30 Ocak 2015 Cuma

Elektrik ve Zam - Arzu Kök

Elektrik ve Zam

Elektriğe yine zam yapıldı. Faturalar bir anda normalinin iki katına fırladı. Diğer taraftan doğuda borcunu ödemeyenler ile elektrik idaresi arasında restleşmeler sürüyor. Bu restleşmeler sonucunda onlar faturalarını ödemez iken batıdaki vatandaş onların borçlarını da elektriğe son yapılan zamlarla beraber öder duruma geçiyor.

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; kişi başına düşen ulusal gelire göre elektrik fiyatları karşılaştırıldığında, değil AB ülkeleri arasında, dünya ülkeleri arasında elektrik fiyatlarının en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir. Üstelik de elektrik üretiminde çok daha iyi imkanlara sahip olmasına rağmen. Ama ne yazık ki; toplumdan tepki gelmeyince; hükümet de istediği gibi at koşturuyor. Muhalefet derseniz; zaten bugünlerde onları gören de nerede olduklarını bilen de pek yok…

Üretimin yapılamadığı ortamlarda zam yapmak doğrudur belki. Ancak ülkemiz elektrik üretimi konusunda pek çok ülkeden daha ileri konumda. Üstelik elektrik üretimi için sürekli yeni hidroelektrik santralleri, termik santraller, nükleer santraller kuruluyor. Elektrik üreteceğiz diye doğanın canına kıyılıyor. Sularımız, hava kirletiliyor, bir de üzerine bunların temizlenmesine katkı sağlayacak ağaçlarımız kesiliyor. Doğa katlediliyor. Ama yine de elektriği kullanırken ateş pahası bir ücret ödemek durumunda kalıyoruz. Açığı oluşturanlar, kaçak elektrik kullananlar değil, faturasını düzenli ödeyenler mağdur ediliyor bu zamlarla. Ama kimin umurunda. Açığın kapanması lazım. Diğer taraftakileri de korumak lazım. Her zaman olduğu gibi en iyi yöntem faturayı dürüst vatandaşa çıkartmak tabiî ki. Çünkü Türk Ulusu tepki vermeyi sevmez. Bu da zaten onların hoşuna giden, her hükümetin arayıp da bulamadığı bir durumdur.

Bilindiği üzere elektriğin en çok tüketildiği ve sanayinin ağırlıkta olduğu Marmara Bölgesi’dir. Bu bölgede kullanılan kaçak elektriğin haddi hesabı yoktur. Ancak Hükümet pek tabii ki bu bölgedeki sanayicinin üzerine gidemez. Nasıl gitsin ki? Zira adamların hemen bütün çoğunluğu, örgütlü bir şekilde ve örgütleri ile hükümete destekte ön sıradalar. Bu durumda bunlara nasıl müdahale edilebilir ki? Hem siz olsaydınız bindiğiniz dalı keser miydiniz?

Yine, konutlarda kaçak elektriğin en çok kullanıldığı bölgeler Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’dir. Fakat ne yazık ki buralara da dokunulamaz. Zira bunlara izin verilmesinin kökeninde hükümetin Kuzey Irak politikası yatmaktadır. Bu sayede oy oranlarını arttırmadılar mı o bölgelerde. Hatta birinci parti olarak çıkmadılar mı sandıktan. Şimdi nasıl olur da bu yörelerde ki kaçak kullanımın önünü kesebilirler ki? Katiyen olmaz. Zira hem oradaki halkın hem de ABD emperyalizminin ve güdümündeki AB’nin maşalarının ve yerli işbirlikçilerinin huzuru kaçar ki bunu hükümet asla kabul edemez…

Ayrıca Kuzey Irak’a verilen elektriğin durumu da söz konusu. Zira o bölgeye verilen elektrik Türk insanının kullandığı fiyatın neredeyse yarısı bir fiyata verilmektedir. Yani Türk insanı kendi topraklarında üretilen elektriği kendisine ve ülkesine kin besleyen, askerlerimizin şehit olmasına göz yuman, teröristleri vatandaşları olarak kabul edip, savunan bir ülke insanından daha pahalıya kullanıyor. Tabii doğal olarak hükümet buna da bir dur diyemez. Zira bu da Kuzey Irak politikalarının bir parçası. Yani ABD ve AB’nin dayatmaları. Bu satışa veya buralara verilecek elektriğe yapılacak zamma hükümet asla müsaade edemez. Çünkü, ABD ve güdümündeki AB’yi kızdırmak bu hükümet için istenebilecek en son şeydir.

Tabii bir de sokak lambalarının faturasını ödemeyen AKP’li ve doğuda da HDP’li belediyeler var. Bu faturaları onlara ödetmek olur mu hiç? O belediyeler ki, liderlerinin sözünden çıkmıyor, halka kömür ve gıda yardımı yapıyorlar. Yani bu iyilikleri karşılıksız mı kalsın? Mümkün değil. Tabii ki faturaları ödemezlerse de olur. Nasılsa hükümet ödetecek birilerini bulur.

Yukarıda anlattıklarımız ışığında buralara ve ilgililere dokunulamayacağı çok açıktır. Bu durumda ihtiyacın karşılanabileceği en uygun alan, dürüst vatandaşlardır. Bunların, nasıl olsa sesleri çıkmıyor, örgütlü de değiller. Arkalarında dışarıdan talimatlı işbirlikçiler de yok. O halde; vurun bunlara. Zam oranını da istedikleri gibi, hatta tüm açıkları kapatacak ölçüde de tutabilirler. Üç-beş mırıltı duyulur. Sadece o kadar!

Nasılsa dürüst vatandaşın ağzı var dili yok. Onlar Hazine’nin içini boşaltsınlar halk doldursun. Bir de” Ben halkımı düşünüyorum, kömür ve gıda yardımları yapıyorum “diyerek ortalığa çıkıp bir iki duygu sömürüsü yaparlarsa zaten bu halk onları affeder. Sistemi ne güzel kurmuşlar değil mi? Ve yazıktır ki dürüst fakat örgütlenme fakiri olan halkımızı kullanmayı çok iyi biliyorlar.

Boşaltan boşalttı Hazine’yi. Doldurulması gerekiyor, zira seçim var önümüzde ve para lazım. Nasıl mı? Elbette ki her şeye zam yaparak… Para kimden mi çıkacak? Tabii ki vatandaştan…

                                                                            ARZU KÖK

20 Ocak 2015 Salı

Uğur Mumcu'yu Anarken - Arzu Kök

Uğur Mumcu’yu Anarken… 

“Demokratik toplumlarda bir kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı yapılmış sayılır. Bu bilinç yerleşmedikçe haksızlıkların adaletsizliklerin önüne geçmeye olanak bulunamaz. 
- “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesi toplumun bütün bireylerini sarar ve birçok insan:
- Adam sen de… bencilliği ve bireyciliğiyle yetişir. Herkes kendi küçük dünyasının kabuklarında, sessiz sedasız yaşamayı hüner sayar. 
- Sen mi kurtaracaksın?... gibi sorularla kavgadan gürültüden uzak tutulmak, günlük yaşamın mutluluk zırhlarıyla sarılıp sarmalanmak hiçbir yasanın suç saymadığı ve birçok insanın da küçük görmediği bir yaşam biçimi olarak belirir. 
- Beni düşünmüyorsan çocuklarını da mı düşünmüyorsun? gibi duygusal tepkilerin gözdağlarıyla sıkıştırılmış sorumluluk duygularının sınırladığı insanlar, yaşamlarında bir başka mutsuzluğun gölgeleri ile boğuşup dururlar öylece.
Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile söylememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini.
Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı.
Susmak… susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra.
Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda. 
Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor. “

Uğur Mumcu’ya ait yukarıdaki satırlar. Ne kadar doğru söylemiş. Ve ömrü boyunca da bu doğrularından ödün vermemiş. O’nun temsil ettiği bu değerler bugün çoktan unutmaya yüz tuttuğumuz ve artık uyuşmuş beyinlerimizle cılız bir şekilde zorlukla telaffuz ettiğimiz, bir o kadar da özlemle anımsadığımız değerlerimizdir. Dürüstlük, temiz toplum, yolsuzluklara karşı çıkma ve önleme, toplumsal adalet, cumhuriyet değerleri onun yaşamı boyunca uğruna savaşım verdiği değerlerdi. O değerlerin peşinde yaşamı boyu tutarlı bir şekilde mücadele ettiği için halkın sevgisini kazandı. Ancak ne yazık ki böylesi tutarlı aydınlarımız günümüzde ne yazık ki çok az. Yazılarını yazdığı Cumhuriyet gazetesinin tirajı belli iken cenazesinde milyonların akması başka türlü nasıl açıklanabilir ki? O aslında birçoğumuzun olmak istediğimiz ama olamadığımız kişiydi.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Uğur Mumcu’yu anacağız ve toplantılar düzenleyeceğiz. Ardından ise bize aşılanan – ve kolayca benimsediğimiz -değerler için çalışmaya devam edeceğiz. Başkalarına bakarak o değerleri yitirmemeye, çemberin dışına düşmemeye çalışacağız. O değerlerin özü “ ben “ kültürüne dayalı, dayanışmayı dışlayan, paylaşmaya kapalı, toplumun bireylerini para ile alt edilecek birer rakibe dönüştüren çıkmaz bir sokaktır ve sonu mutsuz, ruh sağlığı bozulmuş, körleşmiş ve sağırlaşmış bireylerin yaşadığı bir toplumdur. Bu yoz kültürün yerine insanı kutsayan yeni bir kültür yaratamadıkça Uğur Mumcu’ya lâyık olamayacağız.

Yaşadığımız düzen her açıdan insanı yalnızlaştıran, örgütsüz ve dayanışmasız kılan, kolu kanadı kırılmış ve kendi derdine mahkûm edilmiş bireyler üretiyor. Toplumsal normların ters yüz edildiği, erdemin ve insanlık değerlerinin unutulduğu ve vahşi bir çıkar güdüsünün kişiliğimizi esir aldığı bir kültür tüm albenisi ile bizi sarıp kuşatıyor. Uğur Mumcu’ya karşı suçluluk duygusu duymamak mümkün mü? Bugünkü Türkiye manzarası için ölmedi Uğur Mumcu. O bugünkü manzarayı görmeyelim diye uğraşırken öldü. O’nun bu uğraşlarını yarım bıraktırmak isteyenler tarafından öldürüldü. Yine O’nun bir yazısında dediği gibi “Unutmayalım ki  ‘cesur bir kez, korkak bin kez ölür.’ Önemli olan, insanın böyle bir toplumda bir ‘mezar taşı’ gibi suskunluk simgesi olmamasıdır.”

O üzerine düşenleri fazlasıyla yaptı. Susmadı. Korkusuzca söyledi her şeyi. Her çirkinliğin üzerine korkusuzca gitti. Kendisi korkmadı ama üzerlerine gittikleri korktu ve tek çare olarak O’nu susturmayı seçtiler. Ama Uğur Mumcu fikirleriyle yaşayacak. O’nu susturmak canına kıymakla olmuyor. Türkiye aydınlarına ve demokrasi, cumhuriyet güçlerine daha çalışkan, daha cesur olmak düşüyor. Değerlerimizi yerli yerine koymak ve uzun soluklu bir mücadeleyi çocuklarımız ve geleceğin çağdaş, temiz Türkiye’si için vermeyi başarmak gerekiyor.


                                                                                                  Arzu Kök

15 Ocak 2015 Perşembe

Susmak Doğru Olan mı? - Arzu Kök

SUSMAK DOĞRU OLAN MI?


 Çevremizdeki insanların gözlerindeki neşe giderek azalırken neler olduğunun farkında mıyız acaba? Bir an olsun durup düşünüyor muyuz konuşmayı terk etmenin sebebini? Zira kendilerini ifade etmeye sıkı sıkı sarılmıyorlar. Sorunlarının ne kadar derin, ne kadar anlaşılmaz olduğunu düşünüyorlar ki o kuytu köşenin sisine sığınıyorlar. Ve nasıl oluyorsa her samimi yaklaşımı kıyamet alameti gibi görüyor, her sevinçli habere şüpheyle bakıyorlar? Bu dünya üzerinde beklentilerini karşılayabilecek kadar ince insanların varolmayacağı inancıyla biraz daha vazgeçmişliğe, biraz daha yabancılaşmaya kapılıyorlar. Ve nasıl oluyor da kimse bunları önemsemiyor? Hele ki biz yakınları çoğu zaman.


Evet susmayı tercih eder bazıları. Ama neden susarlar? İrdelediniz mi hiç? Susmanın, olaylar karşısında sessiz kalmanın bir sürü nedeni vardır. Mesela anlatmayı beceremeyenler susarlar. Anlatmaktan vazgeçenler susarlar. Diğerlerinden ümidi kesmiş olanlar susarlar. Hata yapmaktan ölesiye korkanlar susarlar. Kendilerini açığa çıkarmaktan korkanlar susarlar. Zannettikleri  kişi olmadıkları, zannettikleri dünyada yaşamadıkları gerçeğini hazmedemeyecek kadar güçsüz olanlar susarlar. Olaylar ve olgular dünyasıyla baş edemeyenler susarlar. Her şeyi gördüğünü, tüm olasılıkları yaşadıklarını düşünenler susarlar. Güçlü olarak görülmeye ölesiye ihtiyaç duyacak kadar güçsüz olanlar susarlar. Ama bir şey vardır ki sonsuza kadar hiç durmadan konuşacak dediklerimizin en çabuk susanlar olduğu gerçeğidir.

Niçin susar bir insan, neden konuşmaz? Belki başlangıçta konuşmadan da anlaşabileceği birilerinin var olduğunu sandığı içindir, yada öyle umuyordur. Sonra belki de bir gün konuşmayı denemiştir ve büyük bir ihtimalle; "kendini ifade et" kültürünün dayatmasında safça, onu anlamalarına kendisinin izin vermediğini düşünerek ve üzülerek... Aslında herkes bir gün konuşur. Ancak konuştuğunda sustuğundan daha beter bir anlayışsızlıkla karşılaşma ihtimali korkutur daha çok insanı. Ve belki de düşününce en doğrusu susmaktır diyerek susuyor insanlar.

Bir dostuma sordum geçenlerde, "Neden susuyorsun ve tercih ediyorsun yalnızlığı?" diye. Aslında düşündürücüydü cevabı: "Susmak en doğrusudur belki ve siz susarken anlamış olanlar varsa sizi, konuşacağınız kişiler de yalnız onlar olmalıdır. Bir de şu var; yalnızlığınız zevk veriyorsa, içinizin zenginliği size yetiyorsa, küçücük bir dünyada kocaman bir alem kurabiliyorsanız bırak kim ne söylerse söylesin mutluyum ben yalnızlığımda." Bir an durdum düşündüm. Evet haklı belki de. Ama susmak da aslında bir kaçış değil midir? Yaşamdan, mücadeleden kaçış.

Sonra eklediği bir cümle ile aslında haklılığını ispatlamak istiyordu: "Zekası benimle aynı şakayı paylaşmaya yetmeyenlerle benim ne işim olabilir ki?" Ama haklılığına inandıramadı bu söz. Zira asıl sorun da aslında o kişileri de o düzeye getirmek değil midir? Asıl başarı ve mutluluk bu olacaktır. Pes edip köşeye çekilmek değil. 

                                                                         Arzu Kök




7 Ocak 2015 Çarşamba

Islak Yalnızlık - Arzu Kök

Islak Yalnızlık
Halen Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev yapan şair Hikmet Gülay'ın son kitabının adı; Islak Yalnızlık. “Gezdim Aydınlığında Karanlık Gecenin, Ne Zamana Sığdım Ne Mekâna, Sonsuz Ufkun Sessizliğinde, Bir Deli Ok şairin daha önceki kitapları. Dört kitabından sonra 5. kitabını da yayın hayatına sundu Hikmet Gülay. Son kitabının Akademi Kitap Evi’ndeki imza günü nedeniyle konuştuk Hikmet Gülay ile.

Eserlerinde insan sevgisini ön planda tuttuğunu, aşk ve sevgini yıllar geçse de sımsıcak tadının asla kaybolmayacağını ifade ediyor. Değişen dünya düzeninde kaybolan dostlukların, aşk ve sevginin biraz olsun şiir tadında paylaşımını, okurlarıyla bir arada yaşamanın başka tadı olduğunu anlatan Hikmet Gülay, eserlerini Türk edebiyatına, gelecek kuşaklara miras olarak bırakmanın mutluluğunda. Amacının daha da güzel ve özgün, kalıcı eserler yaratmak olduğunu söylüyor. Çok mütevazi, sıcak kanlı bir insan Hikmet Gülay. Pek çok savcı halkın gönlünde taht kurmayı başarmış, şiirlere, türkülere konu edilmiştir tarihimizde. İşte Hikmet Gülay’da onlardan biri. O da şiirlere konu olur mu bilinmez ama o pek çok konuyu şiirlerine konu yapmayı bilmiş ve halkın gönlünde taht kurmuştur.

“Ne Zamana sığdım ne mekana,
Ne hep var oldum,  ne de hep yok.
Ne bir zerrede ne bir damlada
Ruhum sonsuzlukta bir bedenim yok… “

Dizeleriyle sonsuz hayatı tanımlıyor şair. Şair Hikmet Gülay, yasaların insanların daha huzurlu ve mutlu bir ortamda yasaması için kaleme alınmış birer metin olduğunu söylüyor. Yasaların amacının insanları kısıtlamak ve engellemek değil, insanların daha özgür ve güvenli bir yaşam sağlamak olduğuna dikkat çekiyor ve daha mutlu ve saygılı bir ortam için çaba sarf edilmesi gerektiğinin bilincinde. Yani ilginç bir sentezle yasalar ile sanatı aynı doğrultuda ve güzel bir dünya oluşturmak için kullanmayı başarıp, bunu herkese önerecek kadar cesur bir yürek taşıyor.


Hikmet Gülay, özgün şiir yazan bir şair. Aynı zamanda da yazdığı şiirleri çok iyi yorumlayacak kadar usta bir yorumcu. Şiirlerine duygularını öyle güzel yansıtıyor ki dinlerken yaşıyorsunuz şiiri. Duygusallığın da, ironinin de hakkını layıkıyla veriyor. Şiirlerinde yer yer zalime ve zulme meydan okuyan kahramanca nidalar var. Yer yer nasihatler veriyor kendince okuyucuya:

“Özün, sözün doğru olsun
Yolun hakkın yolu olsun
Dağarcığın dolu olsun
Doğruluktan şaşma oğul…”

En çok mutluluğa ve huzura duyulan bir özlem var şiirlerinde.

“Etrafım hep karanlık
İçten içe bir çığlık
Ufukta bir aydınlık
Bekliyorum..”

Bir gün bir şair mutluluğun şiirini gerçekten yazabilir mi, bir ressam gerçekten mutluluğun resmini yapabilir mi bilinmez. Ama Gülay en azından yazmayı deniyor: Hem yazmaya hem de yaşamaya çalışıyor.

Mutluluk nerede? Meçhul.
Bir köyde, bir evde,
Tabiatta, bir çiçekte, bir ağaçta,
Baba evinde, ana dizinde,
Sevgilinin koynunda,
Belki gerçekten o da
Şehrin bir sokağında.
Arıyor bulamıyoruz,
Veya buluyor anlamıyoruz…”

Onun dünyası güzellikler dururken karanlığın sesine kulak verip kendi içindeki güzelleri bile bataklığa gömenlerin dünyasının kıyısında yer aldığı için, mutluluktan çok mutsuzluk yolcularına tanıklık ediyor.

“Durun serseri ruhlar,
Bu yollardan gitmeyin,
Ruhlarınız böyle
Yollarda kirletmeyin…”

Hikmet Gülay’ın şiirlerinde yalnız kendisi yok, Gurbetçi Mehmetler, hapse düşen mahkumlar, bir kör, bir tamirci ruhu, kısacası hayatın içinden ve hayata dair ne varsa bir parça hepsinden var. Tabi iyi bir güfte bulamamaktan şikayetçi olan bestekarlara göz kırpan kıta ve mısralar da bunların arasında bolca yer alıyor. Şiir ve sanat severlerin hayata bir de Hikmet Gülay’ın gözünden bakmasında yarar olduğunu düşünüyorum.

“Sevgimiz askılıkta
Dostluk tozlu raflarda kalmasın,
Vefa solmasın,
İnsanlık ölmesin”

Dizeleri Hikmet Gülay’ın hayat felsefesi adeta. Akademi kitap evindeki imza günü çok güzel geçmiş, okurları Hikmet Gülay'a yoğun ilgi göstermişlerdir. Ancak o gün katılamayanlar üzülmesin 31 Ocak 2015 günü bir imza günü daha var. Gitmenizi, tanışmanızı ve bu güzel şiirleri okumanızı, dinlemenizi öneririm.
                       
                                                                               Arzu Kök

3 Ocak 2015 Cumartesi

Dilenme Kültürü - Arzu Kök

Dilenme Kültürü
Kullandığı kibriti bile Endonezya üretimli olan bir ülke durumuna geldi Türkiye.
Hâlimiz ortada. Fazla söze gerek yok. Bilinçsizce tüketiyoruz. Suçluyuz.
Filozofa gönderme yaparcasına âdeta "Tüketiyorum, o hâlde varım" demeye başladı ülkem insanı. Aslında bu durum yalnızca bize özgü bir durum değil. “Tüketim Çağı” böyle emir buyuruyor. Buraya kadarı anlaşıldı ancak, ne olacak bu işin sonu?
Aslında bir an önce bağımsızlığın tanımı yapılmalı.
Yoksa; yaşananlar, söylenenler uyuşturmuş durumda beyinleri.
Gerçekten bağımsız mıyız? Sürekli büyüklükten, soyluluktan söz eder dururuz. Oysa bu özellikler bağımsız uluslar içindir. Peki, biz gerçekten bağımsız bir ülke miyiz? Sürekli "öteki" ülkelerin gücünü konuşmaktan, kendi iç sorunlarımızı yeterince irdeleyemediğimizin ayırdında mıyız acaba? Atatürk ile elde edilmiş bağımsızlığı büyük oranda yitirmiş bir ülkede, düşüngü (ideolojik) bölünmelerine ayrılarak çenebazlık yapacağımıza, tüm kutuplaşmaları bir kenara bırakarak “tekvücut” olmamız gerekmiyor mu?
Sürekli birilerinin kucağına bırakılıyor bu ülke. Sözüm ona, bizi "adam edecek” bir dış güçlerin önüne sürüyorlar bizi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, yorgun ve yoksulken bile kendine yetmesini bilen Türkiye, günümüzde kendi kendine yetemiyor bir türlü! Yeraltı ve yerüstü zenginliği, başkaları yaralansın diye mi verilmiş bu ülkeye? Özeleştiri yapmıyor, yerine özelleştirme ile kurtuluyoruz tüm dertlerimizden. Evet, kurtuluyoruz bu ülkeden! Özelleştirmeyle yeni bir tekelleşmeye doğru sürüklenen ülke insanı; yeni patronuna, yeni efendisine boyun eğmek zorunda kalacak çok yakında. Sömürgeci sermaye ezdikçe bizleri, direnmeyi bıraktık bir kenara, başladık açıkça dilenmeye...
Dilenci, kimlik ve kişilik fukarası, yozlaşmış bir toplum yaratma sevdasındakilerin suçu çok büyük. Baskılarla, sorgulamaktan korkar hale getirilen vatandaş, teslim olmaktan başka ne yapabilir ki? Bu teslimiyet sonu ise “sürekli bir dilenme hâli”ne (atalet ve zaafa)dönüşümdür. Birkaç “elit” aile tarafından yönetildiği bilinen “güzel ve yalnız ülkemde” sosyal adaletin niçin işlemediğini sorgulayamıyor vatandaş. Daha doğrusu sorgulayamıyor...
Direnmek de zordur bu ülkede. Dik durmayı gerektirir. Vururlar kazmayı beline beline, hadi dik dur bakalım durabilirsen. Dilenmek ise eğilebilmeyi gerektirir.
Ancak, dilenciliği yardımlaşma kültürü ile karıştırmamak da gerekir. Yardımlaşma bambaşka bir olgudur. Paylaşmaktır, elindekini pay edebilmektir. Sosyal adaletin hâkim olduğu bir ülkede, adalet gereği, paylaşmak bir zorunluluktur. Bu durum sömürgeci 'emperyalist' sermayenin onaylamadığı bir sistemdir. Çünkü dağılımda yaşanacak dengesizlik, sömürgeci vahşi sınıfı daha güçlü konuma getirir. Böylece zenginler sınıfı adında bir “sınıf” çıkar ortaya. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar daima...
Ülkemizde metrekare başına düşen dilenci sayısı, nasıl bir millet haline geldiğimizi kanıtlar niteliktedir. Gerçekten, millet miyiz hâlâ? Sakın sokaklarda gördüğünüz dilenciler yanıltmasın sizi. Çünkü yalnızca onlardan oluşmuyor bu ülkenin dilencileri. Bu ulusu dilencilik kültürünün bağımlısı konumuna getirdiler. Sürekli yalvarır olduk birilerine : ABD’ye, IMF’ye, AB’ ye...
Kulu, kula kul eden dilencilik kültürünü bu ülkeden biran önce uzaklaştırmalıyız. Her kul, kendisi gibi kula, kul olmayı reddetmelidir.
Eğer bu kültürü uzaklaştıramazsak sonumuz hiç iyi olmayacak. Yarının çocukları; babasından, dedesinden gördüğü bu sefil dilencilik prensibini "gelenek" olarak sahiplenecek ve şu an yaşanmakta olan bu hastalık kök salacaktır. Bir an önce bu hastalığın önü alınmalıdır. Yoksa 2020'lere topyekün dilenir halde gireceğiz.

Not: Her ne kadar başlık attı isek de, aslında 'dilencilik' bir 'kültür' değil; Uygarlık ve Medeniyet gibi "varlık ve insan boyutunu simgeleyen" temel kavramların bütünüyle dışında kalan bir kültürsüzlük (medeni olmama, uygarlık dışı kalma) biçimidir


                                                                                                                          ARZU KÖK