30 Ocak 2018 Salı

Ölüyoruz!… - Arzu KÖK

Ölüyoruz!…

'Halk' dediğin nedir ki zaten? Tamamen soyut bir kavram. Halk, marangozdur, terzidir, tezgâhtardır, doktordur, öğretmendir... Halk somut ve farklı bireylerden oluşuyor. Onları ortak tutan şeyin, 'kibire karşı öfke, açlığa karşı isyan' olmasını hayal ederim. Halk, 'güllabici odunlarla dövülendir...' Hepsinin nüfus sayımlarında kağıtlara geçirilmeyen özellikleri vardır: Halk, benim mesela; kapı komşularım, sıfır muhteris ama işini yaz kış yapan, kışın şehirde kalan, hemşerilerini de kollayan bakkalımız, sanki bir çile odasında, yalnız kalması gerekirken, kalabalıklarla uğraşıp geceleri ağlayan kadınlarımız; güzel şarkılarla hastalarını avutup, yalnız yaşarken yüzü süzülen hemşirelerimiz, ölümü bile göze alıp 'ölümsüz' kalmayı becerenler… Sonra benim bir kayıp cennet olarak gördüğüm çocukluğum ve onun insanları...
Şimdi ise o halk bir anlamda ikiye bölünmüş… Bir yarısı diğer yarısına terörist demekte ve linç için adeta fırsat kollamakta… Barış demek ise büyük bir suç olmuş… 



“Ecel geldi, öldü” diyorlar. “Ölüm insanlar için” diyorlar. "Fıtratında var" diyorlar. Ama bizdeki ölümler…

Soma’da madende ölmüştük ama suçluyu işçilerin arasında aramıştık. 
Ankara’da ölmüştük, suçlu “mutlaka mitinge katılanlardır” denilmişti.
İŞİD tarafından yakıldık, görmezden gelindik. 
Her geçen gün kefenler biçiliyordu her birimize.

Ekonomik büyümenin büyük ülküsü için iş cinayetlerinde ölüyorduk. 
Cihat yolunda ölüyorduk. 
Devlet düşmanlarına karşı büyük bir seferdeydik. Ölüyorduk. 
Dört bir yanımız düşmanla çevriliydi. 
Yanı başımızda düşmanlar vardı.
Cephelerde savaşırken ölüyorduk.

Kentler yıkılıyordu. 
Ormanlar yok ediliyordu. 
Derelere set çekiliyordu. 
Her şey daha fazla büyümek içindi. 
İş makineleri tanklara, askerler, işçilere karışıyordu. 
Mezarlar birbiri ile yarışıyordu.

3. Köprü, 
3.Havalimanı, 
Suriye’de yıkılan kentler, 
Doğu’da teröristleri saklıyor diye yıkılan kentler.
Kanal İstanbul Projesi,

Hepsi büyük bir projenin parçası görünümündeydi…

Biz iş cinayetlerinde, sokak ortalarında patlayan bombalarla, tecavüz sonrası ölümlerle, kadın cinayetleriyle, araba kazalarıyla…vb.  ölmeye devam ediyorduk. 

Giderek sıradanlaşıyor yaşam. Birileri bizlere at gözlüğü takmaya çalışıyor. Okumak fikri tarih olmuş. Kölelik hiç ölmedi ama insanlık ölmüş çoktan. Verim hesabı yapıyor herkes. Oysa vereceklerimiz çoktan alınmış elimizden. Ölüyoruz gün be gün.

Eğer medeniyet dedikleri, demokrasi dedikleri buysa istemiyoruz.

Şu an şairini anımsayamadım, affetsin beni ama okuduğum bir şiirde: "O arenadaki gladyatör, seni öldüremediği için öldü." deniliyordu.

Birileri ölmesin diye mi ölüyorduk yoksa?...

Arzu KÖK

21 Ocak 2018 Pazar

Çocuklar Size Ne Yaptı? - Arzu KÖK

Çocuklar Size Ne Yaptı?

Bir hastanede beş aylık bir süreçte 115 çocuğun hamile olduğu tespit ediliyor. 

- Hastane durumu gizliyor
- Emniyete bildirilmiyor
- Valilik soruşturma izni vermiyor
- Olayı ortaya çıkaran görevlinin yeri iki defa değiştiriliyor, yetmiyor soruşturma açılıyor haklarında

 Devletin çocuklara, özellikle de kız çocuklarına ne kastı var diye düşünmeden edemiyor insan.

Aile Bakanı “çocuk istismarına 0 tolerans” diyor. Ancak çocuklara yönelik cinsel istismara ilişkin yapılan araştırma sonuçları mızrağın çuvala sığmayacak boyutta olduğunu gözler önüne seriyor.  Son 3 yılda 500 bin çocuk hakkında adli işlem yapılmış. Son 3 yılda taciz ve tecavüze uğrayan, adli mercilere yansıyan çocuk sayısı 70 bin. Tabii bunlar bilinenler, peki ya bilinmeyenler? Türkiye çocuk pornografisinin de en yaygın olduğu ülkelerden biri konumuna gelmiş. 

Selda Bağcan’ın seslendirdiği, Nazım Hikmet’in “Bulutlar Adam Öldürmesin” şiirinden bestelenen, acı nağmelerle örülü “Çocuklara kıymayın efendiler”  şarkısı geliyor usuma.

Çocuklara kıymayın efendiler.
Analardır adam eden adamı.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler

Oldum olası çok duygulandırır bu şarkı beni. Hele de yıllar geçtikçe ve çocuklarımız yok yere heba edildikçe daha çok etkiliyor beni. 


Allah’ın kelamını öğrensinler diye fukara köylüler tarafından emanet edilen 45 erkek çocuğa tecavüz edilmişti de, kimsenin kılı kıpırdamamıştı. Yine aynı nedenle yurda verilen çocuklar cayır cayır yanmış onlarca çocuk can vermişti de hiçbir şey yapılmamıştır. Sadece suç mahalli ve sorumluları temize çıkarmaktan öte bir şey yapılmadı. Sonra ödül gibi, kayyumlar marifetiyle el konulan yurtlar, okullar o vakıflara, derneklere verildi.

Temelsiz ve delilsiz iddialarla annesinden babasından koparılan, hapislere atılıp sürgünlere gönderilen ebeveynlerin çocukları da kimsenin umurunda olmadı. Babalarını ziyarete giden beş çocuğun annelerinin hapishane önünde tutuklanması da kimsenin zerre kadar vicdanını sızlatmadı. Yürekli bir milletvekili sosyal medya hesabından paylaşmasa kimsenin haberinin olmayacağı sıradan olaylardandı ne de olsa. Hele ki ekmek almaya giderken vurulan çocuk hiç umurunda olmadı kimsenin. Eğitim sistemindeki değişiklikle cihada özendirilen çocuklar canlı birer bomba yolunda yetiştirilirken de kimsenin umurunda olmadı. Çocuk işçi sayısı gün geçtikçe artıyor ama yine umurunda değil kimsenin. Diyanet evlenme yaşını dokuz yaş olarak söylüyor, ses yok. Kaldı ki bu durumda yukarıda bahsi geçen hamile çocuklar için ses çıkmaz değil mi?

Başlarken devletin çocuklara ne kastı var diye sorarken işte tüm bunlardan bahsediyordum. Kimsenin kimseye kastının olmadığı günleri arzularken olanlar canımızı çok yakıyor. Herkes bu kıyamda sadece bir adım atmaya çalışıyor. Ama her adım acı veriyor.

Gerçekten ne düşünüyorlar merak ediyorum: Onların kendilerini iyi hissedeceği, hayallerindeki Asım’ın nesli yetişiyor mu?  Minik ellerine verilen yağlı urganları iyi sallayabiliyorlar mı bari?  Mikrofon uzattıklarında, ‘Büyüyünce Cumhurbaşkanı olacağım, idamı getireceğim’ diyen kız çocuğunun sözleri yeterli geliyor mu onlara? Anaokullarında ‘Arı vız vız vız’ şarkıların yerini, ‘Ölmeye, ölmeye geldik’ marşları almışken mutlu oluyorlar mı?

Türkiye çok sıkıntılı dönemlerden geçti. Çok badireler atlattı. Ama ne kardeşin kardeşi vurduğu terör dönemlerinde, ne darbe günlerinde bu denli çocuklar üzerinden hesaplaşılan bir zamanı yaşamadı. Ne güç mücadelesi, ne savaş hukuku çocuklara ilişmeyi meşrulaştırmaz. Çocuklara dokunmayın. Çocukların gözlerindedir melekler…

“Çocuklara kıymayın!...”

Arzu KÖK


15 Ocak 2018 Pazartesi

Ötekileştirmek!... - Arzu KÖK

Ötekileştirmek!...

Dünya tarihi, egemenlerin hayal kurması ve diğerlerinin bu hayaller uğruna ölmesinden başka bir şey değildir aslında. Ve bizler birilerinin hayallerindeki hazır-nesne ölüleriz. Ve işin tuhafı, egemenlerin düşlerini düşlüyor ve kendi ölümümüzü arzuluyoruz. Bize biçilen ölme ve öldürme rollerini çeşitlendiriyoruz sadece. Hayal kurduğumuzda egemenlerin hayallerini çoğaltıyoruz. Tahakküm ilişkilerinden canı yananlar ise iktidarın hayallerini kendi hayalleri sanıyor. Düşlerimiz yok, düşlerimiz kurumuş. Sürekli ayrıştırılıyoruz, ötekileştiriliyoruz. Aramızda büyük farklar varmış gibi dayatılıyor bazı veriler bizlere.

60’lı yılların başında, Dr. Kinsey ilk doktora tezini Kuzey Amerika’ya özgü bir yaban arısı türünün üreme sistemi üzerine yapmış. Bu amaçla da, tamı tamına 5,5 milyon arı toplamış. Mikroskop altında en ince ayrıntılarına dek incelenen bu 5,5 milyon arı içinde birbirinin tıpatıp aynısı olan iki taneye bile rastlayamamış. Doğa işte bunca zengin ve çeşitli. Birbirinin benzeri olmaktan öte, aynı gibi görünen her varlığın kendine özgü bir yanı, onu diğerlerinden ayıran bir tarafı var. İnsan denilen yaratık da evrendeki tüm varlıklardan biri olduğuna göre… O da, gezegenimizdeki doğa örtüsü, bitkiler ve böcekler dahil olmak üzere tüm canlı ve cansızlar aleminde olduğu gibi, ayırt edilmez biçimde birbirinin aynısı değil, olamaz da. Her insan, fiziksel yapısının da ötesinde, zihinsel ve duygusal yapısıyla da farklılıklar gösterir. Her olay karşısında başka duygu ve düşünceler geliştirir, farklı tepkiler verir. Doğadan gelen bu farklılık için insanları yargılamak, ötekileştirmek ne kadar doğru peki?

Yukarıda da belirttiğim gibi gerçek; gün gibi ortadayken tarih boyunca bir takım popülist politikacıların sıklıkla basvurduğu yöntemler: 

- Birilerini, farklılığına vurgu yaparak ötekileştirmek ve böylece dışlamak… 
- Toplum içinde ötekileştirilmiş ve dışlanmış olanı düşman ilan etmek… 
- Bu ötekileştirme, dışlama ve düşmanlaştırma sürecinde, başka birilerini de çevresine toplayarak aynılaştırmak… 
- Uygun buldukları yer ve zamanda aynılaşanları ötekileştirilenlerin üstüne saldırtmak. Ve böylece güç kazanmak, iktidar sahibi olmak…

Bunun için bahane bulmak da hiç zor değildir onlar için. Ten rengi de olabilir bu, göz biçimi de; ulusal-etnik köken de olabilir, dinsel inanç da. Belli bir coğrafi bölgeye ait olmaktan tutun da, insanların cinsel eğilimleri, hatta ve hatta boy ölçüsü, vücut ağırlıkları bile ötekileştirme nedeni sayılabilir.  Bu yöntem, tarih boyunca defalarca denenmiş ve her seferinde hezimetle sonlanmıştır. Çünkü sinsi planların taşeronluğunu yaparken ya da salt kendi maddesel ve tinsel çıkarlarının peşinde koşarken bu yola başvuran siyasiler, her seferinde düştükleri körlük içinde bu sürecin diyalektik sonuçlarını görmekten aciz kaldılar. Ötekileştiren, dışlayan ve ötekileştirip, dışladıklarını düşman ilan edenlerin kaçınılmaz sonu, kendilerinin de ötekileşmesi, dışlanması ve düşman ilan ettiklerinin düşmanı haline gelmesidir! Ötekileştirenlerin bilgisine…


Yazık ki ülkemizde de bu ötekileştirme özellikle son zamanlarda büyük bir ivme kazandı. Bir zamanlar, birilerini “öteki” ilan ederek ve “Beğenmeyen bu ülkeyi terk etsin!” diyerek, bazı yurttaşları babasının çiftliğinden kovar gibi kendi ülkelerinden kovmaya kalkışan devlet erki ve çevresinin ellerindeki kantarın topu kaçmış durumda yazık ki. Kısacası AKP’li olmayan, başkanı övmeyen herkes ötekileştirilmeye ve düşman ilan edilmeye başlandı bile. İster ülke nüfusunun çoğunluğunun yumuşak karnı olduğunu saptadıkları ve kendilerine göre tasarladıkları İslam dinini pazarlasınlar, ister vurgun ve yağmayı kalkınma projeleri diye yutturmaya kalksınlar, bunca insanı ötekileştirirken kendilerinin de ülke içinde ötekileşerek yabancılaştıklarının farkında değiller.

İşsizliğin, geçim sıkıntısının, gelecek korkusunun gittikçe daha da hızlanarak yaygınlaştığı ülkemizde, işçilere ve emekçilere göre ötekileşmiş ve yabancılaşmıştır!...

Bilim yuvalarını medreseleştirmek, bilim insanlarını etkisizleştirerek onların yerine imamları, ne olduğu belirsiz bir üniformaya bürünen intihalcileri getirenler, ülkemin aydınlığına karşı ötekileşmiş, içinde yaşadığımız çağa ve bilime yabancılaşmıştır!...

Hem ülke içinde, hem de sınır boylarında komşu ülkelerle çatışma ve savaş kışkırtıcılığı yapanlar, huzur ve barışa susamış milyonlarca yurttaş karşısında ötekileşmiş ve yabancılaşmıştır!...

Kendisine biat etmeyen herkesi azarla, tehditle, yasal oyunlarla susturmaya yeltenenler, satın alınmış medya dışında kalan az sayıdaki gazeteciyi de tehditle, kovuşturma ve tutuklamalarla susturmaya çabalayanlar, demokrasi kavramının içerdiği tüm detaylardan uzaklaşarak ötekileşmiş ve yabancılaşmıştır!...

Başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin planlarının baş uygulayıcısı olmak için canını dişine takanlar, Türkiye’yi Suudi Arabistan’a benzetmeye çalışanlar, bir zamanlar nice kan dökülerek emperyalistlerin elinden kurtarılmış olan ülkemizi yeni baştan emperyalizme pazarlayarak kendilerini ötekileştirmiş ve ülkenin bağımsızlığına yabancılaşmıştır!...

Toplum olarak düşünmeye, sorgulamaya, neden sorusunu sormaya çok ihtiyacımız olduğu bir dönem içindeyiz. İktidarın gücünün, performansının damarlarımıza kadar işlemesine izin vermezsek çağımızın hastalığından, yarattığımız bu canavardan sıyrılabiliriz. Beyaz siyahtan, patron işçiden, batılı doğuludan, erkek de kadından farklıyken azınlık kalan, susması istenen, kontrol edilen daima ikinci sayılanlar,  aslında gerçek anlamda fark yaratacağı bilinenlerden başkası değildir.

Hem ne demişti ulu önder Atatürk: “Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez." Birlik ve beraberliğimizi sağlamak adına da mücadele edin. Öncelikle olmadık şeyleri düşleyin ve sorgulamaya başlayın her şeyi. Ve hepimiz birbirimizi farklılıklarımızla sevmeyi öğrenene kadar da dışlandığımız için ahlanmak yerine aksine gurur duyalım ve bırakmayalım mücadeleyi…

Arzu KÖK

7 Ocak 2018 Pazar

9 Yaşında!... - Arzu KÖK

9 Yaşında!...

9 yaşında bir kız çocuğu ehliyet alabilir mi? HAYIR…
9 yaşında bir kız çocuğu sigara veya alkol alabilir mi? HAYIR…
9 yaşında bir kız çocuğu bir bankadan hesap açtırabilir mi? HAYIR…
9 yaşında bir kız çocuğu oy kullanabilir mi? HAYIR…

Ama diyorlar ki “9 yaşında bir kız çocuğu evlenebilir, hatta çocuk bile yapabilir” Bunu söyleyenler… 

 Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesine göre  ve Türk Ceza Kanunun 6. Maddesi uyarınca “18 yaşını doldurmamış her kişi çocuktur.” Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve TCK Çocuk Koruma Kanunu (2005) da, 18 yaş altıdaki bireyi korunması gereken çocuk olarak kabul etmektedir.

Bazılarına göre dışarıdan fark edilebilmeleri ve ölçülebilir nitelikte olmaları; yaş, kilo ve boyu; büyümenin ve gelişimin öncü göstergeleri yetiyor büyüdüklerini anlamak için. Hele ki ergenliğe girmiş ise tamamdır deniliyor. Oysa bir bireyin soyut düşünceyi de kapsayacak şekilde düşünebilmesi,  karar verebilmesi, verdiği kararların sorumluluğunu üstlenerek yaşayabilmesi için; bilişsel, sosyal, fiziksel ve ruhsal olarak belirli bir olgunluğa ulaşması gerekir. Bu da 18 yaşına kadar devam eden bir gelişimsel sürece karşılık gelmektedir. Çocukluğun ulusal ve uluslararası kabul gören tanımlamaları takvim yaşı temelinde oluşturulmuş gibi görünmektedir ama aslında 18 yaş, sosyal, bilişsel ve psikolojik gelişim için de eşik bir değerdir.

18 yaşının altında evlendirilen kız çocuklarına çocuk gelin, yapılan evliliğe çocuk evliliği denilmektedir. Daha tanımı yapmaya çalıştığınızda bile rahatsız oluyorsunuz Hele ki tanım detaylandırıldığında rahatsızlık hissiyatı daha derinden hissedilmeye başlıyor. Çünkü burada bahsedilen:

Bir çocuğu, cinsel obje olarak görebilen bir yetişkine teslim edilmesi...

Tanımadığı birisine…

Kendisinden yaşça büyük birisine…

Rızası alınmadan…

Din dayatmasıyla…

Anne baba zorlamasıyla…


Burada bahsettiğimiz şey:

Anne baba sevgisini hissetmesi gerekirken, 11'inde gelin edilen, 12'sinde anne olan, 14'ünde ölü bulunan Ayşelerin Fatmaların dramı… 

Öğretmen olmayı hayal ederken, bir adamın üçüncü eşi olan kızlarımızın hayal kırıklıkları…

Karanlıktan korkan, evde yalnız kaldığında kendini yatıştırmakta zorlanan, babası eve biraz geç kalsa telaşa kapılan bir çocuğun; öz anne babasının, kendisine kıymasın, hayatını çalması…

Bu suçtur.
İnsan hakları ihlalidir.
Çocuğun cinsel istismarıdır.

“Yaşama hakkı’’ tüm hakların en temel olanıdır insan için. “Geri alınamayan, telafisi olamayan” niteliktedir. Yaşam olmadığında, hayat son bulduğunda diğer haklardan bahsedilemez. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde de en çok altı çizilen, vurgulanan ve ilk kabul edilen haktır.

Bu anlamda ‘Çocuk’ ve ‘Evlilik’ kelimelerinin yan yana kullanılması bile korku vermektedir insan olan herkese. Zira bu: 

Çocukların hayatlarını tehdit ediyor…
Öğrenim hayatlarına koca bir balta vuruyor…
Kadına şiddetin önünü açıyor…

İşte tüm bu nedenlerden ötürü henüz ergenliğe bile girmemiş kız çocuklarının kendilerinden yaşça çok daha büyük erkeklerle zorla, iradeleri dışı evlendirilmelerini açıklayacak mantıklı bir gerekçe yoktur ve öne sürülemez. 

Toplumun sosyal yapısı, yoksulluk, düşük eğitim düzeyi, geleneksel uygulamalar, kalıplaşmış yargı ve dini inanışlar bile çocuk yaşta evlenmeleri normal gösterebilir mi? 

Sadece biyolojik bir takvim olan, bunun yanında bireysel farklılıklar da göstermekte olan ‘üreme yaşının başlangıcı’, evlilik için bir gerekçe olabilir mi? 

Bu fikri ortaya atanlara sormak lazım: Akıl-bilim-vicdan-çocuk hakları-çocuk ve insan sevgisi var mı sizlerde?

Dini baz alarak konuştuklarını söyleyenler peygamberin yaşadığı dönem ile bu dönemi nasıl bir görebiliyorlar? Hz. Muhammed’in Ayşe ile yaptığı evliliği örnek gösterip buna caiz diyenler, peygamberimizin ilk evliliğini kendisinden on beş yaş büyük bir bayanla yaptığını unutuyorlar. Neden acaba peygamberimizin bu ilk evliliğini örnek almıyorlar? Neden?

Kadınların nasıl doğuracağı, kaç çocuk yapacağı, nikahı-bekârlığı gibi konularda “rahim bekçiliği” yapan siyasilerin bir kısmı ise bu fikre çok sıcak bakmışa benziyorlar. Oysa devletin öncelikli görevi o ülkede yaşayan insanların mutluluğu değil midir? Ama maalesef ülkemizde vatandaşların hayatlarıyla satranç oynanıyor. 

Belki de en çok da çocuklarımız için, laikliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var. Kızlarımıza kıyılmasın…


Arzu KÖK


2 Ocak 2018 Salı

Tehlikeli Kitaplar!... - Arzu KÖK

Tehlikeli Kitaplar!...

Diyarbakır D Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde kalan bir tutukluya gönderilen, “Karanlık Çökerken Umutsuzluğa Karşı İyimserlik”, “İktidar Seçkinleri”, “Robinson Crosue”, “Küçük Prens”, “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Peter Pan”, “Tom Sawyer” ve “Kanatların Gölgesinde Şengal Dile Gelirse” adlı kitaplar, “kurumun güvenliğini tehlikeye düşürebileceği” gerekçesiyle tutukluya verilmemiş.

Kitapların verilmeme gerekçesi ise, Cezaevi Müdürlüğü tarafından şu sözlerle ifade edilmiş: “Ekli listede bulunan yayınların yapılan incelemeler sonucu ders kitabı olmadığı, şifreli ve kontrolsüz haberleşmeye yol açıp kurum güvenliğini tehlikeye düşürebileceği, ayrıca OHAL süresince terörle mücadele kapsamında kurumumuza gelen yazılarda belirtildiği üzere terör suçunda bulunan tutuklu ve hükümlülere dışarıdan gelen yayınlar aracılığıyla şifreli ve kontrolsüz haberleşme sağlayabileceği anlaşıldığından hükümlü ve tutuklulara verilmemesine… oy birliğiyle karar verildi.”

Bu haberi okuduğumda aklım çok farklı noktalara gitti. Üstelik yasaklanan kitaplar, edebiyatın klasikleri arasında sayılabilecek eserlerden oluşuyordu. Şaştım kaldım ve bakın neler anımsadım:

Kitap yasaklama, kitap yakma olayları yeni değil ki; engizisyon döneminden beri tüm dünyada var. Almanya’da Naziler bu işte doruğa çıkmışlardır. Alanlarda sevmedikleri tüm yazarların kitaplarını yakmışlardır. Oysa Emerson "Bütün yakılmış kitaplar dünyayı aydınlatır"  derken Voltaire, "Yasaklı bir kitap durmadan kıvılcımlar saçan bir ateştir' diyordu

Ne yazıktır ki Türkiye’de kitapları toplatmak, yasaklamak ya da yazarlarını yargılamak hepimizin bildiği üzere neredeyse sıradan olaylar haline geldi. Kitap yasakları daha çok, dönemin siyasi ve toplumsal iklimiyle, iktidarların ideolojik tutumuyla yakından ilgili olarak değişiklik göstermiştir. Ülkemizde ilk olarak 1946'larda Turancı gençler bir yürüyüş sırasında Ankara'da, Ulus Alanı'nda, Akba Kitapevi önünde Sabahattin Ali’nin kitaplarını yakmışlardı. Sabahattin Ali'nin o sırada Ulus Gazetesi'nde bir romanı yayımlanıyordu. Bu nedenle bu gençler, o dönemde iktidarın sözcüsü olan gazeteyi de yakmaktan geri durmamışlardı.

İsmet Pasa'nın ünlü 19 Mayıs nutku bu yakıp yıkmalardan sonrasına denk gelir. Zira savaş sonrasıdır faşizm palazlanır gibi olmuştur. Tan matbaasının yaktırılması da bu günlere denk gelir. Sonra sonra demokrasiye doğru yöneldik yeniden. Kitap yakıp basımevi yıkmalar duraklar gibi oldu bir dönem. Sonra yine başladı tabii ki. 1976 yılında MEB pek çok kitabı yasaklayınca Aziz Nesin; başkanlığını yaptığı Türkiye Yazarlar Sendikası adına 17 Ocak 1976’da yayımladığı basın bülteniyle MEB’in bu uygulamasını Nazi Almanyası’nda ve faşist İtalya’da benzerleri görülmüş olan kitap düşmanlığı ve kitap kıyımına benzeterek, dönemin Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem’i ve ortak üyesi bulunduğu hükümeti kültür düşmanı ilan eder. 

Pek çok yabancı yazar da gönderdikleri telgraflarla Türkiye Yazarlar Sendikası’nı destekler. Bunlardan biri de, adı “İş İşten Geçti” kitabıyla toplatılması istenen kitaplar listesinde yer alan Fransız yazar ve filozof Jean Paul Sartre’dır. Sartre mesajında, “Aralarında kitaplarımın da bulunduğu Fransız kitaplarına uygulanan yasaklayıcı tedbirleri onur kırıcı olarak karşılıyor, mücadelenizi paylaşıyorum. Dostluklarla” yazar. Yasaklanan kitaplar ve yazarlar, MEB’in kara listesi, sanırız ki pek çok politik olay kadar 12 Eylül’ün de ayak sesleri gibidir. 

12 Eylül döneminde ise artarak devam etti. Üstelik bu dönemde kitap toplamak, yasaklamak da yetmez, mahkeme kararıyla kitap yakıldığını bile görürüz. Hitler rejiminde bile böylesi görülmemişti. Zira Almanya’da kitap yakılması mahkeme kararıyla olmuyor, gençlerin heyecanı gibi gösteriliyordu. Bizim 12 Eylülcüler bu anlamda yeni bir çığır(!) açmış, mahkeme kararı ile kitap yakılıyordu. Bir ülkede siyasal iktidar mahkeme kararıyla kitap yaktırmış ise bu hastalık zaman zaman depreşecektir. Rejim gider gibi olsa bile hastalıkları kendini her zaman gösterir, göstermektedir de üstelik son zamanlarda daha da yoğun olarak.

Kitap yakmak, yasaklamak aslında cinayetle eşdeğerdedir. Nerede bir kitap yakılır, nerede bir kitap yasaklanırsa faşizm orada yeniden hortluyor demektir. Kitap düşmanlığı geçmişte olduğu gibi bugün de faşizmin hortlaması olarak yorumlanır. Bir düşünür, "Nerede kitaba karşı bir tavır takınılsa, orada Alman faşizmi yeniden hortladı sanırım" diyor. Gerçekten de öyle değil mi? Ben de hep öyle kabullenmişimdir. 

Kitaplar toplatıldığında, yasaklandığında dudaklarımda acı bir gülümseme belirir aslında. Aklıma Sisifos Efsanesi gelir çünkü. Sisifos, kayayı dağın zirvesine taşır ve kaya tekrar yere yuvarlanır, o durmadan yukarıya taşıyacak ve taş yere düşecektir. Yazık ki Türkiye’de kitaba biçilen rol tam da budur. Kitabın üstüne düşen kâbus durmadan hortlar. Yarım yüzyıldır değişmeyen kapalı gişe bir dramdır bu. Ama perdelerin kapanması gerekiyor; yıl 2018. Ancak daha 2017’nin sonlarında tüm kitapların üzerindeki yasaklar henüz kalkmış iken yeniden yasaklar hortluyor gibi. Bunun sonrasında kitapları yeniden yakmaya başlarlar mı bilmiyorum(Umarız yaşamayız öylesi zamanları). 

Ancak biliyorum ki faşizm yavaş yavaş gelirken kitap toplatmalar, kitap yasaklamalarla gelir. Aman dikkat!... 

Arzu KÖK