22 Nisan 2017 Cumartesi

23 Nisan - Arzu KÖK

 23 Nisan

Hani çocukların en kolay ezberlediği bir 23 Nisan şiiri vardır. O şiirin iki mısrası şöyledir; “Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan.” Bugün tüm yurtta ve KKTC'de bazı çocuklar müsamerelere, bazıları alanlara çıkacak, okul avluları sevinç ve coşkuyla dolup taşacak, şarkılar, şiirler birbirine karışacak... Ve bu şiir de mutlaka okunacak. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerle kutlanacak. 

 Pek tabidir ki kutlanmalıdır. Ama çocuklara kutlu olsun, büyüklere değil! Zira o  büyüklerdir ki, çocukluktan nefret ettikleri için bir an önce büyüyüp büyük mevkilere makamlara gelmişlerdir, ne kendi çocukluklarını ne de başka çocukları sevmişlerdir! Bu nedenle de onların bayramını kutlama gereği duymuyorum. Zira ikiyüzlülük yapmış olmak istemem.

Şimdi onlar, çocukları da kendilerine benzetebilmek adına, bir günlüğüne koltuklarını çocuklara devredecek böylece de vali, belediye başkanı, emniyet müdürü, başbakan hatta cumhurbaşkanı olacak çocuklar! Ancak bu koltukların çocuklara verilmesine hiç de taraftar değiliz. Zira onların saflığını, iktidar, hırs, mevki, koltuk gibi bazılarının pek bayıldığı şeylerle bozulması taraftarı değiliz.

Çocukları sevmiyorlar. Çünkü, onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya  vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkûm olacaklar.


Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi.  Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi, cemaat yurdunda yanarak ölen çocuklar da bugün kutlayabilecekti 23 Nisan’ı coşkuyla. 6 bin civarı çocuk, cezaevleri yerine okullarında kutlayacaktı bayramını. İş kazalarında ölmeyeceklerdi, çocuk evlilikleri olmayacaktı, tecavüze uğramayacaktı çocuklar…

Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa gidip  kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyurun devletlim!... Makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir bir gün.


Bu bayram çocuklar yine "Bugün 23 Nisan / Neşe doluyor insan" diye sevinçli şarkılarını söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın Zira sizleri görünce değil bizlerin çocukların  bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”

Arzu KÖK

16 Nisan 2017 Pazar

Sevgili Ulusum!... - Arzu KÖK

Sevgili Ulusum!...

 Ben, Mustafa Kemal
Ali Rıza oğlu, Zübeyde’den olma…
19 Mayıs 1919, Samsun doğumluyum
Böyle bilinesi...
Havza’da, Amasya’da 
Erzurum’da, Sivas’ta ve Ankara’da...
Kader diye önümüze getirilen 
Tüm kötülükleri
Hıyanetle, açlıkla, sefaletle
Ve de düşmanlarla savaşarak aştık...




















Çanakkale’de öldük
Dirildik yeniden
Allahuekber’de buz kestik...
Çanakkale’de Anzavur ,
Konya’da Delibaş ,
İzmit’te halife ordusu... 
Kudurdu ihanet, uşaklık, kölelik
Türk’ü yok etmek adına
Ve sizler, 
Ey Efendiler!...
Karınları tok, sırtları pek olanlar!...
İnönü’de, Sakarya’da
Çiğiltepe’de, Dumlupınar’da vurulduk
Kanla, ateşle, gözyaşıyla…
Vurduk da
Gördü o zaman Osmanlı
Hak nasıl alınırmış, 
Ulus ne demekmiş…
Vatan dedik, 
Ulus dedik, bayrak yaptık onurumuzu
Para, şöhret, şan tutkusu
Hadi be!
Hak! Dedik, Hak'ka taptık...
Şimdi bakıyorum da
Şalvar, kara çarşaf, peçe





















Yeniden dolaşır olmuş sokaklarımızda
Ne canlar pahasına kurduğumuz mecliste oturanlar
Avanta peşinde koşar olmuş
Suç olmaktan çıktı mı tüm bunlar?
Ne oluyor sizlere, 
Bulgur pilavına soğanı katık yapardık biz
Bir yamalı paltoyla geçerdi kara kışlar
Kimsenin kucağına oturmadık
Kovduk ya Duyun-u Umumiyeyi

















Dedim ya!
Asil kan...
Mezra mezra, köy köy, şehir şehir gezin 
Yolluk, tahsisat beklemeyin
Her izbede bir mum yakın
Okulsuz tek bir mezra dahi bırakmayın
Bilime yönelin,
Sanatı bırakmayın
Hak ve hürriyet çizgisinden ayrılmayın
Masallarına kanmayın;
Biz sevdik,
Gaflet, dalalet ve hıyanet
*
Oysa kanla imtihan edilmiş bir ulus bu
Kanla çizilmiştir sınırlarımız
Beni Samsun belleyin
Sevgili Ulusum
İşte o zaman yıkamaz sizi hiçbir güç
Gururlanır, gönenirim ben de
Yattığım yerde
Seviyorum sizleri


Arzu KÖK

9 Nisan 2017 Pazar

Milletin Parası…- Arzu KÖK

Milletin Parası…

“Türk Kurtuluş Savaşı boyunca Hind Müslümanları (ki şimdi Pakistan deriz) Anadolu'da savaşanlara yardım için para toplama işini Muhammed Ali Cinnah ve ekibindeki ünlü Türk dostu ve Mustafa Kemal hayranı Gazi Nazrul İslam'ın organizesiyle gerçekleştirmişlerdir. Bu para yardımları altı seferde Anadolu'ya -Ankara'ya- Mustafa Kemal Paşa emrine verilmiştir. Ayrıca on binden fazla, bazı kaynaklara göre 16 bin gönüllü fedailer Anadolu'daki Türk istiklal hareketine katılmak için toplanmış. 

 Mustafa Kemal Paşa'nın henüz Çankaya Köşkü'ne taşınmadan önceki Ankara'nın ilk günlerinde İstasyon'daki Direksiyon binasındaki ikametgahına Nizamettin Bey (Ankara'da Mustafa Kemal Paşa'nın kurduğu Hakimiyeti Milliye gazetesinin başına hem genel müdür hem de başyazar olarak getirdiği rahmetli Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu) çağrılır. Burada Mustafa Kemal Paşa, bankanın getirip kendisine teslim ettiği masadaki torbaları Nizamettin Bey'e göstererek;

 -Bunlar Hind Müslümanlarının Anadolu mücadelesine yardım için gönderdikleri altın paralardır. Tam da zamanında ilaç gibi imdadımıza yetiştiler. Şimdi bunları al ve arabama atlayarak Taşhan'a git. Yanına alacağın 2 kişi ile bunları sayıp, zaptını tutup maliye vekiline teslim et. Makbuzunu alıp bana getir. Paraları sayarken kapıya 2 nöbetçi dikmeyi de unutma. Hadi marş marş...

Hemen dediklerini yaparlar. Taşhan'ın özel odasında paraları sayarak 18 küçük torbaya doldurup maliye vekiline teslim edip, makbuzunu alırlar. Yine İstasyon'daki Mustafa Kemal Paşa'nın ikametgahına dönüp makbuzu kendisine teslim ederler.

Bu arada paraları sayarken bir tek altın sayım yapılan masadan yuvarlanıp zemindeki tahta döşemeler üzerindeki bir aralıktan kayıp bir alt kattaki at ahırlarına düşmüş. Bunu basit görüp önemsememiş ve üstünde durmamışlar. Laf arasında Paşa'ya bundan bahsedilince Paşa öfkeyle elini masaya vurarak şunları söyler:

-Babanızın parasından mı bahsediyorsunuz?.. O, milletin parası... O para ile bir Mehmetçiğin hayatı kurtulacak… Bir vatan parçası kurtulacak... Hemen gidin, o düşen parayı arayıp bulun. Torbasına koyun, maliye vekiline teslim edin. Makbuzu yeniden tanzim edin ve bana getirin.

Bu talimatının ardından önceki makbuzu geri verir. Nizamettin Bey ve beraberindekiler tekrar arabaya biner geri dönüp gereğini yaparlar. Aranır taranır ve o bir tek altın lirayı bulunur. Maliye vekiline teslim edilip alınan yeni makbuz Mustafa Kemal Paşa'ya götürülür. Paşa bir "Aferin" çektikten sonra ilave eder;

-Şimdi benim de size bir müjdem var: Bugünkü tabildotta kuru fasulye ile pilav var...

Bu paralar gerçekten Ankara için ilaç olur. Çünkü devlet 5 aydır memur maaşlarını verememiş, hatta mebuslar da maaş alamamıştı...”( Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu anılarından)

Şimdi diyeceksiniz ki bu meseleyi neden anlattı? Atatürk’ün millete ait tek bir kuruşa bile nasıl öen verdiğinin, her kuruşun bu vatan evlatları için ne anlama geldiğini bildiğinin ispatıdır bu mesele. Şimdi böyle mi? İktidarda olanlar bunca açlık sınırında yaşayan vatandaşımız varken Atatürk’ün verdiği kadar milletin parasına değer veriyorlar mı? Millet açken milletin parasını har vurup harman savurmuyorlar mı?

Hele ki şimdi bir referendum sürecindeyiz ve kanunların hiçe sayıldığı bir kampanya yürütülüyor. 
Özellikle evet bloğu, uçağından makam aracına, resmi/gayriresmi parti medyasından güvenlik güçlerinin kullanımına kadar devlet imkânlarının hepsini kullanıyor. Yetmiyor, kısıtlı gücüyle “HAYIR” kampanyası yapanlar engelleniyor, dövülüyor, eziliyor. Araçlarına el konuluyor. Bireysel kampanya yapanlar soluğu nezarette alırken, kurumsal kampanyalarda “HAYIR” için ne salon ne de billboard verilmiyor. Açık hava, yükseklik, doğa, mümkün olsa uzay bile “evet” için kullanılacak. Oysa oylanacak olan bir siyasi parti değil, anayasa değişikliği. Ama tek adam rejimi adına bütçe tepe tepe kullanılıyor.  Nereden geliyor bu değirmenin suyu? 

“Bu harcanan paralarla kaç okul, kaç hastane veya fabrika açılırdı?” diye sormadan geçemiyorum.

Afişlerinde “Herşey millet için” deniyor ama görülüyor ki yokluktan, işsizlikten kırılan milletin parası harcanıyor. Millet için çalışan, ATATÜRK gibi olur, böyle değil.

Dolayısıyla “HAYIR” sadece tek adam rejimine bir uyarı değil. “HAYIR” kaybedilmek istenen gerçekliği yerine koymak için de gerekli. Milletin parasının millet için harcanması için de, akıl sağlığımızı korumak için de gerekli.






Arzu KÖK

2 Nisan 2017 Pazar

Ulus Atatürk Anıtı - Arzu KÖK

Ulus Atatürk Anıtı

Geçen gün uzun zamandan sonra yolum Ulus’a düştü. Ancak gördüğüm manzara adeta kanımı dondurdu. 

Ankara’ya geldiğim yıl ilk görmek istediğim yerlerden biriydi. Hep kitaplardan gördüğüm, Atatürk’ün en güzel heykellerinden biri olarak kabul ettiğim bir heykeldi o. Anıtkabir’den sonra mutlaka ilk görmem gereken yer olarak kabul etmiştim orayı. O heykeli ilk gördüğümde ise adeta büyülenmiştim. Resimlerinden çok daha güzel ve görkemliydi. Hele o meydana ne güzel yakışıyordu. Karşıda ilk meclis ve adeta bu vatanın ve meclisin koruyucusu olarak, orada görkemli bir şekilde bekleyen Atatürk…

1927 yılında halkın kendi arasında topladığı para ile Atatürk ve Kurtuluş Savaşı şehit ve gazileri adına, heykeltıraş Heinrich Krippel’e yaptırılan o güzelim heykelin şimdiki hali içler acısı. Güvercin pisliğinden rengini kaybetmiş. Bu görkemli heykeli adeta bok götürüyor. Ama sadece onlar değil; plastik su kapları, ekmek artıkları ve çöplerle çevrili etrafı. Bir de bunlar yetmezmiş gibi adeta kadın pazarlanan bir meydan haline gelmiş alan. Oraya yaklaşan her bayana o gözle bakılıyor olmuş. Bir kadın olarak o meydanda olmak bir zamanlar onur vesilesi iken şimdi öyle değil. Çirkin bakışlardan kaçmak istiyorsunuz adeta. Bu durumu gören hiçbir devlet yetkilisi yok mu?


Atatürk ve simgesel figürleri ile birlikte üzerindeki günü anlatan sözlerle, sanat ve tarihi değeri büyük olan kabartmaların bulunduğu mermer kaide üzerinde, bronz heykel ve konumlandığı meydan,  güvercinlerin yemleme alanı haline getirilmiş. Ankara’da Cumhuriyetin temsil aksı üzerindeki temsil mekânları ve anıtları üzerinden yürütülen siyasal hesaplaşmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkan Atatürk Anıtının bakımsızlığı ve çevresine müdahale edilmeyişinin kasıtlı olduğunu düşünüyorum nedense. Kendilerince itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar, sanki bunu yapabilirlermiş gibi… Kime soracağız? Ankara Büyükşehir Belediye başkanına mı, Kültür Bakanlığı’na mı? Peki başvursak bir sonuç alabilir miyiz sizce?

Tesadüfe bakın ki, Ankara’da Atatürk isimleri bir bir kazaya uğrarken, Osmanlı isimleri ve anıtları yükseliyor sırayla. Atatürk’e saldırı had safhaya ulaşmış durumda. İsmine bile tahammülleri kalmamış. Oysa bu vatanı kanlarıyla, canlarıyla bize armağan eden Atatürk ve silah arkadaşlarına borcumuzu ne yaparsak yapalım ödeyemeyiz. 

Şimdi sorarım size heykelin bu hali Ankara’ya hele ki Türk ulusuna yakışıyor mu? Bir zamanlar ulusça para toplayarak yaptırdığımız bu heykeli bu halde bırakmak yakışıyor mu? Bu anlamda bir kampanya başlatıp kamuoyu oluşturmamız ve gerekirse bu işi, görevlerini yapmayanlara inat yapmak boynumuzun borcu değil mi?

Arzu KÖK