27 Aralık 2020 Pazar

Bitmeyen Yıl - Arzu KÖK

                      Bitmeyen Yıl

Her yeni yıl bir öncekine göre çok daha sitem yüklü geçegelmiştir.

Gelecek yeni yıl her ne kadar umut barındırıyor gibi algılansa da yine de geleceğe duyulan merakın etkisiyle yıldız fallarına kaçamak bakışlar atılır çoğu zaman…

Ülkemizde özellikle son yıllarda artan bu yıldız falı merakına biz de katılalım dedim ve sizler için yıldız falına bir göz atalım dedik:

Geçtiğimiz yılları kolektif protein sağanağı altında geçiren siyasilerin yıldız haritasına baktığımızda hücrelerinde, protein takviyesiyle meydana gelen bir güçlenme görülmekte…

Enerji fazlası, serbest dolaşım ve önüne gelene saldırma hakkı verilen polislerin kol ve bacak kaslarına da ekstra kuvvet olarak yansıyacak...

Yıldız enerjisindeki yükselme ve değişmeler; yürüyüşünü, oturup kalkmasını beğenmedikleri, sakal ve bıyıkları örf ve adetlere aykırı olanlar üzerinde bir baskı yaratacak…

Sert gezegen geçişlerinin etkisinden olsa gerek, yükselen muhalif seslere karşı duyulan tahammülsüzlük bu yıl da coplama, gözaltı ve tutuklamalarla sürecek gibi gözüküyor.

Korona hastalığı yüzünden kayıplar devam edecek.

Aşı olmak isteyenler ve olmak istemeyenler arasında kavgalar görünüyor… Herkes aşı olsun diye yeni kanunlar göze çarpıyor…

Akıl tutulmaya, vicdanlar körelmeye, ahlak tükenmeye dönecek yüzünü…

Hukuk yerle bir edilmeyi sürdürecek…

Medyatik çığırtkanlıklar ve karartmalarla gerçeğin avazı kısılmaya devam edilecek…

Kabadayılıklarla diplomatik zarafetin dili yerle bir edilecek…

Tarım arazilerinde binalar yükselmeye devam edecek ve bizler ithal buğdaya, pirince…vb… muhtaç olmaya devam edeceğiz…

Hayvancılık cenneti olan ülkemize dışarıdan et getirtmeyi sürdüreceğiz…

En güzel ormanlarımızı, doğa cenneti olarak isimlendirilecek yerlerimize maden ocakları veya termik santral kurulup yok edilmelerinin önünü açmaya devam edilecek…

Dünya kıtlığın eşiğinde iken biz üretimi kesen, kesilen ülke olarak ne hale geliriz diye yıldızlar net bir şey söylemiyor yazık ki…

Simitle beslenmeye endeksli asgari ücretli yaşam, egemenliğini sürdürecek…

Açlık ve yoksulluk sınırları TV ekranları ve haber sitelerinden halkın inatla gözüne sokularak “Tevekkül Allah” nutukları atılacak. Toplumsal muhalefetin sesini kısmaya odaklanacaklar yine…

Barınma, ulaşım, sağlık ve eğitim haklarında yeni gasplar bekleniyor…

Salgın nedeniyle eve kapanan insanlarda psikolojik sorunlar artacak, boşanma sayısı yükselen bir grafik çizecek gibi görünüyor…

Çatınız her an başınıza yıkılabilir, aile hekiminiz kapsama alanı dışında kalabilir, otobüs güzergâhınız değiştirebilir ve medrese eğitimiyle baş başa kalabilirsiniz…

Yolda yürürken veya işten eve dönerken başınıza bir şey düşebilir ya da bir bombanın kurbanı olabilirsiniz…

Belki içiniz karardı buraya kadar. Ancak yıldız haritasında tek net kalan nokta ise kapitalist düzenin ortak söyleminin süreceğini gösteriyor ve bizlere yine denilecek ki:

“Konuşma!...

Çalış!...

Nefes al ama yaşama!..

Sakın ha itiraz etme bir şeye!...”

 Yıldız haritası bunları söylerken diyorlar ki bize, yeni bir yıla girecekmişiz. Yalan… Vallahi de billahi de yalan… Yıllardır bitmeyen bir yıl yaşamaktayız zaten biz. Bu gidişle daha uzun süre de bitmeyecek bir yıl… Hatta diyorlar ki Türkiye’nin sonu da…

Ahmet Erhan’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandığı derlemesindeki şu mısralar unutulur gibi değil:

“Ülkemin üzerindeki bu alacakaranlık

Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer

Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün

Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de

Oyun olsun diye boş, anlamsız…”

Şimdi beyhude geçen bir yılın “bitmeyen kakafoni”si sürerken ufuklar öyle daralmış ve içler öylesine kararmış ki, “saf ve belki de oyun olsun diye boş, anlamsız şiirler”in değil, coşku dolu, anlamlı marşların özlemi dağlıyorken ciğerleri, yıl bitmiş sayılır mı? Hayat çok kötü gidiyorsa yeni bir yıla girilebilir mi?

Yine de direnç yıldızınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Her şeye rağmen mutlu bir yıl dilerim… 

Esen kalın…

Arzu KÖK

 

15 Aralık 2020 Salı

The Truman Show - Arzu KÖK

 The Truman Show

2020 yılı yaşanan olaylardan çok söylenenlere odakladı pek çok insanı. Öyle şeyler söyleniyordu ki herkeste acaba soruları uyandırdı. Korana ilk başladığı dönemlerde bunun biyolojik bir silah olduğu söylendi önce. Bu biyolojik savaşın tüm dünyada olmasını ise dünyada hâkim olan güçlerin nüfusu azaltma ve yeni bir dünya düzeni oluşturmak adına gerekli boşluk ve süreyi vermesi olarak açıkladılar.

İnsanlık hastalıkla boğuşurken her gün binlerce can toprak olurken birileri planlarını gerçeklemek adına son detayları halletmeye çalışıyorlardı. Bu süreçte Bill Gates firmasını bırakıp birden sağlık sektörüne, özellikle aşı çalışmalarına döndü. Güney Afrikalı mucit ve girişimci Elon Musk, dünya yörüngesine 42 bin uydu yerleştirerek, okyanuslar da dahil yeryüzünün en ulaşılamayacak bölgelerine, mevcut internet hızından neredeyse iki kat hızlı, kablosuz devasa bir internet ağını kurmak için kolları sıvadı. “Tam da bu süreçte neden?” soruları soruldu sürekli.

Şimdi de sağlıklı bir aşının ortaya çıkması için gerekli olduğu söylenen minimum dört yıllık süre yok sayıldı. Nasılsa bir yılda bir değil 4-5 farklı aşı çıktı ortaya. Hepsinin de ne kadar etkili olduğu haberleri yapıldı. Ancak bu aşılar hakkında öyle şeyler söylenmeye başladı ki kimse aşı olmak istemiyor hale geldi. Zira söylenen şeyler nedeniyle korku sardı ruhlarını insanların. Ne mi söyleniyor? Özellikle mRNA kullanılarak yapılan aşılarda Lüsiferaz enzimi(gen yüklü kuantum noktaları) ile Hidrojel isimli biyoelektrik aracısı jel kullanıldığı söyleniyor. Bu kullanılan maddeler sayesinde ise tıpkı akıllı telefonlar içindeki tüm bilgiler alınıp kopyanabiliniyor, değişiklik yapılabiliniyorsa bu insan üzerinde de yapılır hale gelecek deniliyor. Elon Musk’ın da bu uyduları bu nedenle uzaya fırlattığı ve artık tek merkezden insanların kontrol edilebilir hale getirileceği söyleniyor. Yani artık özel hayat diye bir şey kalmayacak. Her şeyiniz kontrol altında tutulacak, süreli izleniyor olacaksınız deniliyor.

Açıkçası tüm bunları duyunca aklıma eski bir Peter Weir imzalı The Truman Show isimli film geldi. 1998 yılında Andrew Niccol’un yazdığı filmde Jim Carrey, Truman adlı karakteri canlandırmaktadır. Truman’ın yaşadığı Seaheaven adlı yer, aslında devasa bir settir ve orada yaşayan herkes set oyuncusudur. Buna annesi, babası, eşi ve en iyi arkadaşı da dahil. Her şeyin bir oyun olduğunu bilmeyen tek kişiyse Truman’dır. Truman daha dünyaya gelmeden bir televizyon şirketi tarafından evlat edinerek, doğduğu andan itibaren tüm hayatı kesintisiz olarak yayınlanmaktadır. Yalnız olduğunu düşündüğü anlarda bile dünyada milyonlarca insan tarafından izlenmektedir. En özel anları da dahil! Truman’nın adadan ayrılmaması için bilinçaltına bazı korkular yerleştirilmiştir. Örneğin bulunduğu adadan deniz yoluyla kaçmaması için, babasının denizde boğulma sahnesi gerçekleştirilmiştir. Uçağa binme fikrine sıcak bakmaması için de yukarıdaki gibi ayrıntılar eklenmiştir. Bu korkular sayesinde de sete mahkûm bırakılmıştır. Ancak set, herkesin mutlu olduğu, kimsenin memnuniyetsizlik yaşamadığı ideal bir yaşam olarak tasarlanmıştır. Bir ütopyadır aslında.

Truman’ın hayatı boyunca gökyüzü sandığı şey, gökyüzüne benzer şekilde tasarlanmış bir tavan. Düşen lambanın üzerinde “Sirius 9 Canis Major” yazıyor, bu lamba sette, gökyüzünün en parlak yıldızı olan Sirius’un ışığını veren lamba. Sirius lambasının düşüşü, Truman’ın sahte gerçekliğini kıran olayların ilki. Arkası geliyor sonra ve soru işaretleri çoğalıyor. Truman hayatının sahte olduğunu fark ettiğinde gerçekleri bulmak için denize açılıyor; enginlik, sonsuzluk ve özgürlükle tanımladığımız deniz. Denizin sonuna vardığındaysa onu gerçeğe götürecek olanın deniz değil, küçük karanlık bir kapı olduğunu görüyor. O kapı onu gerçekliğe götürüyor.

Truman’ın gerçekliğindeki son ve geri dönülmez kırılma, yelkenliyle kaçmaya çalışırken yelkenlinin çarptığı duvar kağıdını yırtması oluyor. Bu sınır bizim gerçekliğimizin bir metaforu rolünü oynuyor aslında. Bize sunulan gerçekliğin sınırlarına vardığımızda, o küçük karanlık kapıdan dışarıya çıkıp bilinmeyenlerle dolu ama sahici bir gerçekliğe adım atma cesaretini gösterebiliyor muyuz? Yoksa kendimizi inandığımız sahte bir dünyaya mı hapsediyoruz?

The Truman Show, dünyamızın gerçekliğini sorgularken, içinde yaşadığımız sistemleri de eleştirmek için bir araç görevi görüyor. Sistemler, insanlar onlara inandıkça var olur. Paranın değeri herkesçe kabul edildiği için parayı hizmet ve ürünler satın almak için kullanabiliyoruz. Sistemler ve güç ilişkileri, bize doğanın kuralları kadar normal ve kendi kendine var olan kurallarmış gibi görünerek devamlılık sağlarlar. Siyasi sistemlerin meşruiyeti, toplumun her bir üyesinin yöneticilere sağladığı rızaya dayanır. Bireyler bu sistemleri eleştirme cesareti buldukça hem ülkelerin özelinde hem de dünyanın genelinde bu sistemlerin yeterliliğini sorgulayan krizler meydana geliyor: Ekonomik krizler, radikal milliyetçi çatışmalar ve yönetimlere karşı çıkan isyanlar gibi. İnanmak isteyen insan, güvendiği düzeninin devamını sağlamak için inanır; sistemlerin devamının körü körüne bir bağlılıkla sağlanması, Truman’ın ona kurulan dünyada hiç sorgulamadan yaşamasına benziyor. Toplumun bireyleri eski sistemlere inanmayı bırakıp sorgulama cesareti gösterdiği zaman, Truman’ın denizin sonunda bulduğu karanlık küçük kapı gibi belirsizliğe açılan bir çıkış bulmak mümkün: karanlık ve belirsiz ama özgürlüğe açılan bir kapı. Ama o kapıdan girmeye birçoğumuzun cesareti yok.

Peki ya bizler Baudrillard’ın dediği gibi gerçekliğimizi gerçekten yitirdiysek ve tüm bu yaşananları söylenenler bu yitirişin sonucu mu? Yoksa gerçekten de bizler bir simülasyon içerisinde birilerinin bizi izlediği bir showun parçası mıyız? Ya da o  yeni bir show mu yaratılmaya çalışılıyor? Dünya gerçek mi? Biz yaşıyor muyuz?...

Sizlerin de kafasını karıştırdım sanırım. Filmde Truman gerçekliğe olan yolculuğunu bitirirken veda ettiği gibi veda ettiği gibi söyleyeyim ben de: ''Günaydın! Olur ya belki sizi göremem; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!''

Arzu KÖK

3 Aralık 2020 Perşembe

Akılla İnananlara... - Arzu KÖK

                                             Akılla İnananlara...

Hani bir fıkra vardır:

Avcılar, Temel önderliğinde ormanda ilerliyormuş. Karşılarına küçük bir delik çıkmış. Temel: “Yatın, tavşan deliği” demiş. Yatmışlar. Delikten tavşan çıkmış. Avlayıp yola devam etmişler.

Yolda bakmışlar, daha büyük bir delik… Temel: “Yatın, tilki deliği” demiş. Yatmışlar. Tilki çıkmış, vurmuşlar. Yola devam etmişler.

Sonra delik büyümüş. Bu büyük deliği gören Temel: “Yatın ayı ini” diye bağırmış. Ayıyı da avlamışlar. Avcılar Temel’in her şeyi bilmesinin rahatlığıyla keyiflenmiş…

Bir süre sonra kocaman bir delik çıkmış karşılarına… Temel’e bakmışlar. Temel: “Uşaklar” demiş,” …ne çikacağunu bilmeyrum. Siz yatın, ne çıkarsa bahtinuza!”

Ertesi gün gazetelerde şu haber görülür: “Dört avcı, tren altında kaldı.”

Şimdi bu fıkrayı niye anlattığımı merak ediyorsunuz. Açıkçası ben bu fıkrayı günümüzde ülkemize benzettim. Kapkaranlık bir deliğe doğru gidiyor gibiyiz. Sonucu kim belirleyecek belli değil. İsyanım, feryadım ülkem için… Sonucu sistem mi yoksa millet mi belirleyecek bilemiyorum ama umarım sonumuz o avcılar gibi olmaz.

Felaketten kurtuluş; Emperyal güçlere hesap sormadan önce, Türkiye'nin önünü tıkayan cumhuriyetin temel ilkeleriyle, laiklikle ve M. K. Atatürk'le kavgalı, derdi olan zihniyetten kurtulması ile olası görünüyor. Ancak bu durumda herkes kazançlı çıkabilir; üretenler ve tüketenler birlikte güç kazanabilir... Halkın ayağa kalkması, uyanması ve kurtuluşu ancak böyle olur...

Örgütlü cehaletin karşısına milli güçlerin derhal birleşip, ülkeyi bu örgütlü cehaletin hegemonyasından kurtarması şarttır... Tercih, Türkiye ve Türk Milleti olacaksa, yol budur... Bu gerçeği düşündüğümüzde, hedef ve amaç bellidir: Türk Milletinin geleceği için, varlığı ve huzuru için tüm milli güçlerin dayanışma içinde olması gerekiyor.

Türkiye'yi yaratanlar kendini "Türk" sayan, hisseden, kültür milliyetçisi Türklerdir. Bu söylem kan ırkçılığı asla değildir, doğru anlaşılmalıdır... Çünkü Türkiye'yi yaratanlar, kendini Türk kabul eden herkestir. Bunlar da Türkiye Türkleridir... Türkiye'yi yine bu bataklıktan çıkaracak olan da bunlardır. Bölücülük yapmayan, iyi niyetli, vatana, bayrağa, devlete bağlı her vatandaşın elinden tutanlar olacaktır ülkeyi bu bataklıktan çıkaracaklar... Başka çare ve seçenek yoktur. Aksi halde herkes yok olur... Gücü kendinde olan bir paradigma... Bilinmelidir ki; Türkiye olmadan ne Ortadoğu'ya, ne de dünyaya huzur gelir...

'Türkleri dışlarsanız yazılacak dünya tarihi olmaz' ifadesi bir gerçeği dile getirir. Hal böyle iken Türkiye, anlamsız projeler için neden piyon edilir anlamıyorum. Eğer Türkiye'nin ve Türk'ün yerini yanlış seçerseniz yanlış sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. Tarihin merkezinde Türk vardır, bundan böyle de olmak zorundadır. Geçici hevesler birer sabun köpüğü olmaya mahkûmdur...

Ön Türk'lerle Anadolu vatan olmuştur; bunun tarihi başlangıç, "evvel ve ezel" zaman tünelidir... Türk'e düşman olanlara bunun hatırlatılması şarttır... Ortadoğu coğrafyasında yapılmak istenen sınır değişikliklerine izin vermek demek, Türkiye'nin dünya haritasından kalkması demektir.

Bu topraklar binlerce yıl boyunca yani antik çağdan, belki arkaik zamanlardan beri birilerinin işgal alanı, birilerinin site devletler yeri olmuş olabilir. Çeşitli güçler bu topraklarda hüküm sürmüş de olabilir; ama bu topraklar tarihte ilk defa Türklerin vatanı oldu; vatanın sınırları kanla çizildi...

Gelişmeler hepimizi endişeye sevk etmiş olabilir, hayallerimizi törpüleyebilir. Peki, yok mu olacağız? Asla! Ayrışarak mı temizleneceğiz? Hayır! Milli uyanışla şahlanılacaktır... Yani; Kimin hain, kimin it, kimin kiralık uşak, kimin de vatansever, milliyetsever, bayrak sever olduğunu hep birlikte göreceğiz.

Unutulmamalıdır ki Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında kapılarda beklemedi, harekete geçmek için kimseden izin almadı. Köy Enstitüsü programlarını bol faizli krediler alıp borçlanarak yapmadı. Onlarca fabrikayı da öyle. Tarım ve hayvancılığı destekledi, köylülerini baş tacı ederek ülkeyi huzur ve refaha kavuşturdu. Yıkık, virane bir ülkeden tüm dünyanın imrenerek baktığı bir cumhuriyet kurmayı bildi bu millet. Bugün neden yapılamasın?

Milli bilinç bu anlamda açık tutulmalıdır. Bu millet eğer yeniden Mustafa Kemal Atatürk'te sezdiği samimiyeti sezer ise bu vatan için her şeyini yeniden feda etmekten çekinmez. Bu milletin dış güçlere ve onların parasına ihtiyacı yoktur. 

Üzülerek söylemek gerekir ki yanlışların acı sonu belli... Günümüz muhterislerine, kin yumağı, lafazanlarına bir uyarı olmalıdır bu satırlar! Zira biz acı sonu yaşamak istemiyoruz, ülkemizi seviyoruz…

                                                                           Arzu KÖK           

8 Kasım 2020 Pazar

Atatürk’ü Anlamak… - Arzu KÖK

 Atatürk’ü Anlamak…

 “Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir. “ ( 1929)

                                                                                                    Mustafa Kemal  ATATÜRK      

Türk Ulusu ne kadar anladı Atatürk’ü? Günümüze baktığımızda hiç denecek kadar az olduğunu gözlemliyorum ve içim acıyor. Günümüzde açıkça ortaya çıkan ve pervasızlığı marifet sanan karanlık odaklar tarafından Atatürk düşüncesine yeni düşmanlıklar üretilmekte, hedefler saptırılmaktadır ve ne acıdır ki Türk Ulusu da sessiz kalmaktadır tüm bu olup bitenlere.

Çağdaşlığa karşı geliştirilen düşmanca karşı devrim girişimleri, demokrasinin nimetleri de kullanılarak zaman içinde gelişmiş, devlet kurumlarında kökleşmeye başlamış ve artık cumhuriyet kazanımlarını hedef almaya başlamıştır. Kendi kafa çemberi dışında düşünce ve görüş kabul etmeyen, fakat çok ustaca bir maskeleme yoluyla takiyye yapan kadrolar, rejimi hedef alan yapılanma içinde olmayı sürdürmektedirler.

Farklı düşünce ve inançta olmanın zenginliği esasına dayanan çağdaş toplum olmanın gerekleri belli noktalarda yoğunlaşmaktadır. Bunların başında da laiklik gelmektedir. Toplumsal değerlerin çatışmadan bir arada yaşamasını sağlayan değer yargısı olan lâikliğin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır. Bugünü ve geçmişi kıyaslamak gerek… Hem lâik hem de Müslüman olunabileceğini Atatürk, Cumhuriyet rejimi ile göstermiştir. Ancak bunu hazmedemeyenler sürekli Atatürk düşmanlığını teşvik etmiş ve desteklemişlerdir.

Dini motifler her toplumun bireyleri arasında harç niteliğindedir ve bunu inkâr etmek yanlış olur. Ancak, dini motifleri kullanarak insanlar üzerinde, toplum üzerinde baskı unsuru kurmak isteyen siyasi iradeler birinci derecede demokrasi ve Atatürk düşüncesinin düşmanlarıdırlar. Hacı esansı kokulu yerel yönetimler tarafından uygulanmaya konulan ve yöresel olarak belli alanlarda oluşturulmaya başlanan yasaklar, aslında kişilerin yaşam biçimlerini gösteren yeme-içme alışkanlıklarını sınırlamak değil, kişilerin özgürlükler bütünlüğünün bozma, bozulma hedefinden başka bir şey değildir.

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken söylediği su ifade son derece önemlidir; “Cumhuriyetin kuruluşu ne bir soy ne bir ideoloji ne de bir din üzerine kurulmuştur; cumhuriyeti kültür üzerine kurduk.”

Kemalist düşüncenin temeli de bu ifadelerde saklıdır. Bu nedenledir ki, bunlardan, cumhuriyetten asla ödün verilmemelidir. Atatürk’ü anlamak için cumhuriyet kazanımlarını, özgür yaşamanın derinliğini, ibadetini zevk ve huşu içinde yapmanın huzurunu anlamak gerek.

Atatürk’ün, cumhuriyetin temelini dayandırdığı kültür üzerindeki vurgusunu milletimiz, başta aydınlarımız anladı mı? Biraz şüpheli!... Çünkü Atatürk düşüncesini istismar edenler de O’na düşman olanlar da, O’nun ticaretini yapanlar da, O’nun ardına sığınıp takiyye yapanlar da, esans marka ideolojilerini gerçekleştirmek için cumhuriyet kazanımlarını araç olarak kullananlar da, aydın geçinen diplomalı aydıncıklardır ne yazık ki. Vatandaş Ahmet, Mehmet bundan zaten haberdar değil.

Atatürk diyor ki; “Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız vardır ki, inceleme ve araştırmalarımızı yaparken temel olarak çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, diğer milletleri tanır, ama kendimiz kendimizi bilmeyiz.”

Kurtuluş Savaşı verilirken Atatürk’ün çevresindeki en yakın dostları O’na Amerikan mandası veya İngiliz mandası fikrini önerirken O, “Ya istiklâl ya ölüm” demiş ve uygulamıştır. Günümüzde de tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, ABD ve AB mandacılığının ötesinde uşaklık yapmaya hazır, idealsiz, ruhsuz insanların öttürdüğü köşe başı isteriz çığlıklarına bakıldığında, o günün zor şartlarında mandacı olarak adlandırılanların, bugünkü uşak ruhlulardan çok daha vatansever oldukları açıktır.

Atatürk’ün Türk Milletine en büyük hediyesi cumhuriyettir. Etrafınıza bakınız; bugüne kadar Ortadoğu’nun sefalet çamurunda debelenmeyen bir Türkiye var olabildiyse bu, Atatürk ve Cumhuriyet rejimi sayesinde olmuştur. Bugün o bataklığın içerisinde olmamız ise Atatürk ve Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmanın bir sonucudur.

Dikkatli olmak, sıkı durmak, yere sağlam basmak gerek. Ülkemin ve de ulusumun hem dışarıda hem de içeride düşmanı çoktur. Tarih boyunca kendine en fazla düşman yetiştiren bir ulus olduk.

Atatürk’ün ifade ettiği bu hedef anlamında bir tarih bilinci eksiğimiz var ne yazık ki. Toplumuzda eksik bazı değerler, anlamalar, algılamalar sorunu var. Geçmiş tarihe, toplumsal algılama ve değerlere sahip çıkma sorunu var…

Atatürk’e göre bir ulusu ulus yapan değerlerin başında tarih gelir. Uygulamalarında tarihin yerini ayrı olduğunu belirtir. Çünkü tarih, ulusların hayatını ve sürekliliğini göstermektir. Tarihi olmayan uluslar sürekli olamamışlardır. Medeniyetler kuran ulusların sürekliliğini sağlayan tarih ve dil birliğidir. Tarih ve dil yaratamamış olan ulusların hiçbir şekilde iz bırakamadıkları bilinen bir gerçektir. Günümüzde ise bizler tarihimizden uzaklaştırılıyoruz.

Atatürk’ü anlamak demek; ideallerini görmek, yaşama geçirdiği fikirleri görmek, fikirleri duygulara dönüştürmek demektir… Bunlar başarılmadıkça cumhuriyetin ve demokratik yaşamın kazanımları yaşanmadan silinir gider.

Hiçbir şeyi günümüzdekiler gibi kendisi için, kendi egosunu tatmin etmek için yapmamış, her şeyi ulusu için yapmıştır. Fani dünyadan çekip gittiğinde de milletinin kalbinde silinmeyen bir iz bırakmıştır. Bir insan için bundan daha büyük bir varlık, değer, miras olabilir mi?

Fi tarihinde öğretmen sınıfta öğrencilerine bir kompozisyon yazdırmak ister; Atatürk ile ilgili olarak bir konu verir; kompozisyon konusu; “Atatürk Türk Ulusu için neler yaptı?” Verilen sayfalar dolusu cevapları inceleyen öğretmenin dikkatini tek cümle içeren bir sınav kâğıdı çeker; “Atatürk ne yapmadı ki?”

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini yıkmak isteyenler de demokrasi merkezli Cumhuriyet idaresinde varlıklarını sürdürmekteler. Bu yıkıcı ve yok ediciler de varlıklarını Atatürk’e borçlular… Ulusun manevi değerlerini işportacı malzemesi yapan, karanlık kafalar da varlıklarını Atatürk’e borçlu…

Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, Türk Ulusu ile birlikte, kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel kurumlarına kurşun sıkan zihniyetlerin oluşup gelişmesi de yine bu Cumhuriyet sayesinde olmuştur. Cumhuriyete düşman yetiştirilen karanlık kadrolar da, Atatürk’ün kurduğu rejim sayesinde devlet idaresinde söz sahibi olmuşlardır…

Tüm bu yaşanılacakları önceden görebilmiş olan Atatürk, geleceği gençlere emanet etmiştir. Geleceği gençlere emanet etmenin temelinde, sürekli ilerleme ve gelişme ruhu ve azminin yaşamasını, yaşatılmasını sağlama amacı vardır… Neden yaşlılara, orta yaşlılara değil de gençlere emanet ediyor Cumhuriyeti? Çünkü onlar gelecek demektir.

 Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bir şiir değildir… Geleceğe yönelik mesajdır, yol göstericidir. Gelecekte, nasıl özgür kalabileceğimizi anlatan bir söylemdir. Kullandığımız tüm özgürlükler bu söylemde saklıdır... Geleceğimize yönelik tehlike ve düşmanlara işaret ediyor, tehlikelere karşı korumaya çağırıyor...

Birlikte bir şeyleri yükseltebilmek, yurt sevgisine sahip olmak, değerler bütünü kültüre sahip olmak demektir Atatürk’ü anlamak…

Bir coğrafyaya, vatan toprağına, bir dile âşık olmanın sorumluluğu ile hep birlikte güzel bir şeyler yapabilme özlemidir Atatürk’ü anlamak…

Kırmadan, dökmeden, çatışmadan birlikte yapabilmek; varlığı da yokluğu da paylaşabilmektir Atatürk’ü anlamak…

Atatürk bizleri tek bir kişinin, padişahın kulu olmaktan değil aynı zamanda emperyalizmin esaretinden kurtarmış, esaret çemberini kırmış, vatandaşlığa gelmemizi sağlamıştır.  Birey olmamızı sağlamıştır. Kutsal kabul edilen tüm değerlerin yok olmasına, aşınmasına karşı durmuş; istiklâl demiş, vatan demiş, ulus demiş, bayrak demiş…

Bugün yine tek kişinin ve dolayısıyla emperyalizmin esaretine özlem duyup o yönde çalışanlar var… Bizler bu kazanımları korumalı ve Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma çabası göstermeliyiz.

Atatürk’ü doğru anlamalı ve özellikle gençlerimize anlatmalıyız. Kemalizm’i, Kemalist düşünceyi şekilcilikte değil, dimağda, kafada özümlemeli ve aktarmalıyız gelecek kuşaklara.

Bilgide, bilimde, çağdaşlıkta Atatürk’ü anlamak gerekmektedir. En büyük görev de bu bilince sahip aydınlarımızdadır.

Varlık sebebimiz, Milli Mücadele Ruhu ve kazanılmış istiklâldir. Bundan vazgeçtiğimiz an sonumuz gelmiş demektir. Yazıktır ki haini bol bir toplumun parçasıyız. Bu anlamda aydınlarımız bir kat değil, yüz kat daha çok çalışmalıdır…

 Arzu KÖK

14 Ekim 2020 Çarşamba

Muhalefet - Arzu KÖK

 Muhalefet

Muhalefet, Arapça bir sözcük. Karşı durmak; uymamak anlamlarına geliyor. Sözcükle ilk karşılaştığınızda sizi itiyor. Olumsuz, ara bozucu, çelme takıcı bir duruş hissi veriyor. Ve genellikle de hoşlanılmaz bir fotoğraf çıkıyor önünüze.

Oysa işin özü bu değil. Halef, hilaf, halife, hilafet…aynı kökten türemiş . Muhalefete hayır diyenlerin hilafa da halifeye de hayır demesi gerekmez mi o zaman?

Arapça zengin bir dil ve anlaşılması oldukça zor. Anlaşılması zor olduğu kadar anlatması da zor. Uzman olmadan Arapça üzerinden yorum yapmak tehlikelidir. Belki de tam bu yüzden İslam yönetim modelli devletler ve toplumlar durmadan birbirini boğazlıyor. Yani hem bilmiyorlar hem de keyfe keder yorumluyorlar. Sonrasında da al sana kan gölü…. İslam, Müslümanlığı kabul eden kişinin tanımıdır. Müslümanlık ise çok genel anlamıyla teslim olmak, kabullenmek anlamına gelir.

Kur’an’ı iyice okumadan ve kavramadan ahkam kesmek gibi bir alışkanlığımız vardır. “Kur’an şöyle diyor!” Bu külliyen bir palavra ve Kur’an üzerinden rol çalma uyanıklığıdır. Bir sözcüğü yorumlamak için ayetin bütününü okumak ve kavramak gerekir. Yetmez. Ayetin içinde yer aldığı sureyi bütünsel olarak kavramak gerekir. Cımbızlamayla olmaz…

İslam, muhalefete izin vermemiş olsaydı eğer, halifeye de izin vermezdi. Oysa, halef ve selef İslam’da vazgeçilmez yönetim uygulamalarıdır. Bu yüzden, iktidar kadar muhalefet de İslam’ca kutsaldır. Çünkü, birçok ayet, aklın önemine ve kullanılmasına gönderme yapmaktadır. Aklın kullanımı, yalnızca iktidarı elinde bulunduranlara özgü bir hak nasıl değilse, muhalefet için de aklı ile itiraz İslam’ın ana karakterlerinden biridir.

İslam’a göre yanılmayan tek gerçeklik Allah olduğuna göre, Allah olmayan her canlının yanılma olasılığı vardır. O zaman İslam adına söz söyleyen herkes yanılabilir ve bunu düzeltmek için muhalefetin aklı ve çabası elzemdir. Kur’an, en büyük sapkınlığın “aşırı ben bilirimcilik” olduğunu sıklıkla satır aralarında vurgular. Bunun yanında sıkça da “dinleyin!” emrini verir. Eğer sen her şeyi en iyi biliyorsan, neyi dinleyeceksin değil mi?

Kur’an, bilimin Çin’de de olsa gidilip alınmasını buyurur. Bilim, doğru olandır. Yani “benim dediğim” değildir. Bu nedenledir ki muhalefetten korkulmaz. Zira ondan öğrenecek ve ondan öğrendiklerinizle daha iyi işler yapabilme olanağı doğacaktır sizin için. Oysa ülkemizde muhalefet yok gibidir ve olması da istenmiyor sanırım. Yazıktır ki  Türkiye'de en iyi muhalefeti siyasi partiler değil, mizah dergileri yapıyor. Bu ise bize ülkenin siyasi kalitesinin durumunu gösteriyor.

Bir demokrasi oyununun sürüp gitmesini sağlayan şey iktidardan çok muhalefettir aslında. Bir elektik devresi gibi düşünürsek devrenin tamamlanmasını ve bu sayede akımın yeniden ve yeniden geçmesini sağlayan şey, devreyi kapalı hale getiren işlemsel aygıttır muhalefet. Ve demokrasinin en büyük çatışmalarda bile yapısal bir hasara uğramamasına neden olan şey de aygıta kısa devre yaptırabilecek her türlü gücün muhalif kimliği altında devre elemanlarından biri haline dönüştürülmesi. Demokrasinin asıl aktörleri iktidardakilerden çok sayıları giderek çoğalan ama istekleri birbirinin aynı olan, oy veren insanları kafa karışıklığına düşürmek olan muhalefet partileri.

Bir ülkede gücün dengelenebilmesi için akılcı yaklaşımlarda bulunan, gerektiğinde saldırgan olmayacak şekilde halkı organize edebilen, yapılanlar iyi ise onu takdir edebilme yetisine sahip, kötünün karşısında her türlü tavize rağmen virgül kadar eğilmeyen, samimi oluşum olmalıdır muhalefet. Bunun karşısında elbette ki aynı samimiyete sahip bir iktidar gereklidir. İkisinin olabilmesi için insanların egolarını bastırabilecek temiz bir ruha ihtiyaç var.

Ülkemizin en acil ihtiyacı muhalefettir aslında. Muhalefet sadece iktidar alternatifi değildir, aynı zamanda devletin de sigortasıdır. Bu sebeple sadece muhalefete oy verenler değil, iktidara oy verenlerin bile buna acil ihtiyacı var.

Ülkemizde iktidar yandaşları bile ülkede muhalefet boşluğu var diyorsa, muhaliflerin bir durup düşünmesi, kendilerine çeki düzen vermesi gerekmez mi? Belki de muhalefetin tanımının benim yukarıda yapmaya çalıştığım gibi tanımını yeniden yapmak ve içini doldurmak gerekmektedir.

Tabii bir de muhalefet yokluğundan şikâyet edenler var. O halde madem ülkenin muhalefet boşluğu var vatandaş olarak bu boşluğu doldurmak adına kim ne yapıyor onu da sorgulamak lazım. İşi iktidar ortağı olamamış partilere yıkmak da kolaycılık değil de nedir? ‘Nasıl?’ dediğinizi duyar gibiyim; o tartışılır ama teşhis bence budur.  

Muhalefet oturduğunuz yerden ahkâm kesmek değildir ve artık bunun kavranması ve doğru uygulanmasının zamanı gelmiş ve geçmektedir. Silkinin ve kendinize gelin lütfen…

 

 Arzu KÖK

 

25 Eylül 2020 Cuma

Mahşere Çok Yok… - Arzu KÖK

 Mahşere Çok Yok…

Yokların içinde var olma savaşı vermeye çalışan bir nesil yetişiyor. Çağın gereklerine uygun birer birey olma azmi içindeler, duyurmak istiyorlar seslerini. Bağırıyorlar… Ama duyulmuyor sesleri… Olaylara duyarsız olmadıklarını haykırıyorlar…. “Biz kardeşiz…” çığlığı yükseliyor her birinden ve “Bu anlamsız çatışmaları yaratıp ayırmayın bizi birbirimizden” diyorlar. 

Kişi başı düşen gelirin Türkiye’de bir gecede arttığı haberleri varken bir tarafta diğer tarafta her gün evine aç giden veya gidecek bir evi dahi olmayan insanlarımızın sayısı gün be gün artıyor.

Yürekler atmıyor, vicdanlar suskun. 

Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki paha biçilmez. Yüzyıllardır toprağında dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin her bireye insan olma hakkını veren hoşgörü kültürünü hep yaşatan ve hep yaşatacak bir coğrafya bizimkisi… Yeter ki yürekleri vicdansız, saflıktan uzak hareketlerinizle daha da fazla kirletilmesin... 

İnsanların en mahremi olan vicdanlarına, kalplerine daha fazla kin tohumları serpmeyin… 

Herkesin ağzında bir taraf olmak söylemi… Taraf olmak… O taraf bu taraf… Ben bu topraktan bu akarsudan, bu ovadan, Anadolu’nun en ücra köşesinde bile sofrasında ki bir dilim ekmeğini pay etmekten kaçmayan Hüseyin amcamdan, Ayşe ninemden, Laz teyzemden, öğrencilik dönemimizde birlikte açlığı paylaştığımız Kürt kardeşimden, Çerkez arkadaşımdan tarafım… 
Ne mutlu Türküm” diyenden tarafım…. 

Çekin elinizi dinimden, çekin elinizi Cumhuriyetimden, tarihimden… Yeter artık… 

Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan uçsuz bucaksız tarihimize baktığımızda bu halk hep haktan, hep doğrudan, hep vicdandan yana olmuş ve öyle de devam etmeli.

Bir tarafta rozet Atatürkçüleri, bir tarafta BOP’ un İslamcıları…

Bu toprağın insanının kimseye ihtiyacı yok. Kendi içinde tüm sorunlarını çözer yeter ki tek yürek, tek bilek olsun. Yürekleri tarafçılık oyunlarıyla kimse bölmesin ne olur; samimiyetleri, vicdanları, saflıkları kirletmeyin daha fazla.

Kur’an-ı Kerim’de ilk ayet “oku” der ama okumak, araştırmak, hayatı sorgulamak bir yana dursun İslam’ın akıl bilgi yönünü bir yana bırakanlar bugün İslam’ın iman yönünü, vicdan yönünü de çoktan unutmuş görünmekteler yazık ki… 

Hangi İslam hangi vicdan yanı başında Ira
k’ta, Filistin'de, Suriye'de binlerce insanın, daha yaşına girmemiş bebeklerin ölümlerine ses çıkarmaz… Ankara'da, Kobane'de, Suruç'ta, Fransa'da, hunharca katledilen insanlara sesini çıkarmaz...  AB ve ABD dayatmalarına boyun eğer... Sebepsiz tutuklamalara göz yumar... Çıkarılan yasalarla vatanın elden gitmesine göz yumar... Sosyal güvenlik yasasıyla halkını daha da ezen bir anlayışın nasıl bir vicdanı var ki?...

Yaptıkları her işte din kurallarından dem vuranlara; vicdanlarda yaşanan dinimizi her anlamda kendi siyasetleri için kullananlara hatırlatmak isterim; elbet herkes bir gün o musalla taşına yatacak ve o kabre konacaktır. 

Mahşer günü orada siyasi güçleri, evleri, villaları, uçakları sorulmayacaktır… Benlerin, bizlerin toplu iğne başı kadar dahi olsa helal etmediğimiz haklarımız sorulacaktır. 

Mahşere çok yok….

Arzu KÖK

 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Neler Oluyor? - Arzu KÖK

 Neler Oluyor?

Son zamanlarda bizlere neler oldu/oluyor anlayamıyorum bazen. Zira bir şeyler oluyor. Ancak olan biteni görmek konusunda sanki kör oldu herkes. Uyarmaya çalışanlara karşı da sağır olundu. Gerçekten de olan biten olayları görmek, duymak konusunda nasıl da kapatır olduk kendimizi. Nasıl da çekildik köşemize?

Ama neden?

Korkuyor muyuz yoksa çok mu çaresiziz?  

Gerçekliği fark etmenin, anlamanın hiçbir yolu yok mu?

Var aslında. Örneğin görece akla yatkın bir analiz yapmak için belirli bir durum karşısında kendini tekrar eden konular üzerinden, olan biteni bir elekten geçirmek gibi zorunlu bir dedektiflik işine girişebiliriz hepimiz.

Şöyle bir baktığımızda dünyanın her yerinde insanlar sürekli bir biçimde yolsuzluk hakkında ve ulusal güvenlik hakkında isteklerde veya şikâyetlerde bulunuyorlar. Bunun olmadığı hiçbir ülke yok, değil mi? Eğer bir ülke içinde hiç kimse kamusal olarak bu türden şeyleri dillendirmiyorsa, bunun tek nedeni iktidarda olanların buna son derece acımasız baskıyla yanıt vermesidir.

Gelgelelim bu sorunlar dünya üzerindeki bütün ülkelerin siyaseti ve jeopolitiği açısından merkezi meselelerdir. Belirli bir ülkenin durumu, aynı zamanda, onun sınırları dışındaki kişilerin onun hakkındaki tartışmalarına da maruz kalır. Ülkenin sürgündeki yurttaşları bunun üzerine konuşur. Diğer ülkelerdeki toplumsal hareketler bunun üzerine konuşur. Diğer hükümetler bunun üzerine konuşur...

Ancak bu sorunları kamusal olarak tartışan kişilerin bu uzun listesi, tek tek ülkeler söz konusu olduğunda bu sorunlara dair oldukça farklı şeyler anlatırlar. Bu durum, bizim, insanların neler olup bittiğini ve talepleri ve şikâyetleri nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anlamak adına kullandıkları dile ve yaptıkları gerçeklik tariflerine daha yakından bakmamızı gerektirir.

Yolsuzluk adeta kaçınılmazdır. Bir genel kural olarak, ülke ne kadar büyükse yolsuzluk yoluyla biriktirilebilecek miktarlar da o kadar fazladır. Basındaki başlıklardan hemen her zaman yolsuzlukla suçlanan ve yargılanan, hatta hapse atılan oldukça üst düzey siyasi kişiliklere ya da oldukça üst düzey şirket yöneticilerine dair haberler alıyoruz. Aynı şeyleri daha alt düzey kişiler hakkında da duyuyoruz. Fakat basın bu alt düzey kişilerle ilgili daha az söz söyler. Hatta hiç bahsetmez.

Yolsuzluk nasıl gerçekleştirilir? Bunun yanıtı oldukça basittir. Kişinin paranın zincirdeki bir kişiden diğerine aktığı bir konumda yerleşik olması gerekir. Kuşkusuz kendilerini bu oyunu oynamaktan alıkoyan içselleştirilmiş değerlere sahip kişiler de vardır. Fakat bu kişilerin sayısı açıkça kabul edeceğimiz üzere çok daha azdır.

Yolsuzluğa yönelik olarak bazı kötü insanları kınamanın amacı nedir? Bir hükümet değişimi arzusu olabilir. Kamusal eleştiri sokak gösterilerine ya da hükümet karşıtı çabaların diğer örgütlü biçimlerine yol açabilir. Bu türden çabalar başarılı ya da başarısız olabilir fakat hedefleri bellidir.

Yine hükümet ya da hâkim konumlarda bulunan diğer kişiler de hükümet karşıtı göstericileri yolsuz olmakla ve bu anlamda bu konuda hükümettekileri kınayacak konumda olmamakla suçlayabilir.

Hükümetlerin kendi dışındaki diğer hükümetler hakkında söylediklerine baktığımızda, yolsuzluk suçlaması öncelikle jeopolitik çıkarları yansıtır. Yine genel bir kural olarak, bir hükümet, eğer bir müttefik ise ya da iktidarda kalmasını tercih ettiği bir hükümet ise, bir başka hükümeti yolsuzlukla suçlamaz. Gelgelelim, bir hükümet, diğer bir hükümeti bir düşman ya da en azından iktidardan gitmesini tercih ettiği bir hükümet olarak gördüğünde, bir başka hükümeti yolsuzlukla suçlayabilecektir. Bir diğer olasılık olarak, bir hükümet, bir yandan bir başka hükümeti açıkça yolsuzlukla suçlamaktan sakınırken, diğer yandan bu türden bir kendini dizginlemenin geçici olduğunu ve buna devam etmesinin diğer hükümetin konumunda bazı değişiklikler yapmasına bağlı olduğunu gizlice fısıldayabilir.

Ulusal güvenlik meselesi ise benzer birçok anlamlılık taşır. Hükümetler yolsuzluğa ilişkin ya da jeopolitik ittifaklara ilişkin kamusal tartışmayı, ulusal güvenlik temasına başvurarak dizginlemeyi, hatta ortadan kaldırmayı umarlar. Bu başvuru, çeşitli sonuçlara ulaşmanın görece etkili bir yöntemidir. Hükümetler bu ulusal güvenlik iddiasını onun geçerliliğine dair herhangi bir kanıt sunmaksızın öne sürebilirler. Buna dair kanıt sunmanın da ulusal güvenliği ihlal ettiğini ileri sürebilirler.

İnsanların kamusal tartışmaya yönelik bu türden engellemelere karşı koyabileceği yol, basının ulusal güvenlik hakkındaki iddianın amacı muhalefeti susturmak olan bir müdahale olduğu ifadesini yaygınlaştıracağı beklentisinde olan içeriden kişilerin yaptığı haber uçurmalardır. Bu türden bir bilgi uçurma hükümet tarafından ulusal güvenliği tehlikeye düşürme iddiası üzerinden soruşturmalar ile karşılaşır.

Ulusal güvenliğe eşlik eden dil yazık ki ispiyonlama dilidir. İspiyonlama da evrenseldir. Fakat pahalı ve zordur. Bu anlamda, daha yaygın ve muhtemelen başarılı uygulamaları da daha zengin hükümetler tarafından yapılır. Ve casuslar daha şiddetli biçimde cezalandırılabilir.

Herhangi bir ülke ismini söylemeye gerek yoktur. Çünkü burada işaret edilen asıl nokta, bugün sıkça ifade edildiği üzere ortada “yalan haber” den başka bir şeyin kalmadığıdır. Fakat unutmamamız gerekir ki suçlamalara karşı yalan haber iddiasına başvurmak da kamusal tartışmayı bastırmayı denemenin yollarından biridir.

O halde, gerçekten olan biteni görmek konusunda çaresiz miyiz? Gerçekliği fark etmenin hiçbir yolu yok mu? Tabii ki var. Her birimiz, görece akla yatkın bir analiz yapmak için belirli bir durum karşısında kendini tekrar eden konular üzerinden, olan biteni bir elekten geçirmek gibi zorunlu bir dedektiflik işine girişebiliriz.

Asıl sorun dedektif olmanın çalışmayı, çok çalışmayı gerektirmesidir. Oysa çoğumuz bu işi yapacak ne tecrübeye, ne paraya ne de zamanımız var. Bu nedenle yazık ki bu işi de taşerona veririz: bir ya da daha fazla toplumsal harekete, bir ya da daha fazla gazeteye, bir ya da daha fazla bireye, vb... Bunu yapmak için de taşeron(lar) ile güven ilişkisine sahip olmak ve bu güveni sürekli tazelemek durumundayız. Büyük iş…

Ancak unutulmamalıdır ki o dedektif ne kadar iyi çalışırsa çalışsın. Hiçbir iş kendi yaptığımız iş kadar verimli olmaz. Aksi durumda ise bahsettiğimiz o kendini tekrar edip duran konulara gömülmeye mahkûm kalacağımız kaçınılmaz bir gerçektir.

Arzu KÖK

12 Eylül 2020 Cumartesi

Alkış!... - Arzu KÖK


Alkış!...

Titanik filmini izlemeyen yoktur sanıyorum. Asla batmaz denilen bir geminin buzdağına çarpmasının ardından iki saat içinde batışı anlatılıyordu orada. White Star Line şirketinin sahibi olduğu Titanik gemisi, 15 Nisan 1912 gecesi Kuzey Atlantik’te ortadan ikiye ayrılarak sulara gömülmüştü. Titanik faciası dünya savaşları dışında en büyük deniz faciası olarak tarihe geçmişti. Özellikle son sahneler çok enteresandı:

“Gemi buzdağına çarpmış, su almaya başlamış ama orkestra çalmaya devam ediyor. Çatırtılar ve gürültüler geliyor, bir parçalanışın uğultusu dalga dalga dağılıyor… Zenginler; kazanma hırsı ile rulet masalarının savrulmasına aldırmadan oyunlarına devam ediyor… Bu arada filikalara binip kaçmaya çalışanlar… Can simitlerine güvenip güvertede fingirdeşenler… Henüz ayılamamış sarhoşlar… uyuyan çoğunluk farkında değil olan bitenin… Sadece farkında olanların çığlığı yayılıyor… Ama orkestra öyle güçlü çalmaktadır ki bastırıyor sesleri… “

Nasıl bu sahne bir şeyler çağrıştırıyor mu sizlere?

Neyse unutalım Titanik gemisini de başka bir olayı anımsayalım: “Tiyatronun kulisinde bir gün bir yangın çıkar.. Palyaço haber vermek için sahneye gelir. Herkes bunun şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlar. Palyaço uyarmaya devam ettikçe alkışlar daha da hızlanır. Pek çok kişi yanarak can verir…”

Bir başka olay: Fransız tiyatro yazarı ve oyuncusu Moliere son yazdığı “Hastalık Hastası” oyununu oynarken sahnede kan kusmaya başlar, yere yığılır. Herkes bunu oyunun bir parçası zannederek ayakta alkışlamaya başlar. Moliere ölüme alkışlar içinde gider. Aynı gece saat 10 sularında veremden ölür…”

Bu üç öyküyü size anlatmamın aslında bir amacı var ki zaten eminim hepiniz bunun nedenini çok iyi anladınız. Kiergaard ‘Meseller’ isimli kitabında şöyle diyordu; “Sanırım dünyanın sonu, her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.” Nasıl yukarıdaki öykülerden sonra düşündürdü mü sizleri de bu söz?

Savaşlar, açlıklar, salgınlar, ölümler, katledilen hayvanlar, doğa… Yanan, kan kusan bir dünya… Ve Kiergaard’ın dediği gibi bir tiyatro oyununu seyreder gibi olan bitenleri görmeyen, uyuyan milyonlar…

Dünya böyle de ülkemizde durum çok mu farklı? Göz göre göre gelmekte olan felaketler var, Titanik gibi buzdağına çarpmış durumdayız. Korona, ekonomik kriz ve diğer yanda tırmandırılan Kıbrıs meselesi, adalar sorunu, komşularla ilişkilerin bozulması…

Unutulmasın ki buzdağıyla çarpışmalarından sonra Titanik’ten, birinci sınıf yolcularının % 60’ı, ikinci sınıf yolcularının %45’i ve üçüncü sınıf yolcularının ise yalnızca % 25 i kurtulabildi. Görüldüğü üzere yolcular sahip oldukları paralarına göre hayatta kalabilmişlerdi. Bugün de durum çok farklı olmayacak gibi. Ne dersiniz?

Her ne kadar Atatürk “ Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyet’i ilelebet payidar kalacaktır.” demiş olsa bile manzarayı ve uyuyan milyonları gördükçe umarım buzdağına çarpmış olmamız batışa neden olmaz. Zira aksi durumda bizim geminin batacağı sular çok daha derin olabilir!...

Tüm olanları bir tiyatro oyunu sanarak izleyenlerin alışları eşliğinde hem de…

Arzu KÖK

2 Eylül 2020 Çarşamba

Öğretmen Yük mü? - Arzu KÖK


Öğretmen Yük mü?

2. Abdülhamid dönemi döneminin maarif nazırlarından Emrullah Efendi’ye mal edilen bir deyiş vardır, ‘’Şu mektepler olmasaydı, ben bu maarifi ne güzel idare ederdim’’ diye. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, “Eğitimde asıl yük öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre; personel maaşına göre… Bu tüm okullar için böyledir. Yani asıl yük kira varsa kirada ve öğretmen maaşındadır. Geri kalan yük, vergi yüküdür ve elektrik su parasıdır. Eğer vergi yükü devam ederse, eğer maaş devam ederse, büyük ihtimal bizim masraflarımız da büyük bir azalma olmaz” dedi geçen gün. Bu sözü duyunca ister istemez aklıma Emrullah Efendi geldi.

Öğrencisini oyuna katabilmek adına sırtına alan öğretmen 
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) verilerine göre, Türkiye öğretmen maaşları açısından 33 ülke arasında 27. sırada yer alıyor. Hesaplamalara göre, Türkiye’de en üst düzeyde görev yapan bir öğretmen halen net 5 bin 634 lira maaş alıyor. Yoksulluk sınırı dayanmış 7 bin liraya. Gel de geçin bakalım bu parayla, tüm ihtiyaçlarını karşıla.  Temel tüketim maddelerinin dışında kültürel etkinliğe katılarak kendisini sürekli yenilemeye parası yetmiyor eğitim emekçilerinin. 

Bir de şöyle bir durum var ki 2002'de MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay %17,18 idi. Bu oran 2019'da %4,88’e, 2020'de ise yüzde %4,65'e düşmüş durumda. Bu bütçeleri sizler hazırladığınıza göre bir sorun varsa da bu sorunun temeli kim?

Toplumda ne zaman öğretmenden söz açılsa, hep “günah keçisi” olarak görülürler yazık ki. “Yatarak çok maaş alıyorlar, tatilleri uzun “gibi inandırıcı olmayan gerekçelerle öğretmene, olumsuz bakanların sayısı az değildir. Oysa, bilmezler ki, çocuklarını sıfırdan alıp, üniversite eğitimine dek hazırlayanın, koşuşturanın, gecesini gündüzüne katanın yüksek maaş almakla suçladıkları öğretmen olduğunu. Aslında bilirler de yine de gerçek olmayan söylemlerde bulunurlar. Bu tartışma hep sürer.

Ders verdiği sınıfı boyayan öğretmen
O öğretmenler ki, ıssız dağ başlarında, köylerde, ulaşımı zor olan yerlerde kendisi gibi yarının yöneticisi olacak halk çocuklarını Atatürk ilkeleri doğrultusunda yetiştirmek için çaba harcayan emekçilerdir. Aklıma geldi: TBMM kurulduğu dönemde Atatürk’e sorarlar “Paşam, milletvekilleri maaşları ne kadar olsun?” Atatürk cevap verir “Öğretmen maaşını geçmesin.” Atatürk’ün öğretmene verdiği değerin bir ölçüsüdür bu konuşma. Çünkü eğitimin temel taşı olan öğretmenin ülke kalkınmasındaki önemini çok iyi biliyordu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.

Öğretmensiz eğitim olamayacağına göre Sayın Bakanın böyle bir beyanatı hoş olmamış gibi. Nüfus arttıkça okula ve öğretmene ihtiyaç artmaktadır. Şunu iyi bilelim ki bir cami imamının maaşı, bir öğretmenin maaşından daha fazladır. İşe yeni başlayan bekçinin maaşı öğretmen maaşından fazladır. Diğer taraftan Millî Eğitim Bakanlığı, kadrolu öğretmen atama yerine ücretli öğretmene yer vermektedir. Ülkeler arasındaki sıralamada eğitim bakımından sonlarda oluşumuzun sebepleri arasında bunlarda olsa gerek.

Öğretmenin önemi bilinmelidir!

Tarih boyunca ülkelerin eğitime ve öğretmene verdiği önem apaçık görülmektedir. Ekonomisi bizim ekonomimizden çok daha kötü olan Gürcistan da bile en yüksek aylığı alan öğretmenlerdir. Bizleri yönetenler gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerdeki öğretmenlerin özlük haklarını inceleseler, bizdeki bozuk düzeni göreceklerdir.

Öğrencileri üşümesin diye odun kesen öğretmen
Diğer taraftan eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi yanlış olmuştur. Çünkü ne öğrenci ne de hasta müşteri değildir. Öğrencilerin ve hastaların bu konuda ödemek zorunda oldukları meblağların ne kadar yüksek olduğu ortadadır.

Gazeteci, Finlandiya Milli Eğitim Bakanına sorar “Neden ülkemizde özel okul yok?” Bakan cevap verir “Eğitim ticaret değildir.”

Atatürk’ün öğretmene verdiği değer anlaşılmalı ve aynı şekilde değer verilmelidir. Ancak bu şekilde eğitimimiz ve ekonomi kalkınır…

Hani biz bize bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurduk?

Hani öğretmen bize hem ana hem babaydı?

Arzu KÖK


9 Ağustos 2020 Pazar

Çocuktan Gelin Olmaz! - Arzu KÖK


Çocuktan Gelin Olmaz!

-    -  Urfa'da 14 yaşında çocuk doğuran kıza babası, "Kimden hamile kaldın?" diye sorduğunda, "Bilmiyorum ya abim ya da dayımdan... İkisi de tecavüz etti" diye cevap verdi.

-   -   Bolu'da imam nikahıyla evlendirilen 11 yaşındaki kız çocuğunun sekiz aylık hamile olduğu ortaya çıktı.

    -  Samsun'da otomobil çarptı diye koma halinde hastaneye getirilen 14 yaşındaki kız çocuğunun, imam nikahlı eşi tarafından odunla dövüldüğü, sonra da kaza süsü verildiği anlaşıldı.
-     
-    -     Ordu'da 13 yaşındayken para karşılığında evlendirilen kız çocuğu, sürekli dayak yediği 40 yaşındaki adamın evi terk etmesi üzerine, kendi ailesi tarafından kabul edilmedi, henüz 17 yaşındayken üç çocuğuyla ortada kaldı.

-  -    Gaziantep'te özel hastanede 18 yaşında birinin kimliğiyle doğum yaptırılan kız çocuğunun, aslında 12 yaşında olduğu tespit edildi.

-   -   Adana'da 13 yaşındaki kız çocuğuna düğün yapıldı.

-  -    Sakarya'da kuzeniyle evlendirilen 15 yaşındaki kız çocuğu, evden kaçıp polise sığındı.

-  -    Tekirdağ'da bir noterin, 14 yaşındaki kızlarını evlendirmek isteyen ana-babaya muvafakatname verdiği belirlendi.

- -     Tokat'ta evlendirilen 12 yaşındaki kız çocuğunun dört aylık hamile olduğu anlaşıldı.

- -     Ağrı'da 16 yaşında evlendirilen kız çocuğu, işkence yapılmış, tuvalette eli kolu bağlanmış halde bulundu.

- -     İzmir'de 12 yaşında evlendirilen kız çocuğu, sezaryenle doğum yaptı.

- -     Adana'da imam nikahıyla evlendirilen 16 yaşındaki kız çocuğu, trenin önüne atladı.

   -    Kayseri'de para karşılığında evlendirildiği adam tarafından sokağa atılan, kamyonet kasasında yaşayan 15 yaşındaki kız çocuğu, av tüfeğiyle canına kıydı.

- -     Konya'da 16 yaşındayken evlendirilen kız çocuğu, inşaatın yedinci katından atladı.

-  -    Siirt'te dünyaya geldi, ismi Kader'di, 12 yaşında evlendirildi, 13 yaşında anne oldu, 14 yaşında canına kıydı, adı üstünde kaderi böyleymiş denildi, geçildi.

-  -    12 yaşındayken iki bilezik karşılığında 40 yaşındaki evli herife kuma verildiği ortaya çıkan kız çocuğu “Yanına yatmaya korkardım, bana oyuncak almayınca ağlardım” dedi.

- -     11 yaşındayken 40 yaşındaki herifle evlendirilen kız çocuğu “Çocuk doğuramıyor diye dövüldüğünü, üç dört sene kaynanasının koynunda yattığını” söyledi.

- -     30 yaşında biriyle evlendirilen 13 yaşındaki kız çocuğu, seneler sonra gazete röportajında anlattı: “İlk gece beni tek başıma odaya soktular, korkudan bayıldım, kolonya verdiler, evlendirildiğim kişi odaya geldi, ‘hadi gel seninle evcilik oyunu oynayalım' dedi, bu cümleyi hayatım boyunca unutmayacağım…” dedi.

- -     12 yaşındayken okulundan alınıp, başlık parası karşılığında 50 yaşındaki herifin koynuna sokulduğu anlaşılan kız çocuğu “Derslerim çok iyiydi, rüyamda sürekli mezun olduğumu, diploma aldığımı görüyorum.” dedi.

-   -   Henüz 14 yaşındayken 10 bin lira karşılığında, beş çocuk, dokuz torun sahibi 70 yaşındaki herife verilen kız çocuğu, seneler sonra bu konuda araştırma yapan üniversite ekibine anlattı “Annemi asla affetmeyeceğim, hayatımı değiştirme imkânım olsaydı en önce babamı değiştiririm.” dedi.

Yukarıdakileri okuyunca sizin de yüreğiniz kaldırmadı değil mi? Siz de kendi kızlarınızı düşündünüz mü? Bu ülkede reşit olmadığı gerekçesiyle sigara ya da alkol verilmeyen(ki verilmemeli) bir kız çocuğu yazıktır ki bunları satanlara verilebiliniyor.  Bunlar sadece yaşanmış olaylardan birkaç tanesi. Daha binlercesi var ne yazık ki.


Bu ülkenin kurucusu Atatürk 1930’lu yıllarda Türk kadınına dünyadaki birçok çağdaş ülkeden önceden hak ettiği hakları verdiğinde umutlanmıştık. Çünkü o Atatürk’tü ve Kurtuluş Savaşında bebeğinin kundağında mermi taşıyan anayı ya da cephede erkeği ile göğüs göğüse savaşan bacısını unutmamıştı. İhanet edemezdi ve etmemişti de. Ama biz ihanet ettik! “Türkiye nereye gidiyor?” diye soruyor herkes birbirine.

Oysa cevap ne kadar da açık değil mi? Türkiye hızla ve şevkle karanlığa gidiyor. Hatta koşuyor…

Çünkü kadın yok oluyor, yok ediliyor…
Benim annem, kız kardeşim, sevgili kızım yok oluyor…

Çocuk tecavüzlerinde dünya birincisiyiz...!
Kadınlara dokunmada dünya sıralamasında üst seviyelere geldik…
% 40 ını sürekli dövdük.
%45 ine duygusal şiddet uyguladık. (küfür, hakaret, küçük düşürme)
%16 sına zorla sahip olduk. (ve olmaya devam ediyoruz)
% 9 una daha masum birer çocukken bile dokunduk.

Ama onlar hep sustular. Çünkü konuşsalar kimse inanmazdı. “Kim bilir neler yaptın ki sana tacizde ya da tecavüzde bulundu amcan ya da komşun” bu da sana ders olsun, türünden tepkiler görecekti.Yazık ki onlarla birlikte bunlara şahit olanlar da herkes de sustu. Sonuç ortada...

Yalnız kimse unutmasın ki kadını yok olan ülkenin gideceği yol bellidir.

Karanlık ve onursuz bir gelecek…

Arzu KÖK