21 Mart 2015 Cumartesi

YA SEV YA TERK ET - Arzu Kök

YA SEV YA TERK ET

Türkiye'de üniversite öğrencilerinin % 73'ü TC'yi beğenmiyor ve bir şekilde yurtdışında çalışmak ve yaşamak istiyor. Ancak bakıldığında yurtdışında öğrenim gören öğrencilerimizin durumunun daha da karanlık olduğu da görünen bir gerçektir. Onların da %77'si Türkiye'ye asla geri dönmek istemiyor. Ellerinde olsa, mezuniyetten sonra Amerika Birleşik Devletleri veya Batı Avrupa'da çalışıp orada yaşayacaklar. Aralarında tabii ki vatan aşkıyla yanıp geri dönenler var ama onların durumu da pek parlak durumda değil. Zira söylendiğine göre bunların büyük bir kısmı "yeterince verimli çalıştırılmamaktan" dolayı "beyin küsmesi"ne uğruyormuş. Beyin küsmesinin anlamını merak edenler için açıklayayım. Bu kişinin kendi kendine  "Lanet olsun, keşke salaklık edip dönmeseydim" diyor olmasının bilimsel tarifidir.



Bu dehşet verici bilgiler Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından yayımlanan "Türkiye'de Araştırma Geliştirme: Ne Durumdayız? Ne Yapmalıyız?" adlı araştırmanın özetinden alınmadır. Araştırma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Teknoloji Araştırma Merkezi (TEKAM) Müdürü Prof. Dr. Muammer Kaya tarafından yapılmış. Konu  "beyin göçü" ama sorun aslında çok daha büyük. Zira Türkiye'deki kaliteli üniversitelerden mezun olanların çoğunluğu "Hadi bana eyvallah deyip" yabancı ülkelerde çalışmaya gidiyormuş bu araştırmaya göre. TİSK araştırma sonuçlarında diyor ki Türkiye; "Maalesef ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59'unu kaybetmektedir." 

Özellikle 2000’den sonraki yıllarda ABD'ye ve OECD ülkelerine göç eden 25 yaş üstü Türklerin durumuna baktığımız taktirde bunların büyük bölümünün yüksek eğitimli olduğunu görürüz. Yani ABD'ye giden 65.000 ve OECD ülkelerine göç eden iki milyona yakın Türk'ün yüzde 60'ından fazlası yükseköğrenimli, yani beyinli dediğimiz kesim. Şimdi birileri çıkıp beyinsizleri soracak ama yazık ki araştırmada onlara yönelik bir açıklama yok. Ancak görünen odur ki Batı ülkelerinin vizeler ile ördüğü demir perde yıkıldığı takdirde TC'de yaşlı ve hastalardan başka hiç kimse kalmayacak. Ne dersiniz fena da olmaz hani değil mi? Zira ne İstanbul'da trafik sorunu kalır, ne Güneydoğu sorunu kalır, ne de Türkiye'nin batılılaşma sorunu kalır. Yani hepsi bir defa da halledilmiş olur. Şimdi bana kızdığınızın farkındayım. Evet saçmaladım biraz, farkındayım. Ama her şey bir tarafa, bu istatistikler Türkiye'nin düzenini mahkûm eden, başarısızlığını açığa vuran belgeler değil de nedir? Neden mi? İşte sonuç ortada. Şimdiye kadar iktidara gelen tüm hükümetler yıllardır uğraşa uğraşa çoğunluğunun terk etmek istediği bir ülke yarattılar. Ne mutlu onlara.

Ülkemizde sürekli sayıları artan ancak verilen eğitimin iş gücü piyasasının ihtiyaçlarına uyumlu olmaması nedeniyle birçok alanda "istihdam edilebilir" nitelikte olmayan, bol sayıda diplomalı işsiz mezun ediliyor. Bunlar arasından en nitelikli durumda olanlar ise yabancı ülkelere gitmekte, oralarda çalışmaktadır. Yani bedavaya beyin ihracatı yapıyoruz. Şöyle bir bakarsak ülkemizde profesyonel bir sporcu, sanatçı ya da yönetici milyonlarca dolara transfer edilirken gerçek anlamda nitelikli insanlarımız bedavaya transfer ediliyorlar.

Beyin göçünün Türkiye'ye ekonomik maliyeti ise yıllık 2-2.5 milyar doları bulmaktadır. Bu maliyetin azalması için de politika ve altyapıda uygun şartlar yaratılmalıdır. Tersine beyin göçü ancak bu şekilde sağlanabilecektir. Aksi halde ülke her yönden kaybetmeye devam edecektir. Pek çok ülke kendilerine doğru akan nitelikli beyin göçü sağlamak amacıyla onlara pek çok cazip teklifle gitmektedir. Örneğin ABD "olağanüstü araştırmacılara" her yıl 135 bin H1-B vizesi veriyor. ABD'ye göç eden nitelikli göçmenlerin Amerikan ekonomisine katkısının kişi başına yıllık 150 bin dolar düzeyinde olduğu da bilinen bir gerçektir. Durum böyle iken Türkiye elindeki cevherleri sürekli kaybediyor.

Sonuç olarak ülkemizde 181 civarı Üniversite vardır. Ancak üniversiteler açılırken insan gücünün planlanması ve ihtiyaç analizleri yapılmamaktadır. Buna rağmen de sürekli yeni yeni üniversiteler açılmaktadır. Üstelik bu üniversiteler yeterli alt yapı ve nitelikli öğretim elemanlarına sahip olmadan açılmaktadır. Bu ise üniversitelerin sadece siyasi amaçlarla kurulduğunu göstermektedir. Zira bu şekilde kurulan üniversiteler diplomalı işsizler ordusunu giderek büyütmekte ve beyin göçünü de hızlandırmaktadır.

Bu durum ise ülkemizde büyük bir beyin erozyonuna dönüşme aşamasındadır. ve unutulmamalıdır ki beyin göçü dünyada bugün geri kalmışlıkla özdeşleşen bir durumdur. Durum böyle iken de birileri çıkıp ülkemizin ne kadar gelişip büyüdüğünden bahsedip durmasın. Zira öyle olsaydı beyin göçü en az seviyede olurdu ve insanlar bu ülkeyi terk etmek istemezdi.

                                                                              Arzu Kök

14 Mart 2015 Cumartesi

ÇANAKKALE ZAFERİ - Arzu Kök

ÇANAKKALE ZAFERİ

Aslında bugün bir vatanımız varsa ve bizler bu topraklarda özgürce yaşayabiliyorsak bunu her şeyden önce, Kurtuluş Savaşı öncesinde kazandığımız ve yokluklara rağmen düşmanı nasıl bozguna uğratabileceğimizin kanıtı niteliği taşıyan Çanakkale Savaşı’na borçluyuz. Zira bu savaş 20. yüzyılın bir dönüm noktası niteliğindedir.


Çanakkale Savaşı’nda o güne kadar eşi benzeri görülmemiş deniz gücü olan İngiliz ve Fransız donanması, Doğu’nun ilk kapısı olan Çanakkale Boğazı önüne 18 Mart 1915 günü girerlerken en büyük amaçları İstanbul’a yerleşmekti. İki amaçları vardı burada. Görünürdeki ilk ve acil amaçları zor durumda kalan Çarlık Rusya’sına yardım yetiştirebilmek, uzun vadeli olan ama asıl amaçları olanı ise boğazları kontrol altında tutarak tüm Doğu’ya rahatça hükmedebilmekti. Her ne kadar görünürde başka bir neden olsa da asıl amaç boğazları ele geçirmekti.

Bu nedenle de o daracık boğaza, o küçücük yarımadaya neredeyse tüm dünya askerleri gelmiş, getirilmişti. Kimler mi vardı? Sayalım; İngilizler, Fransızlar, İskoçyalılar, İrlandalılar, Mısırlılar, Sudanlılar, Cezayirliler, Nepalliler, Senegalliler, Hintliler, Avusturyalılar, Yeni Zelandalılar, Filistin Musevileri ve daha sayamadığımız diğerleri… Kendilerince müthiş bir ordu ve donanmaya sahiptiler. Bu nedenle de boğazları çok rahat alacaklarına, amaçlarına çok rahat ulaşacakları kanaatine sahiptiler. Zira karşılarına geçecek ordu “hasta” bir ülkenin “çaresiz” ordusuydu. Yani kendilerince zafer kaçınılmazdı. Aksi düşünülemezdi.

Evet, ordumuz  zor durumdaydı. Yarı aç, yarı çıplak ve donanımsızdı. Ancak yine de bu ordu, karada, denizde ve havada 259 gün süren öylesine müthiş bir direniş örneği gösterdi ki düşman, adeta kaçarcasına gitmek durumunda kaldı. Yani 9 Ocak 1916 tarihinde bu kahraman askerler tüm dünyaya Çanakkale’nin asla geçilemez olduğunu  öğretti. İnanılmazı başarmışlardı. Ancak yazıktır ki düşman amacına top tüfek kullanmadan 30 Ekim 1918 yılında Mondros Antlaşması’yla İstanbul’a gidip yerleşti. Koca İmparatorluk zorbaya boyun eğmişti; üstelik resmi bir yazı ile….

Boşuna mı yapılmıştı bu direniş? Çanakkale’de onca şehit boşuna mı verilmişti? Şehit sayısı hep tartışmalıdır. Ancak tespit edilen künye sayısı 55 bin 801 civarında olmak üzere toplam 211000 kişidir. Peki…. “Çoğunluğu daha yeni subay olmuş binlerce gencin ölümüne sebep olan, bir kuşağını Gelibolu bayırlarına gömen bu direnişin ülkemize yararı neydi?” diye sormadan da geçemiyor insan. Ancak bugün Türkiye Cumhuriyeti adında bir ülke varsa Çanakkale Savaşı sayesindedir. Zira bu savaş ve zafer ulusal onuru ve bilinci canlandırmış, özgüveni tazelemiştir. O özgüvenle girişilen Kurtuluş Savaşı da bu sayede kazanılmıştır.

Bu zafer yalnız ülkemizin geleceği üzerinde etkili olmamıştır. Bu zaferin yarattığı sonuçlar tüm dünya halklarını ilgilendiren olayların başlangıcı olmuştur. Çanakkale önüne gelen müttefik güçlerin amacı Çarlık Rusya’sına yardım edebilmekti. Ancak savaş kaybedilince bu yardım ulaşamadı. Dolayısıyla da Rusya’da toplumsal kriz büyüdü ve 1917 yılında halk ayaklanarak Çar’ı devirdi. Böylece de tüm dünyayı sarsan bir süreç başlamış oldu. Kısacası bu olaydan sonra Batı’nın sömürge çarkı büyük bir kırılma yaşadı. Rusya’nın bizlere karşı sergilediği ezeli düşmanlığı son buldu, yerini dayanışmaya bıraktı.

Çanakkale direnişi 20.yüzyıla yeni bir umut kazandırmıştı. Bağımsızlık  umuduydu bu…. Zira Batı’nın üstün donanıma sahip koloni ordusunun yenilebilirliği ispatlanmış oluyordu. Türkiye’de ulusal kurtuluş için bir umut doğdu. Tarih, Çanakkale Zaferi’nin dünyanın tüm mazlum  ulusları lehine değiştiğini ve 20. yüzyılın yolunun çizilmesinde etkin olduğunu yazdı. Tüm Doğu ülkeleri tehlikenin nerelerden gelebileceğini ve mücadele yollarını öğrendi bu zaferle.

Ayrıca bu zaferle yepyeni bir ulusal bilinç yanında büyük bir önderi çıkarmıştı dünya sahnesine: Mustafa Kemal… Birinci Dünya Savaş’ında türlü oyunlarla Alman’ların safına itilmiş Osmanlı Devleti’nin ordu yönetimi de Alman komutan Liman Von Sanders’in elindeydi. Bu bağımlı koşullarda dahi Mustafa Kemal’in tek bir öngörüsü dahi yanlış çıksaydı bugün esamesi dahi okunmayacaktı. Daha doğrusu kendi yaptığı planı değil de Alman karargahında yapılan planları uygulasaydı, ordusuyla birlikte yok edilecekti. Zira Mustafa Kemal biliyordu ki ulusal kaderin çizileceği zaman dilimi bir an kadar kısaydı aslında ve kararını çabuk verdi bu nedenle. Böylece de hem zafere imzasını attı, hem de tüm dünyaya nasıl bir olunacağını göstermiş oldu.

Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen Çanakkale Zaferi’nin anlamı, çağrışımları, duygusu ve bilinci bugün bile ülkemizin dünya ile olan ilişkileri ve geleceği açısından bir ders niteliğindedir. 

Bugün ülkenin pek çok yerinde bu zafer kutlanıyor, şehitlerimiz saygıyla anılıyor. Ancak bu anma törenlerinin çoğu lüks salonlarda yapılıyor. Oysa Anzak gençleri her yıl ülkemize gelerek atalarının savaştığı o topraklarda gecenin ayazına rağmen sabahlayıp onların o savaş ortamındaki hislerini anlamaya çalışıyor. Bizlerse lüks salonlarda, şık kıyafetlerle anıyoruz atalarımızı. Oysa o savaş alanında hissedilenleri anlamadıkça, oralarda Anzak gençlerinin yaptığı gibi sabahlamadıkça, soğukta tir titrerken, şiirlerle, ağıtlarla onları yad etmedikçe gerçekten anlatamayız çocuklarımıza. Bunu anlatamadığımız çocuklarımızdan da olmaz bir beklentimiz. Bu yıl ve bundan sonraki yıllarda bu anma etkinlikleri umarım ki Çanakkale kıyılarında olur. Atalarımız gibi o gece soğuğunu hissederek, orada can verirken hissettiklerini toprağın kokusunu duyarak, o havayı soluyarak anlar ve anlatır.

Tüm bu inançlarla şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad olsun… 

                                                                        Arzu Kök

11 Mart 2015 Çarşamba

"MÜSAİT" CİNAYETLER

“Müsait” Cinayetler

8 Martta bütün meydanlarda Kadınlar Günü kutlandı. Kadına yönelik şiddete her yönüyle karşı durulduğu haykırıldı. Yalnız kadınlar değildi meydanlardakiler. Erkekler de kadınlarla omuz omuza şiddete hayır dedi. İktidar bu şiddete çanak tutmakla sorumlu kılındı, eleştirildi. Başta kadına dönük şiddet, cinayetler, tacizler, tecavüzler ve bütün bunların üstüne bu cinayetlerin arkasındaki faillere getirilen aflar, iyi haller, takdir indirimleri…

Kadına bakış açısı “Dizini kır, evde otur, çalışacaksan da esnek çalışma modelleriyle sermayeye hizmet et” tir. İşte, "aile paketi" diye yarın öbür gün getirecekleri paketin de özelliği budur aslında. O nedenle de kadınların, ülkemiz kadınlarının hem sermaye iktidarına hem sermayenin fıtratına hem de muhafazakâr bir toplum yaratma hevesindeki iktidarın anlayışına karşı 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü'nde bu taleplerle alanlara çıkmıştır ve hepsinin özellikle gelip birleştiği nokta iktidar bu zihniyetini değiştirmediği sürece hiçbir şeyin değişmeyeceğiydi. İktidarın da bu zihniyeti değiştirmeye niyetli olmadığı gün gibi ortada yazık ki. Son günlerde yaşanan iki olay ise bunu açokça koyuyor ortaya.

Esenler İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ilkokul 4. sınıf öğrencilerine dağıttığı ‘Çiçek Bahçesi’ isimli kitapta kadınların “özgürleştirilerek yok edilmesi” önerildi. Kitapta, “ormanın kralı” diğer hayvanlara, “Dişi olanların da güzellerini seçin. Birçoğunu içki ve uyuşturucuya alıştırarak, bu durumu da normal bir şey gibi göstereceğiz. Sık sık eş değiştirmelerini de alkışlayacağız. Verdiğimiz özgürlükle bizim esirimiz olacaklar. Yani istediğimiz her şeyi yapacaklar” diye sesleniyor.

‘Çiçek Bahçesi’ adlı kitapta ormandaki yöneticinin yani kralın, erkek hayvanlarla birlikte, dişi hayvanlar için yaptıkları planlar anlatılıyor. Buna göre dişi olanlara ‘sanatçı’ adıyla meşhur ediliyor, paraya boğuluyor. Uyuşturucu ve içkiye alıştırılarak özgürleştiriliyor. Kral, erkek hayvanlara “Onlara tam bir özgürlük vereceğiz. Verdiğimiz özgürlükle zaten bizim esirimiz olacaklar” diyor. Kitabın yazarı ise Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şükrü Şumnu olarak görülüyor. Profesör ünvanı taşıyan bir zihniyetin yazdığı bir kitap olduğuna inanmak istemiyorum aslında. Zira bilim adamı ünvanı verdiğimiz bu kişilerin ne kadar yoz fikirlere sahip olduğunu görmek acı veriyor. Genç zihinlere enjekte edilen cinsiyet ayrımcılığı ve dini - ahlaki referansları kullanarak beslenen ahlaksız kadın tanımları yarın daha da fazla yaşanacak şiddetin silahı olacak. Farkında değil mi acaba Milli Eğitim ve kitabın yazarı profesör? 
TDK’nin çevrimiçi sözlüğünde müsait, öncelikle “uygun, elverişli” olarak tanımlanıyor. İkinci tanımda ise “flört etmeye hazır kadın” ifadesine yer veriliyor. Oysa flört etmek kişilerin karşılıklı olarak yaptıkları bir eylemdir ve hem erkek hem de kadın flört etmeye hazır, kolay flört edebilen karakterlere sahip olabilirler. Türk Dil Kurumu bu açıklamaya parantez içerisinde eklediği kadın ifadesiyle cinsiyetçi bir hale getirmiştir. Böylece de kadına yönelik şiddet ve negatif ayrımcılığın temel nedeni olan ataerkiliteye hizmet eder duruma gelmiştir.

Devletin denetimindeki Türk Dil Kurumu’nda kadına yönelik böyle bir -hepimizin de üzüntüyle karşıladığı- ifadenin geçmesi aslında siyasal iktidarın da sahiplendiği bir anlayışı yansıtıyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Eşitlik, fıtrata ters" derken neyi kastediyordu acaba? “Varsın onlar inadına dekolte, inadına mini etek giyerek feveran etsinler” derken neyi kastediyordu acaba?  “Ananı da al, git” derken neyi kastediyordu? “Her kürtaj bir Uludere'dir” neyi kastediyordu? Yine, Sayın Bülent Arınç, “Kadınsa iffetli olacak, herkes içinde kahkaha atmayacak” derken neyi kastediyordu? “Ben eş demem. Eş yoktur, eşitlik yoktur. Ben karımla çocuğuma eşit demem. Eşim değil, zevcem olur” derken, “Çalışan kadından bahsediyorum, patronun hizmetini yapıyor” derken AKP sözcüleri ve onların referans aldığı yazarlar ne demek istiyordu? Bunlar basit, sıradan değerlendirmeler değil, siyasal iktidarın desteği ve himayesi olmasa bunlar da yazılmazdı.

Özgecan vahşice katledildikten sonra çıkıp “Bu işin takipçisi olacağız” diyerek nutuk atanların öncelikle bu tür söylemlerden vazgeçmesi ve bu türden söylemlerde bulunanlara karşı durması gerekmez miydi? Ama yapılan şey sadece onların desteklenmeleri. Yazık, çok yazık!..
Kimse unutmasın ki;

 “Çalışan kadın ahlaksızdır “ diyenler cinayetlerin failidir.

 “Onlara tam bir özgürlük vereceğiz. Verdiğimiz özgürlükle zaten bizim esirimiz olacaklar” diyenler kadın cinayetlerinin failleridir.

 “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır” diyenler kadın cinayetlerinin failleridir.


İktidar eğer gerçekten de kadın cinayetlerinin durması noktasında ciddi ise bunlara son vermelidir. Aksi halde onlar da sorumlu kılınacaktır her kadın cinayetinde.

Arzu Kök

5 Mart 2015 Perşembe

KADINLARIMIZ - Arzu Kök

KADINLARIMIZ

‘’Ve kadınlar, bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri,
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve sofradaki yeri, öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde; tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların 
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle
bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız.’’
Nazım Hikmet ‘Kuva’yı Milliye Destanı’nda ne güzel anlatmış kadınlarımızı. Peki 1941’ de yazılan bu satırlardan günümüze değişti mi acaba kadınımızın yeri? Pek değil. BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) yıllık ‘İnsani Gelişme Endeksi’ raporunda bu yıl üç sıra birden gerileyerek 79’uncu sıraya inen Türkiye, kadınlara fırsat eşitliği sunulması konusunda da alarm veriyor. Rapordaki ‘Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ (GEM) verilerine göre, Türkiye, bu alanda Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de gerisinde kalarak 109 ülke arasında 101. oldu. Peki neden?

Çünkü kadınlar güçlüdür,  kararlıdır. Yapmak istediklerini gözlerini kırpmadan korkusuzca yapabilme becerileri vardır. Hele ki sorun sevdiklerini korumak olunca gözlerini dahi kırpmadan icabında ölüme bile giderler.

Erkekler kadınların bu üstünlüklerinin sezgisel olarak farkındalar. Bu nedenledir ki kadınları ezmeye çalışmışlardır yıllardır. Kadının okumasına, ekonomik bağımsızlığını kazanmasına, sosyal statülerinin yükselmesine hep karşı çıkarlar. Kadını eve kapatmak, başını bağlamak, şiddet uygulamak, siyasette söz sahibi etmemek gibi hareketler hep erkek  çaresizliğinin sonucudur. Zira kadınlar bu güçleri de ellerine geçirirlerse, kendilerine  ekmek çıkmayacağından korkarlar.

Hem erkek hem mürteci olmakla iki kez malul iktidar ve "biz kadınları severiz; onlar bizim başımızın tacıdır" edebiyatının sakat bıraktığı erkek muhalefet eğer gözünü açmaz ve kadınların asıl yerlerine gelmelerine engel olmaya devam ederlerse korkarım ki başları fena halde derde girecek. Sözde hükümranlıkları sona erecek diye korkudan uykuları kaçıyor. Zira, kadındır bu… Anadır… Vurdular mı küreğin keskin tarafı ile vururlar ki; sorma gitsin!

Oysa bir elmanın yarısı erkekse, yarısı kadındır. Ancak birlikte omuz omuza hareket edilirse başarı gelecektir. Kadın ki asıl üreten ve yaratandır. Arkasında kendisine destek olmayan bir kadını olmayanlar hiçbir yere gelemezler. Zira kadınlarımızdan alır güçlerini erkeklerimiz. Kadın eğitirse toplum kalkınır.

Ancak gel gör ki, ‘Kâr daha çok kâr’ hırsıyla yanıp tutuşanlar işe en son kadınları alıyorlar ve en önce kadınları çıkarıyorlar işten. Çoğu sigortasız çalışıyor. Kırsal kesimlerde ise ailenin tarımsal faaliyetlerinde erkekten fazla çalışmasına rağmen emeğinin karşılığını alamıyor. Evdeki eğitimden, ilk, orta ve yüksek dereceli eğitime uzanan çizgide hala kadın erkek rolleriyle kalıplaşmış yanlış ve yoz değerlerle yetiştiriliyorlar. Öte yandan yazık ki kimi kadınlarımız da var ki, kişiliklerini değil de yalnız ve yalnız dişiliklerini geliştiriyorlar.

Bunlara benzer pek çok şeyin değişmesi gerekliliğine inanıyorum. Bir ara ’Ne zaman kadınlar nüfus içindeki yerlerine orantılı olarak ekonomik, politik ve toplumsal yaşamın yönlendirilmesine katılacaklar?’ Ulusal Kurtuluş Savaşımızda en büyük role sahip olan kadınlarımızın artık hak ettiği yere ulaşmasının vakti gelmedi mi?

Gücünü yüreğinden alan kadınlarımız artık hak ettiği yere ulaşmasını da bilmelidir. Yıllar önce vatanı için yaptığı birlikteliği kendi ve gelecek nesillerin aydınlığı için de   gerçekleştirmelidir. Gerçek yerini ve gücünü tüm görmek istemeyenlere göstermeli ve almalıdır. 

Arzu Kök