkonu olması gerekiyorsa; bir kenti sosyal yaşam mekânı haline getiren de o kentin açık ve kapalı kamusal alanlarıdır. Konutlar kentin yatakhaneleri ise meydanları, parkları ve sokakları da kentin salonu, oturma odası, mutfağı ve balkonudur. Kent farklı mekânların ve işlevlerin oluşturduğu çoğulluklar toplamıdır kuşkusuz… Ama eğer bu çoğulluklar, yaşam ve karşılaşma alanlarının varlığı ile ortak paydaları olan bir topluma dönüşemiyorsa; ortaya yalnızca bir cemaatler toplamı çıkar… O vakit de kent denilen bir olgudan söz edemeyiz.

Demek oluyor ki, kent, farklılıkların birbirinden yalıtık biçimde var oldukları bir yer değildir. Bu farklılıkların sürekli birbiriyle karşılaştıkları, birbirine değdikleri, çelişki ve çatışmalarını ortak bir mekân ve toplumsal doku içinde çözebildikleri, birbirlerini etkileme ve değiştirebilme olanakları elde edebildikleri bir mekândır.

Kent hem farklılıkları bir arada bulundurmayı hem de atomize olmamayı; hem birey olmayı ama hem de toplum haline gelmeyi sağlayabilme yeteneğine sahip olan bir yerdir. Bu farklı mekânsallıkların ve toplumsallıkların ortak bir toplumsal zeminde bir araya gelmesini kentin düğüm noktaları sağlar. Kentsel kamusal açık alanların en önemlilerinden biri olan meydanlar ise, bu düğüm noktalarının en asli unsurlarıdır. Böylesi mekânlar olmaksızın farklılıkların birbiriyle karşılaşması, iletişime geçmesi ve bir toplum oluşturmaları olanaklı olmaz. Bunların olmadığı bir mekânda ise barındırdığı nüfus ne kadar büyük, sahip olduğu bina sayısı ne kadar çok olursa olsun bir kent toplumu, kent kimliği ve kültürü oluşamaz.

Türkiye’de gelişkin bir meydan kültürünün varlığından söz etmek çok güç. Osmanlı yaşam biçiminde semt ve mahallelilik kavramı çok önemliydi. Kamusal alanlar genellikle erkeklere aitti ve erkeklerin yaşamı da yürüyüş mesafesindeki ev ile işyeri, kahvehane ve camiyi içeren çarşı arasına sıkışmış durumdaydı. Osmanlı’nın çok parçalı ve mikro ölçekli yaşam tarzı, kadın – erkek beraberliğine dayanan bir kamusal yaşamın ve sosyal aktivitelerin mekânı olan batılı anlamda bir meydan kültürünün oluşmamasının en önemli nedenlerinden biriydi. Ele geçirilen kentlerdeki meydanlar ise -kısmen İstanbul dışında- zamanla giderek işlevsizleşti. İstanbul’un bazı meydanları ve geniş bulvarları Padişahın “tebaasına”na göründüğü ya da konvoyunun geçtiği güzergâhlar olarak yaşamlarını sürdürebildiler.
Osmanlı’da 18. yüzyıldan itibaren meydan olgusu daha çok gündeme gelmeye başladıysa da Türkiye’nin var olan meydanları daha çok Cumhuriyet döneminin eseridirler. Fakat bu meydanlar da zamanla yoğun göçün, plansız kentleşmenin, rant yağmacılığının ve yanlış ulaşım politikalarının kurbanı olmuştur. İşte Kızılay Meydanı da bu meydanlardan biridir.

Ankara’da önce Löhler’in sonra da Jansen’in yaptığı imar planlarında 11 adet meydan öngörülmüştü. Bunlar zaman içerisinde birer birer yok oluşa ve çöküşe terk edildiğini gördük, görüyoruz. Ankara’nın Cumhuriyet dönemi meydanları arasında ilk elde sayabileceğimiz Ulus Meydanı+Meclis Parkı, Sıhhiye Meydanı+Zafer Meydanı, Kızılay Meydanı+Emniyet(güven) Parkı, Cebeci Meydanı ve Korusu ile Tandoğan Meydanı zamanla fiziki formlarını büyük ölçüde kaybetmişlerdir.

Bu meydanlar kullanım açısından da anlam kaybına uğramışlardır. Ulus, Sıhhiye, Kızılay ve Tandoğan meydanları yayaların ağırlıklı olarak dışlanması sonucu otomobiller için döner kavşaklar durumuna gelmiştir. Cebeci Meydanı otopark olarak kullanılmaktadır. İçişleri Meydanı ise güvenlik gerekçesiyle kullanılmamaktadır.

Bu meydanların zamanla daha da geliştirilmek yerine fiziki ve kullanım olarak çöküşe uğratılmasında yakın zamanlara kadar, belediye yönetimlerinin kent meydanlarının önemini kavrayamamış olmaları, planlama anlayışının yokluğu, rant baskıları ve meydanların protesto gösterilerini teşvik edebileceği korkusu gibi faktörler çok önemli roller oynuyordu.

Bugün ise bırakalım olası protestolardan duyulan klasik iktidar korkusunu, kentin kamusal niteliği tümüyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Kentte yaşayanlarda “ortaklık” duygusu ve bilinci geliştirecek sokak, park, meydan gibi tüm açık kamusal alanlar ya yok edilmekte ya da kamusal niteliklerini ortadan kaldıran kullanımlara konu olmaktadır.
Kentliler ev ve işyeri arasına sıkışmış bir hayatın, gettolaşmış sitelerin ve büyük alışveriş merkezlerinin içerisine hapsedilmek istenmektedir.
Böylece örgütlü toplumun ve demokrasinin beşiği olan kentlerin yarattığı “kentli-yurttaş toplumu” yerine; itaatkâr, tüketici ve bireyci “post-modern cemaat müridi” geçirilmek istenmektedir.
1930'lu yılların ortalarına doğru, Güvenpark’ın planlanması ve Güven Anıtı’nın inşasından sonra Kızılay Binası’nın bulunduğu ve o dönemki adı Havuzbaşı olan açık alan önemini kaybetti. Güvenpark’ın adı önce anıtın ismi olan Emniyet Abidesi’ne bağlı olarak Emniyet Parkı olarak verilmiş olsa da zamanla anıtın ismiyle birlikte Güvenlik’e, daha sonra da Güvenpark’a dönüştü. Bunda, anıtın üzerinde yazan Atatürk’ün “Türk, Öğün, Çalış, Güven” sözü de etkili oldu.
Anıt, Türk ulusunun jandarma ve polise olan güvenini, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve inkılap hareketlerinde beraber bulunduğu arkadaşlarını temsil eder. İlk ismi ‘Zabıta Abidesi’ olan Güvenlik Anıtı polis örgütüne adandı.

Güvenpark, Güven Anıtı’nın da inşasından sonra toplumsal ve sosyal bir mekân olarak Ankara’nın odak noktalarından biri oldu. Kurulduğu ilk yıllardan 1950'li yıllara kadar okul gezilerinin en önemli duraklarından biri olan, insanların buluşup müzik yaptığı, birlikte vakit geçirdiği bir park olan Güvenpark, Kızılay’ın 1952 yılında iş merkezi ilan edilmesine paralel olarak değişmeye başladı.

1957 tarihli Yücel -Uybadin imar planı kararları sonucunda park çevresindeki yapıların yoğunluğu ve kat yüksekliği artmaya başlayınca parkın dönüşüm süreci de hız kazanmaya başladı.

Özellikle reklam panoları, metro inşası ve bacaların boyutlarının Güven Anıtı’nın görkemini geride bırakması parkın kimliğini gün geçtikçe değiştirdi. 1979 yılında Güvenpark’ın karşısında bulunan Kızılay Parkı’nda yer alan Kızılay binası yıkılarak alan bir otopark hâline getirildi. 1985 yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi alanın altına otopark ve alışveriş merkezi, üzerine ise anıtın yeri değiştirilip saat kulesi getirilmesini öneren “Güvenpark Yenileme Projesi”ni geliştirdi, ancak proje toplanan 60.000 imza ile durduruldu.

Ve bugün… Karmaşa, kalabalık… Kızılay’ın kalbi Güvenpark, ismindeki ‘park’ kavramını yitirerek yeni bir boyut kazanmış durumda.

Şehrin göbeğinde nefes alınıp yeşilin keyfine varılacak bir park olmaktan ziyade, dolmuş, otobüs ve taksi durakları ile Güvenpark, vatandaşın aklına ‘karmaşa’ ve ‘sıkışıklık’ olarak yer edindi. Tarihi boyutuyla Başkent’in en önemli simgeleri arasında yer alan Güvenpark, şu sıralar yeşillerin arasında tam bir kaos merkezine dönmüş durumda.

Bir yanda Güvenpark’ın arka tarafındaki kısımda dolmuş, otobüs ve taksi durakları yer alırken, diğer yanda da parkın Başbakanlık Merkez Binası tarafında güvenlik önlemi amacıyla çevik kuvvet ekipleri, TOMA’lar ve  akrepler, Ankaralıların şehrin merkezindeki bu yeşil alanı keyifle kullanmasına engel oluyor. Milli Müdafa Caddesi ve Kumrular Sokak bölgesinde ilerleyen yayalar, toplu taşıma araçlarının durakları nedeniyle kaldırım yerine asfalttan yürümek zorunda bırakılıyor.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de Koronavirüs pandemisi fırsat bilinerek Güvenpark’ın altını oymaya başlandı. Ancak bu çalışma için yapılan imar planları daha önce iptal edilmişti. Buna rağmen çalışmalar hız kazanmış durumda. Ve bu çalışmalar, Güven Anıtı’nın taşları arasındaki dolguların yer yer dökülmesine ve korozyona uğramasına neden olmuş durumda. Yer yer oluşan çatlaklarla anıtın da süreçten zarar göreceği açık bir gerçek olarak önümüzde durmakta.

Tüm bu çalışmalar Kızılay Meydanı’nı yok etme projesinin bir parçası olarak göze çarpmaktadır. Bu sayede hem bir geçmiş unutturulacak hem de toplumun bir araya gelip nefes alma alanı yok edilerek cemaetleşmenin, müridleştirmenin önü daha da açılacaktır. Bu ise hele ki bir başkent için intihar demektir.

Cumhuriyet’in kuruluş simgelerinden olan Güvenpark ve Güven Anıtının onarımı ve bakımının yapılması içinde Kültür Bakanlığı’na ve Büyükşehir Belediyesi’ne çağrıda bulunmak istiyorum. Tüm inşaat çalışmaları durdurulsun ve Kızılay yeniden kent meydanı işlevine geri döndürülsün. Bu ülkenin geleceği açısından da önemlidir. Zira Ankara biterse ülke de dünya da biter...

 Arzu KÖK




2 Mayıs 2020 Cumartesi

Evdeyiz!... - Arzu KÖK


Evdeyiz!...

“Çocuklar inanın inanın çocuklar
Güzel günler göreceğiz güneşli günler
Motorları maviliklere süreceğiz
Güzel günler göreceğiz güneşli günler”


Şu sıralar karamsarlık kaplamış olsa da dört bir yanımızı, adım gibi eminim bundan. Ama bütün bunlar için, şimdi, şu anda, fiziki olarak olmasa da uzaktan uzağa olsa da el ele olacağız. Başka yolu yok bunun. Zira bugünden başlamayanın yarını olmaz!
Evdeyiz bu aralar. Oturuyoruz, çalışıyoruz oturduğumuz yerden. Bir arada olmanın tadı yok ama çalışıyoruz, yazıp çiziyoruz. İnsan çalıştığı dönemlerde hep özenir evde vakit geçirmeye ama öğrendik bu süreçte evde oturmanın değil de çalışmanın kıymetini.

Evdeyiz bu aralar. Daha ne kadar sürecek bilmiyoruz. Önünü görememekten ötürü de mutsuzuz ve güvensiziz. 1990’larda psikiyatrlar ve hastaların çıkardığı ‘Şizofrengi!’ adında efsane bir edebiyat dergisi vardı, logosunun altında “Bütünüyle kuşkudayız!” yazardı, aynen öyle. Hekimler dışında kimseye güvenmiyoruz artık. Her akşam bir selâ müezzini gibi televizyon ekranlarına çıkıp o günkü ölümlerin sayısını açıklıyorlar. Yetmiyor, üstüne bir de öğüt veriyorlar. 

Evdeyiz bu aralar. Hani kırk yatıra kırk mum yakıp kırk çaput bağlansa da olmayacak olan şey gerçekleşti şimdilerde: Sokaklar bomboş! Bir de yetmezmiş gibi sihirli olduğu söylenen bir söz dolanıyor ortalıkta: “Sosyal izolasyon!”  Bütün iktidarların en sevdiği laf!

Evdeyiz bu aralar ve bu süreç bana çok şey öğretti. Neler mi? Sıralayalım kısaca:

1- Kan bağım olan yakınlarıma kıyasla, gerçek dostların bana milyar kilometrelerce daha yakın olduğunu fark ettim. Bir gönül dostu komşunun, bir hazine olduğun anladım. Yan komşum her gün sıcak yemek, ıhlamur çayı gibi desteklerini kapımın önüne kibarca bırakıyor.

2- Beyni siyasi iktidara veya daha acısı muhalefete angaje olmuş kör saldırgan propaganda ve yayınların, artık bana hiçbir şey ifade etmediği net fark ettim.

3- Hayvanların Hayvanat Bahçesinde neler hissettiğini anladım.

4- Kişisel sağlığın, her türlü inanç, ideoloji, felsefe veya kültürden daha önde geldiğini, daha önemli olduğunu, bu yüzden işinde usta bir emekçi doktorun hep gevezelik yapan bir filozoftan veya sükseli bir yazardan daha hayati öneme sahip olduğunu gördüm.

5- Güneş, ay, bulutlar, ağaçlar, deniz, çiçekler, tüm kozmos ne kadar şahane görüntülermiş. Yeni fark ettim. Dünya insan olmadığında çok daha hızlı kendini toparlıyormuş…

6- Silahın değil de eğitim ve sağlık alanına yapılacak yatırımların ne anlama geldiğini gördük.

7- Bir diktaya karşı olmanın, ona karşı direnmenin tek yolunun görsel medyada kaçak güreşerek cazgırlık yapmak değil, ülkenin tüm insanlarını kucaklayacak bir devrim projesi üzerinde çalışmak ve sevgili halkımıza zorla değil, kibarca buna inandırmak olduğunu anladım.

8- ABD’nin artık dünyanın önde gelen ülkesi olmadığını öğrendik. Bu arada Çin’in tek bir mermi harcamadan, tek füze atmadan 3. Dünya Savaşı kazandığını anladık.

9- Emperyalizmin çirkin yüzünü bir kere daha tespit ettim. Avrupa Birliği gibi bir boş hayalin ne tür Avrupalı milliyetçilikleri içinde barındırdığını maske gaspı konusunda net gördük. Kimse artık bana AB palavraları sıkmasın. Atatürk’ün dediği gibi “Hedefimiz çağdaş uygarlık ama batılı haydutlara kölelik değil...”


Evdeyiz bu aralar. Şimdiyi yaşıyoruz, buradayız. Berbat bir dünyanın bir köşesinde, felaketten ticaret çıkarmak isteyen bir ekibin eline kaderimizi, yakınlarımızın hayatını teslim etmemeye çalışıyoruz. Üstüne bir de kıytırık gelecek teorisyenlerinin zulmüne maruz kalıyoruz. Sürekli dikte edilen berbat bir distopya ya atmasyon bir ütopya ile karşı karşıyayız. İnsanın “Kapat şu televizyonu!” diye bağırası geliyor.

Şimdi tüm çıkarımları bir araya getirmeli ve yıllar önce Eugene Pottier’ın da söylediği gibi “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır!” gerçeğini göz ardı etmemeliyiz.

“Ne zaman görebiliriz güzel günleri
Barış kardeşlik gerçeğinde
Emeğin yüce değer bilinci eşliğinde
İnsanlar
Yaşama güvenlik sevilme güdülerinin kazanımında
Bir statüye sahip olup
Kendini özgürce ifade edebildiği gün
Güzel günler başlayacaktır canlarım
İşte o zaman çocuklarımız
Yaşamak ne güzel ya diye haykıracaklar
Ben bunun uğraşısındayım canlarım
Özgür emek özgürlük demektir
Özgür emek peşine takılalım diye
Yalvarıp duruşum bundandır işte
Gelin bugün yine Nazım babayı dinleyelim
Güzel günleri hayal edelim
Çünkü hayaller olmazsa gerçekler gelmez
Buyurun”

Arzu KÖK