31 Aralık 2014 Çarşamba

2015’e Girerken

2015’e Girerken

2014’ü geride bırakıyoruz artık. Geride kalıyor bir yıl daha hem de oldukça önemli gelişmelerin, savaşların, çatışma ve direnişlerin, yangi ve yenilgilerin yaşandığı koca bir yıl. Bu yıl içerisinde görünür olan, olmayan, su yüzüne çıkan, çıkmayanla içeriden içeriden kanayan, görünmeden akan bir sürü gelişme yaşandı. Görünür olanlarla bir şekilde ilgilendik, içindeydik, katıldık, konuştuk, tartıştık. Diğerleri…

2014 yılı içerisinde kapitalizmin kirli, vahşi yüzü daha bir görünür hale geldi. Kapitalizmin çarklarını döndürebilmek için olmazsa olmaz hırsızlıklar, yolsuzluklar, işçi katliamları, doğa talanı, ırkçılık, ayrımcılık, savaş ve şiddet yaşamın her alanında yerini aldı bir şekilde. Bu sistemin insanlık için ne kadar büyük bir tehdit olduğu daha geniş kitlelerce fark edilmeye başlandı. Buna karşılık sistemin uygulayıcısı olan siyasi iktidarlar, kapitalizmin ve kendilerinin kaybolmaya başlayan ideolojik meşruiyetlerini korumak için baskı ve şiddet politikalarına ağırlık verir oldular.

2014 yılında işçi sınıfı büyük kayıplar verdi ülkemizde. Soma ve Ermenek maden kazaları ve madenci katliamları emekçilerin ve ezilenlerin bilincinde derin izler ve öfke yarattı. Torunlar İnşaat gibi, yüzlerce işçi cinayeti ile binler kayıp oldu. İşçiler haklarını koruyabilmek için ne sendikalarını harekete geçirebildiler ne de sendikaya rağmen insanlık dışı çalışma ve yaşama koşullarına karşı tepkilerini dile getirecek bir mücadele yürütebildiler. Mücadele etmek istediler, yeltendiler ama her seferinde karşılarında devleti buldular. Patron, devlet ve sendika adeta Azrail gibi işçinin karşısına dikilmiş, onu ölümüne çalışmaya zorluyordu. Yukarıda da dediğimiz gibi kapitalist düzenin vahşeti tüm boyutlarıyla gün yüzüne çıktı, bu gerçeği anlamak istemeyenlerin yüzüne tokat gibi çarptı adeta. Ancak bu tokat da irkilip kendilerine gelmelerine neden olamadı.

2014’ün önemli olaylarından biri de Suriye’de uluslar arası güçlerce körüklenen iç savaşın ve İŞİD’in işgalleri, katliamlarıydı. Savaş nedeniyle 2 milyon civarında Suriyeli Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Sermaye malını, mülkünü geride bırakıp, canlarını kurtarmak için Türkiye’ye sığınan Suriyelileri ucuz emek gücü olarak değerlendirmekte gecikmedi. Kısa zamanda ülkenin dört bir yanına yayılan Suriyeli mülteciler; Afganlar, Afrikalılar, Gürcülerden sonra işçi sınıfının en alt katmanını oluşturmaya başladı. Suriyeli emekçilerin yaşamlarını sürdürebilmek için en kötü çalışma koşullarında düşük ücretle çalışmaya razı olmalarını, patronlar diğer emekçilerin de ücretlerinin düşürülmesinin aracı olarak gördü ve sonuna kadar kullandı bunu. Bu durum ise tarihte olduğu gibi emekçiler arasında ırkçılığı da beraberinde getirdi. Devlet de en son Maraş’ta, Antalya’da gördüğümüz gibi Suriyeli mültecilere yönelik ayrımcı uygulamalarıyla birlikte ırkçılığı teşvik etti. Hatta zaman zaman da sonu fiili şiddete dönüşen olaylara zemin hazırladı. Böylece emekçiler, insanlık dışı çalışma koşullarına karşı patronlar ve siyasi iktidara tepki göstermek yerine tepkilerini Suriyeli emekçilere yöneltmiş oldu. Sendikalar da Suriyeli mültecileri sahiplenmediğinden bu ayrımcı cephe en önlerde yerini almış oldu.

Tüm bunlar yaşanırken medya bunları bildi, gördü ama duymazdan geldi, görmezden geldi. Görevi kamuyu aydınlatmak olan meyde bu yıl da sınıfta kaldı. İktidarın son günlerde sıkça kullandığı kamu düzeninin kırmızı çizgisini gazetelerinde, televizyonlarında kullanıp, taşıdıkları paraların ağırlığı altında kalanları, aydınlatılmamış cinayetlerin, katliamların, İŞİD çetelerinin önüne koyup toz pembe bir yeni yıl tablosu çiziyor bize medya. Yani kamu düzenini bozanlar hakkını arayan ve adalet diye canlarını verenler ile, kamu düzenini koruyanlar da özel ve tüzel para ile ağırlık barfiksi yapıyorlar. Kas yaptılar adeta bu uğurda. Bu yıl da unuttum ben; Devlet neydi? Kimin devletiydi bu? Kamu ne demekti ve hangi kamuydu bahsedilen? Ama düzen bu… Devlet safını belirlemiş ve taraf olmayanları bertaraf etmekmiş niyetleri…
Toplum ise adeta bir bunalım içerisine düşmüş durumda. Kendince çıkar bulamayan insanlar ya deliriyor, ya intihar ediyor, ya hırsızlık yapıyor, ya karşılarındakilere şiddet uyguluyor, ya adam öldürüyor… Tüm bunlar olurken aile kavramı yok ediliyor. Zira boşanma sayısındaki artış hızı nüfus artış hızını geçti bile. Kadınlara yönelik şiddet yüzde1400 oranında artış gösterdi. Hemen her gün en az bir kadın namus ve töre gerekçeleri yüzünden katlediliyor. Her on kadından dördü fiziksel şiddete maruz kalıyor. Araştırmalara göre Türkiye’de her dört kişiden biri deprasyonda. Antideprasan kullananların sayısında müthiş bir artış söz konusu. İntihar ederek yaşamına son verenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Hele ki intihar edenlerin çoğunun 17-25 yaş arası olması ise oldukça endişe verici bir tablo çiziyor bize. Son dönemde Türkiye’de en çok işlenen suçlar, hırsızlık ve dolandırıcılık. Neden acaba? Kısacası bu yıl toplum büyük bir ruhsal çöküş içerisindeydi.

Bir de hani söylenmeden geçilemeyecek bir şey daha var yıl içerisinde gözlerimiz önüne serilen. Bu ülkenin aydınları, sanatçıları dediğimiz kimseler gerçek sanatçı ve aydın olmadıklarını ispatladılar bizlere. Gerçek sanatçı ve aydın ne olursa olsun muhalif olmalıydı oysa. Çıkarlar uğruna kendini satmaz. Sanatçı ve aydın barış ve insanlık düşmanı güçlerin sevinç çığlıkları attıkları bir dönemde, insanlığın geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu üstlenen, onurlu, inatçı ve özverili bir insan olma yükümlülüğü vardır. Bu nedenle disipline karşı çıkar, kişisel inançları için bunlara savaş açarlar. Sansüre uymaz, üzerlerindeki misyon gereği düşüncelerini olduğu gibi ifade ederler. Sonuç mu? Hapisler, gözaltılar… Ancak tüm bunlara rağmen pes etmezler. Kimselere boyun eğmezler. Ama ülkemizde bu direnci gösteren gerçek sanatçı, aydın sayısı parmakla sayılır orana düşmüştür. 

Yukarıda anlattıklarımıza bakıldığında görüldüğü gibi 2014 kapitalizmin vahşi yüzünün büyük acılara neden olarak kendisini gösterdiği bir yıl olmuştur. Ama tüm bunlara rağmen mücadele sürmüştür, sürecektir. 2015 yılında acıların azalması ve umutların yeşermesi, antikapitalist, antiemperyalist bir zeminde yürütülecek mücadelelerin büyütülmesine bağlı olacaktır.

2015 yılının savaşsız, sömürüsüz bir dünya adına mücadelenin yükseldiği bir yıl olmasını istiyor, esenlikler diliyorum…

Arzu Kök

27 Aralık 2014 Cumartesi

Tarih Bitti - Arzu Kök

Tarih Bitti

Yaşam süresinde insanın, toplumun bir bireyi olarak, toplumsal gelişmelerin neresinde olduğunu görebilmesi ve değerlendirebilmesi hiçbir zaman kolay olmamıştır. Özellikle tarihe mal olmuş olaylarda bireyin kendi akıl, mantık ve vicdan sınırlarının içinde kendi adımını belirlemesi hep zor olagelmiştir.

Günümüz dünyasının insani değerleri, dünya tarihinin birçok aşamasından geçip günümüzün artık yalnızca evrensel değil, aynı zamanda yaptırımcı değerleri olmuşlardır. Bu değerlerin altında toplumun bireylere olduğu kadar, bireyin topluma ve dünyaya karşı sorumluluklarını yerine getirme zorunluluğu da vardır. Böylesi bir zorunluluktan kaçmanın özrünün hiçbir cümle içinde dahi dile getirileceği düşünülemez.

Çağdaş hayatın acele alınması gereken kararları, gün içerisinden başlayarak bütün insan ömrünü esir alır. İnsan ise bu esaret altında zihnini, hafızasını kaybetmeyi daha kolay bulur. Söz hokkabazlarının, kurumlaşmış güçlerin peşinde benliğini yitirerek gitmeyi, en akıllıca ve en cazip vasıf olarak düşünür. Varoluşunun çıkış noktası olarak benliğini yitirmeyi seçen insan ise kendini teslim edeceği her insanın –sorgulamadan- elini öpmeyi bir görev bilir. Zorlama politikaların peşinde cadde ve sokakları dolduran da hep bu hafızasızlık ve kendini kaybediştir.

Yaşam gerçekleri hümanist bakış doğrultusunda kabul edilen kişilerden ibaret değildir. İnsanların kendi adlarına oluşturdukları, daha sonra bilimsel sözcüklerle süsledikleri ve en sonunda evrensel doğruluk olarak kabul ettikleri cümlelere baktığımızda bunların uygulamaya konulduğu vakit ne kadar öznel ve kimi zaman kendilerinden başkalarına ne kadar zarar verebildiğini görebilmekteyiz.

Tüm bunlara rağmen etrafımıza baktığımızda ise her insanın kendini “iyi” olarak tanımladığını görmekteyiz. Ancak bu insanların ne kadar “iyi” oldukları tartışılır. İyiler, içine düştükleri her duruma birer kılıf uydurarak, hatta bilimsel kılıflar uydurarak, sözde kendilerini rahatlatarak, işbirlik içinde olarak bizlere “kötü” bir dünya hazırlamadılar mı? Bu işbirlikler karşısında çocuklarımıza işbirliği yapmaktan başka seçenek bıraktılar mı? Onursuzluğu miras bırakan “iyi”lerle dolu etrafımız. Bu durum, çağımıza hafızasız bir kuşağı taşıdı ne yazık ki.

Ve insanlar tüm bunlara rağmen kendileri dışındaki her insanı-bizler de dahil- “kötü” diye niteler. Artık gözlerimizin önünde değil, gözlerimizin her yönünde insanlar öldürülürken ve hatta medya büyük bir zevkle bunları ayağımıza getirirken biz, bir kez daha tarihi, bir kez daha bütün orduların zaten kendi üstlerine yürüdüğünü hatırlarız.

Peki ya içimizdeki ordular? Hani şu masum çıkarlarımız? –Her defasında öyle gerektiğinden- “Seni seviyorum” sözcüğünün ardındaki terk edişler? Pusuya düşürülüşlerimiz? Kendimiz değil de ailemiz için yaşadıklarımız? “Elimden ne gelir” sözcüğü? Rahatlık duygumuz? Kıskançlığımız? Toplum psikolojimiz? Koyun bacaklı mantığımız? Hep beraber diktiğimiz minare kılıfları? Özeleştirimizi özelleştirmeye çalıştığımız şu dünya, yani biz, yani kendimiz, yani şimdiki zamanımız, hangi tarihi bekler acaba hatırlanmak için?

Tarih bitti. Zaman çoktan ayırdı evrensel olanı. Bir tek insan kaldı geriye. Kendimiz… O nedenledir ki insan önce kendine bakmalı…..


                                                                                                                                             Arzu Kök

25 Aralık 2014 Perşembe

KUBİLAY BOŞUNA MI ŞEHİT OLDU?

KUBİLAY BOŞUNA MI ŞEHİT OLDU?

Tarih 23 Aralık 1930. Mustafa Kemal Atatürk bir yut gezisi çerçevesinde Edirne ilindedir. O sabah bir telgraf gelir İsmet İnönü’ den. Bu haber haberlerin en kötüsü, en karasıydı: ”Menemen’de bir yedek subayımız, gerici yobazlar tarafından boğazı kesilerek şehit edildi.”

Beyninden vurulmuşa dönmüştü Mustafa Kemal Atatürk. On yıl düşman işgali altında inleyen Menemen, kendisini bağımsızlığına,  özgürlüğüne kavuşturan cumhuriyet yönetiminin sırtından bıçaklanması olayına sahne oluyordu ve buna inanmak gelmiyordu içinden. Zira hep kahraman olarak nitelemişti Menemen halkını. Şimdi ise cumhuriyeti sırtından bıçaklayanlara alkış tutarken görüyordu onları. Çok çok acı verici bir durumdu.

Kendisini “Mehdi” ilan eden Derviş Mehmet  ve adamları 23 Aralık Salı günü geldiler Manisa’dan Menemen’e, cumhuriyete karşı en büyük eylemlerini gerçekleştirmek adına. Önce Müftü Mescidine girdiler, mescitte asılı duran üzeri Arapça yazılı yeşil bayrağı da alarak Belediye Meydanına geldiler. ”Din elden gidiyor, kafirler şapka giymemizi zorlayarak bizi dinimizden ayırmaya çalışıyor” diye bağırarak esnafı dükkanlarını kapatmaya ve kendilerine katılmaya zorluyorlar. Ayrıca Derviş Mehmet, “kendisinin peygamber olduğunu, şeriatı yerine getireceğini, Menemen’in 70 000 Müslüman askeri tarafından kuşatıldığını” tehditkâr bir şekilde ilan ederek halkı şeriat bayrağı altında toplanmaya çağırıyordu.  Bu emre uymayanların ise kılıçtan geçirileceğini, askerin kendilerine silah atamayacağını, kendilerine top ve merminin işlemeyeceğini söylüyordu.

Ayaklanan bu gerici topluluğun tehlikeli hareketlerini denetim altına alabilmek amacıyla 43.Piyade Alayından P.Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay görevlendirildi. Kubilay eratın cephane almasını dahi beklemeden 26 kişilik müfrezesiyle hareket etti. Olay yerine geline müfrezesine süngü taktırdı ve erleri çavuşun denetimine bırakarak ayaklananların yanına gitti. Derviş Mehmet ve ekibini uyardı ancak bu uyarıya silahla karşılık verdiler ve Kubilay yaralandı. Bunun üzerine bekleyen müfreze irticai gruba ateş açtı. Ancak silahlarında manevra mermisi bulunduğundan etkili olmadı. Mehdi Derviş Mehmet ise “Bakın bana mermi işlemiyor” diyerek cüretini daha da arttırdı. Ağır yaralı Kubilay’ın başını keserek gövdesinden ayırdı ve yeşil bayrağın tepesine takarak Menemen sokaklarında dolaşmaya başladı. Olay yerine toplananlar ise bu olanlar karşısında donuk, duygusuz ve seyirci kaldılar. Ancak bu sıralarda makineli tüfeklerle donatılan iki bölük Menemen’e geldi ve olayı bastırdı. Kendisine silah işlemediğini iddia eden Derviş Mehmet de merminin nasıl işlediğini görmüş oldu.

Bu olaylar sonrasında Mustafa Kemal Atatürk bir Ege gezisi sırasında şunları söylüyordu: ”Halkın saflığından yararlanarak ulusun maneviyatına sataşan kimseler ve onların takipçi ve müritleri elbette birtakım cahillerden ibarettir. Ulusumuzun önünde açılan kurtuluş ufuklarında durmaksızın yol almasına engel olmaya çalışanlar, hep bu örgütler ve bu örgütlerin üyeleri olmuştur.Türk ulusunun bunlardan daha büyük düşmanı olmamıştır. Bunların varlığını hoşgörü ile kabul edenler, Menemen’ de Kubilay’ın başı kesilirken kayıtsız, ilgisiz izlemeye dayanan ve hatta alkışlamaya cesaret edenlerle birdir.”

O gün Kubilay’ın başını keserek bayrak direği tepesinde gezdirenler bugün yazıktır ki amaçlarına ulaşmış durumdalar. Cumhuriyetimiz sırtından bıçaklanıyor. Sesini çıkaran yok. Sesini çıkarmayanlar ise şaşkın bu aralar.

Kendilerinde, Allah ile kul arasına girebilme yetkisi olduğunu ileri sürebildikleri bir saygısızlık ve hedeflerinin ne olduğunun ayırdında bile olamadıkları bir cahillikle cumhuriyetimize karşı ayaklanan bu uygarlık düşmanları karşısında Kubilay, bir anıt sağlamlığıyla durmayı başarmıştır. Kubilay gericilere karşı koymak adına şehit düşmüştür. Ancak bugün baktığımızda “Kubilay boşuna mı şehit oldu?” demeden geçemiyoruz. Zira bugün istediklerini büyük oranda başarmış durumdalar. O gün başaramadıklarını bugün başarmak üzereler. Ve hala sessiz mi kalacak herkes?

ARZU KÖK

24 Aralık 2014 Çarşamba

Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik

Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik
 1948 Adıyaman doğumlu bir Resim öğretmeni, Ressam Mehmet Erbil. Yıllarca Hasanoğlan’da öğretmenlik yapmış ve orada Köy Enstitülerinin büyüklüğünü görmüş. Köy Enstitülerinin ne kadar önemli kurumlar olduklarını, orada yetişenlerin nasıl birer cevher olduklarını orada geçirdiği yıllar içerisinde çok daha iyi görmüş, anlamış. Ve emekliliğinden sonra Köy Enstitülerine ve Köy Enstitüsü mezunlarına bir vefa borcu olduğunu düşünerek bir kitap yazmış “Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik”  adında. Kitabı sağolsunlar imzalı bir şekilde verdiler bana. Çok mutlu oldum ve bir solukta okudum. Ardından da bu kitap üzerine yazmadan duramadım doğrusu.

200 sayfalık kitabında bir dönem ülkemizin yüz akı ve tüm dünyaya örnek olan Köy Enstitülerini ele alıyor. Kitap daha çok Köy Enstitüsü mezunlarıyla yapılan söyleşiler sonucu onlar için yazılmış denemelerden oluşuyor. Ancak yıllarca görev yaptığı yerin Hasanoğlan olmasından ötürü olsa gerek Hasanoğlan ağırlıklı olmuş. Ancak sanılmasın ki sadece Hasanoğlan var, değil. Neredeyse tüm Köy Enstitüleri var bu kitapta. Kitabın önsözü yine bir Köy Enstitülü olan Mahmut Makal’a ait. Köy Enstitüsü ruhunu anlatıyor o da yazdığı önsözde. Kitap Payda Yayıncılık tarafından basılmış.

Yıl, 1940’lı yılların başı, Hitler neredeyse tüm Avrupa’yı kapsayan cephelerde savaşıyor. Türkiye’nin de savaşa girme ihtimalinden söz ediliyor. Halk gıda ve diğer ihtiyaçlarını ‘vesika’ yardımı ile karşılayabiliyor. Milli gelir büyük oranda azalmış durumda. İşte bu durumdaki Türkiye’nin koşullarında bile, gelecek nesillerin yetiştirilmesi projesine öncelik verilmiş. Zira Atatürk ülkeyi Türk Gençliğine emanet etmişti ve iyi yetiştirilmeleri gerekiyordu. Bu amaçla da 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilmiştir. Tam 74 yıl önce. İki yıl sonra da sistem, organizasyon ve yöntemlerinin ne olacağı hususunda bir kanun çıkarılmıştır. Ancak bu kanun alışılagelenden farklıdır. Çünkü bu kanun bir yatırım projesine, hatta ve hatta bir fizibilite raporuna benzemektedir.

1940’lı yıllarda ülkedeki okuma-yazma oranı %20 civarında. Tarımda saban dışında alet kullananların sayısı parmak sayısını geçmiyor. Suni gübrenin adı bile duyulmamış. İşte bu durumdaki köylere, şehre tayini çıksın diye yanıp tutuşmayan, çevrenin zanaat imkânlarının gelişmesine katkı koyabilecek, tarımdan anlayan öğretmenler yetiştirmek amacıyla kuruldu Köy Enstitüleri. Beş yılda 30.000’e yakın öğrenci ile 21 tane Köy Enstitüsü kurulmuş. 1940’lı yılların başındaki öğretmen sayısı bu enstitüler sayesinde iki katından fazla bir seviyeye ulaşmış. Öğretmen sayısındaki artış oranı %55.

Bu enstitüler sayesinde köylerde yaşam standardı artmış, tarım daha bilinçli bir şekilde yapılagelir olmuştur. Enstitülerden mezun olan her öğrencinin çantasında bir köyde halka hizmet için gerekecek her türlü alet-edevat mevcut bulunmaktaymış. Çekiç, çivi, orak, testere, ilkyardım çantası…v.b… Ancak 1952’li yıllara gelindiğinde Demokrat Parti ,  dış mihrakların da kışkırtmasıyla  bu gençlerin çantalarında bulunan orak-çekiç ikilisini komünizm’i yayma çabası olarak algıladılar. Ve yazıktır ki bunun sonucu olarak tüm Köy Enstitü’lerini kapattılar. Hatta Köy Enstitüleri’nin kurucularından olan Hasan Ali Yücel ‘komünist’ olduğu gerekçesiyle yargılandı.

Oysa Köy Enstitüleri bir çölü vaha oluşturarak kurtarma projesinden başka bir şey değildi. Açık oldukları sürece de birçok vaha oluşturabilmeyi başarmış mükemmel bir projeydi. Ancak bu kadar başarı ve iyi yetişmiş bir nesil bazı çevrelerin işine gelmedi. Kapatıldılar tek tek. Oysa geleceğe yapılmış en büyük yatırımlardan bir tanesiydi.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü Kurucu Müdürü Hürrem Arman "Kollarımızı kaldırıp vatan için yemin ettik." diyordu. Evet yemin etmişti tüm öğretmen ve öğrenciler. Ülkenin kalkınması adına hiçbir şeyden kaçınmamışlar, hatta imkansızlıklar içinde imkansızı başarmışlardır. İşte bu nedenle en büyük yurtseverler onlardır. Üstelik bunları yaparken asla gocunmamışlar, güle oynaya, hatta birbirleriyle yarışır şekilde yapmışlardır her şeyi. Mehmet Erbil’in kitabında, şu sıralar yaşları 80’nin üzerinde olan bu insanların anlattıkları onların bugün bile o heyecanı nasıl yaşadıklarının göstergesi niteliğinde. Okurken bir kez daha Köy Enstitülerine ve mezunlarına imrenecek, bugünkü eğitim sistemimize bir kez daha kahredeceksiniz.

“Aşık Veysel Hasanoğlan’da” başlıklı kısmı okuduğunuzda Veysel’in kendi elleriyle diktiği kiraz ağacının akıbeti hüzünlendirecek sizi. “Anıtkanbir’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü Öğrencilerinin Alın Teri” kısmında gözyaşlarınıza hakim olamayacaksınız. Tüm illerden gelen yüzlerce Köy Enstitülü öğrencilerin alın teri ile yapılan Hasanoğlan Köy Enstitüsü binalarının bu günkü içler acısı halini okurken duyarsızlığımıza, değerlerimize sahip çıkamıyor olmamıza ah edeceksiniz. Bu kitap sizi hem ağlatacak hem de düşündürecek. Ama umarım ki bu düşünceler verim verir ve bir ışık olur okuyan herkese, mücadele gücü verir.

Tamamı belgelere dayalı bu güzel eseri bizlere hazırlayıp sunduğu için teşekkür ediyoruz kendisine. Umarım okuyucusu bol olur. Kendisini gönülden kutluyor, yeni kitaplarını beklediğimizi belirtmek istiyorum.

Arzu Kök

17 Aralık 2014 Çarşamba

UNUTTUĞUMUZ DEĞERLER VE ONLARI SAHİPLENENLER

UNUTTUĞUMUZ DEĞERLER VE ONLARI SAHİPLENENLER
Birinci Dünya Savaşı ve ardından yaşanan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda düşmanlar kentlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi yaktılar, yıktılar. Evlerimiz, harmanlarımız ateşe verildi. El tezgahlarımız ustasız kaldı. Ülkemizin neredeyse bütün kaynakları tüketilmiş durumdaydı. Yeni bir Cumhuriyet kurulmuştu ama ülke yokluktan, yoksulluktan kırılıyordu. Ekonomi neredeyse sıfırlanmış durumdaydı.

Atatürk, cephede düşmanı bertaraf etmenin yollarını bulmuş, başarmış biriydi ve ülkeyi elbetteki bu durumdan da kurtaracaktı. Bu amaçla 1923 yılında İzmir’de İktisat Kongresi toplanması çalışmalarını başlattı.

İzmir İktisat Kongresi’nde yurdun bağımsızlığını korumak, başka ülkelere el açmamak için yerli mallar üretmemiz ve kullanmamız gereği kararlaştırıldı. Başbakan İsmet İnönü 12 Aralık 1929 günü Büyük Millet Meclisi’nde yerli malı, ulusal ekonomi, tutum konusunda uzun bir konuşma yaptı. İsmet İnönü özet olarak, ”Yerli mallar üretmek, ulusça tutumlu olmak, birbirimize inanıp güvenmek zorundayız. Yabancı ülkelerden, sattığımızdan çok mal almayacağız.” diyordu.  Başbakanın bu konuşmayı yaptığı 12 Aralık günü Yerli Malı ve Artırma Haftası’nın başlangıç günü olarak ilan edildi.

Tutumlu olmanın yerli malı kullanmanın önemini, değerini yurt çapında yaymak için Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu. Derneğe önce Mustafa Kemal Paşa üye oldu. Dernek yöneticileri yurttaşlara yerli malı kullanmanın önemini anlatarak bu düşünceyi her yerde yaymaya başladılar. Çok geçmeden tüm yurtta yerli malı kullanmanın, tutumlu olmanın gereği benimsendi. Bu sayede de Türkiye Cumhuriyeti çok hızlı bir şekilde toparlandı ve güçlü bir ülke konumuna geldi. Yerli malı kullanmanın ilk adımlarını da yine Atatürk attı. Cemal Granda’nın bir anısında da bunu görmekteyiz;

“Yalova'da uzun süre kaldık. Akşamları Atatürk'ün sofrası yine konuklarla dolup taşıyor, birçok yurt sorunları bu sofrada görüşülüyordu. Bir akşam yerli malı kullanılması üstüne bir konuşma oldu. Herkes düşüncesini söylüyor, yurtta yerli endüstrinin gelişmesi için büyük bir kampanya açılması, herkesin yerli malı yemesi, yerli malı giyinmesi isteniyordu. Yerli Malı Haftası'nın açıklanışı da bu günlere rastlar. Atatürk, herkesin öne sürdüğü düşünceleri, her zamanki dikkatiyle dinledikten sonra:

"Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek. Gardıroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın" buyruğunu verdi.

Herkeste bir sessizlik... O şen, gürültülü sofra sanki bir anda mezar sessizliğine bürünmüştü. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği ilk önce, konuklar arasında bulunan Ulus Gazetesi Başyazarı Falih Rıfkı Atay bozmaya cesaret edebildi:

"Paşacığım, elbiseleri yakmayın, birer tanesini bizlere verin. Biz de hatıra olarak saklayalım" deyince, Atatürk hafifçe gülümsedi: "Peki" dedi.

Orada hazır bulunan herkese birer kat elbise verildi. Bir gün sonra Beyoğlu'nun tanınmış terzilerinden Arman, Yalova'ya getirildi. Atatürk, Köşk'tekilerin gözleri önünde yerli kumaştan elbiselerini kestirdi ve diktirdi. O olaydan sonra Atatürk, elbiselerini hep yerli kumaştan seçip Arman'a diktirmiştir. Bir daha İsviçre'den kumaş gelmedi.”

Kendinden emin ve kendi özverisi ile yücelmeyi hedeflemiş her bireyin ve her ulusun, bu en doğal aynı zamanda yurduna bağlılığının gerçek simgesi olan kararlar alarak başardı bunu. Böyle birisi için de ne sömürgecilerin ne dediği ne de emperyalizmin ilkelerinin bir anlamı yoktu. Zaten bir Türk’e hele de Ulu Önder’e başkası yakışmazdı. Aslında O’nun gibi bir dahinin arkasından gelen nesillere de hiç yakışmazdı. Ancak yazıktır ki yakıştırdılar kendilerine.

Sahile vuran dalgalar gibi güzel konuştuklarını sananlar ancak boş konuştuklarını bir türlü anlayamayanların ve de güdümlü olmayı bir meziyet sananların zaten bu duyguları anlamasını beklemek de çok saçmadır değil mi? Zira onlar da ne yaptıklarını bilmez bir haldeler. Bu duygunun büyüklüğünü anlamaktan bihaberler. "Türküm" demekten ya kaçınıyorlar ya da yarım ağız dil ucu ile şöyle bir söyler gibi yaparak geçiştiriyorlar.

Bugün bakıldığında ise, Türklük dışında ne verirseniz, "modernlik!" olarak algılayanlar "Yerli Malı ve Tutum Haftası" nı çoktan unuttular bile. 1983 yılında adı "Tutum, Yatırım Ve Türk Malları" olarak değiştirilen bu haftanın resmen yürürlüğe girmesinin hemen ardından "hortumcular, talancılar, yağmacılar, rüşvetçiler, zimmetçiler, işbirlikçiler, Türk kaşığı ile Fransız lokması yiyiciler, din tacirleri, medyumlar, dönekler, ikinci cumhuriyetçiler, çanakçı yazarlar", gibi daha niceleri literatürümüzde yerini almış ve ülkenin bugün geldiği konumda; cari açıktan ve her saniyede artan faiz borçlarından dem vurmadan kasadaki 74 milyar dolarla övünen başbakanlara kadar gelinmiştir yazık ki.

Bugün ise bizde var olan bu güzelliği unutmanın, unutturmanın semeresini çekiyoruz. Bizler yerli mallarımızı birer birer kaybederken dünya devi ABD, “Yerli Malları Haftası” başlattı Bush döneminde. 23 Mayıs Dünya Ticaret Günü dolayısıyla, Başkan Bush, Amerikan ürünlerini Beyaz Saray bahçesine yığdı, kasaların arkasına geçti ve Amerikan ürünlerini öven bir konuşma yaptı. "Amerikan Malları Haftası" ilan eden Başkan Bush, bu malların tüm dünyaya daha fazla satılması için gereken teşviklerin de yapılacağını duyurdu. Hala devam etmektedir Amerika’da bu etkinlik. Ülkemizde ise neredeyse yok olup gitti, kimse ağzına bile almıyor bu haftayı.

Sürekli ABD’yi örnek alıp kendi değerlerini hor görenler, Atatürk gibi bir dahinin kıymetini bilemeyenler, kendi özünü unutarak her fırsatta ABD’yi örnek gösterenler şimdi ne yapacaklar acaba? Güya ABD’yi örnek alarak ülkemizde yok ettikleri yerli mallarının, satılan fabrikaların, arazilerin değerini anlayabilecekler mi?

ARZU KÖK

13 Aralık 2014 Cumartesi

SÜRGÜN, ARZU KÖK

S Ü R G Ü N
Sayın Hayrettin İvgin geçenlerde bana bir kitap verdi ve okumamı istedi. Türk Dünyası Araştırmaları Uluslar Arası İlimler Akademisi Yayını olarak çıkmış, Miraslan Bekirli’ye ait Sürgün isimli kitaptı bu. Kitabın arka sayfasını okuduğumda hayli ilgimi çekti. Biran önce okumalıyım diye düşündüm, ancak kitabı okumaya başlamam gecikti. Ama okumaya başladıktan sonra da bırakamadım elimden. Tabii sonrasında da bu kitap üzerine bir şeyler yazmadan duramadım.

Kitap Ali Musaoğlu Aliyev’in hatıratları doğrultusunda hazırlanmıştı. Ancak sıradan bir yaşam değildi bu yaşam; Vatan toprağından sürgün edilmeleri, bu sıralarda yaşadıkları, Ermeni Daşnakları ve Bolşevik Hükümeti’nin o topraklar üzerindeki hain planları ve bu planlar doğrultusunda yapılan katliamlar ve eziyetler, bunların yanında ise o yörenin gelenek ve görenekleri… Yani bir kitapta bulunması gerekenin fazlası vardı bu kitapta.

Settaruşağı ailesinin bir üyesi Ali Musaoğlu. Küçük yaşlarda yaşadıkları sürgün, acılar… Yoksulluğun, acının, savaşın yıkamadığı bir insan… Sonrasında her türlü zorluğa rağmen okuyan, herkesin takdirini kazanan bir mühendis… Yaşamda iyi noktalara gelmiş, ancak her zaman içinde bir hüzün ve acı var. Yurdunu kaybeden bir adam için hürriyetin hiçbir manasının kalmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. İçinde doğduğu, gülüp oynadığı yerlerde kendi dilinin bile artık konuşulmuyor olması ne acıydı… Kanlı ve kuralsız bir savaşın pençesinde yaşamış olmak da cabası…

Sovyet rejiminin ve Ermeni Daşnakların ne kadar zalim, ne kadar adaletsiz, ne kadar ahlaksız olduğunu tüm açıklığıyla seriyor ortaya bu kitap. Zengin şuuraltına sahip kahramanıyla olayları gayet güzel aksettirmekte bizlere. Böylece de bir tahakküm hürriyetinin anlaşılmasını sağlıyor tarafımızdan. Yaşanılmış bir gerçekliği anlatıyor bizlere. Bu anlamda da çok büyük önem taşıyor Sürgün. Zira yaşayışları belgesiz olan, yani yaşadıkları günümüze kadar hikaye edilmeyen toplulukların hayat hikayeleri ya kapanmıştır ya da inkitaa uğramıştır. Her iki halde de bir eksilme söz konusudur.

Goya, 1808’in zifiri karanlık bir gecesinde kurşuna dizilen köylülerin, Picasso’da İspanya’da iç savaş sırasında Alman uçaklarının Guernicalı köylülerin ölümlerini çizip boyadılar ve belki de tarihin hayhuyu içinde unutulup gidecek olan bu iki insanlık acısını, kıyamete kadar görülüp, bilinecek şekilde evrensel arşive kaydettiler. Yıllar geçtikçe bu iki ölüm evrakı, insanlar böyle şeylerden uzak dursunlar, böyle acılar yaşamasınlar diye insanlığın ortak arşivinde sergilenip duracaktır. İşte Sürgün de böylesi bir arşiv niteliğindedir. Bu değerli eseri oluşturdukları için hatıratlarını anlatan Ali Musaoğlu Aliyev ve Miraslan Bekirli’ye sonsuz saygılarımı iletmek isterim. Evet yaşananlar acıdır, ancak belgelenmesi gerekiyordu ki unutulmasın. Gençlere yol göstersin.

Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek için sağlam ve doğru tarih bilgisi şarttır. Hareket edilen nokta bilinmeksizin, yönelinecek hedef de doğru saptanamayacaktır çünkü.  Bazen tarih kitapları bazı şeyleri es geçebiliyor. İşte bu noktada olayları yaşayanların anlattıkları değer kazanıyor. Bunların belgelenmesi değer kazanıyor. İşte Sürgün’de yapılan da budur.

Sürgün, destanı öksüz, sûkûtu derin bir milletin yaşadıklarını anlatıyor. Okunası bir kitap. Okumadan geçmeyin…
Arzu Kök

10 Aralık 2014 Çarşamba

AYDIN OLMANIN SORUMLULUĞU; ARZU KÖK

AYDIN OLMANIN SORUMLULUĞU
Bilinen fıkra vardır...
“ İki kız babası uzun yıllar sonra karşılaşmış konuşuyorlar:
- Senin kız ne yapıyor?
- Benim kız çok başarılı... Müdürün sekreteri oldu. Müdür kendisine güzel bir daire kiraladı. Bir de otomobil aldı. Kızı ara sıra görüyoruz… Çok mutlu maşallah... Senin kız ne oldu?
- Bizim ki de seninki gibi bir müdüre metres oldu ama ben senin kadar güzel anlatamıyorum...”

Fıkra, özellikle sözde aydınlarımızı televizyonlardan izlerken, dinlerken aklıma geliyor. Sözde aydınlarımız, laik cumhuriyetin din devleti modeline gidişini öyle süslü kelimeler, öylesine güzel cümlelerle anlatıyorlar ki… Sanırsınız pupa yelken açmış nurlu ufuklara doğru ilerliyoruz…

Neler oluyormuş mesela: "Çevre, merkez ekseninin kırılması sonucu siyasetin yeni arayışlara girmesi..." - "Farklılıkların temsili esasına göre toplumun yeniden inşası..." - "Sistemin dışında tutulmuş kesimlerin sisteme dahil olmasının yarattığı değişim süreci..." vs..vs..vs….

Bazıları kalkmış ülkemizin bir kabuk değişimi yaşadığından söz ediyor. Bu yaşananlar kabuk değişimi falan değil…  Düpedüz toplumun beyni değiştiriliyor, yıkanıyor... Laik cumhuriyet, Atatürk, bilim, çağdaşlık gibi kavramlar alınıp yerine orta çağdan kalma kavramlar yerleştiriliyor. Anaokullarından başlanarak edilgin, çağdaş değerlere yabancı bir insan tipi yetiştiriliyor. Ülke şeriat toplumuna dönüşüyor. Din devleti modeline doğru ilerliyor... Ancak bunu açıkça söylemek ise tepkilere neden olmak anlamı taşıyor. Zira bu durumda tüm şimşekleri üzerinize çekmiş olmanız kuvvetle muhtemel...

Merak ediyorum; acaba bu sözde aydınlarımız tepki çekmemek adına mı böyle konuşuyorlar?  Süslü lafların arkasına saklanıyorlar... Böylece de hem söylemiş hem de söylememiş olacak, dolayısıyla, iki arada bir derede durumu idare edecekler... Bence öyle. Ancak doğru mudur acaba bu tavır. Ne yardan ne de serden vazgeçmemek, ülkenin bu gidişatına dur demek olabilecek midir? Asla…

Süslü cümlelerle içinde bulunduğumuz süreci, güya bilimsel gerçeklere dayandıracaksınız.  Bu sürecin olmazsa olmaz, yaşanması gereken bir süreç olduğundan dem vuracaksınız. Yani bir anlamda yaşananları güzel ve Türk insanının özü gibi göstereceksiniz. Sonra da kalkıp; “Ben halkı aydınlattım. Çıkıp televizyonlarda durumu anlattım. Gazetedeki köşelerimde bundan bahsettim.  Ama demek ki Türk Ulusu buna layık. Anlamadı. Bu gidişata dur demek adına örgütlenemedi.” diyeceksiniz.  Böylece de kendinizi haklı göstereceksiniz. Ne güzel değil mi? Peki, o halde nerede kaldı sizin aydın kimliğiniz? Bu tavır ve davranış ülkemizi ve insanlarımızı bu gidişattan kurtarabilecek mi? Tabii ki hayır. O halde silkinin ve kendinize gelin. Çıkıp halkımıza durumu tüm açıklığıyla anlatın. Onları aydınlatın.

Aksi halde, bir şairin ‘Tarafsız Aydınlar’ başlıklı şiirinde dediği gibi, aydın olmanın sorumluluğundan kaçanlara gün gelecek halk cezasını verecektir. Unutulmamalıdır ki, halkın vereceği ceza bir hükümetin vereceğinden çok daha büyük olacaktır.

ARZU KÖK