28 Mayıs 2016 Cumartesi

MADEN, GREV, AÇLIK - Arzu KÖK

MADEN, GREV, AÇLIK…

Alacakları için kendilerini kömür ocağına kapatan 85 madencinin grevi onuncu gününde. En azından hayattalar diye seviniyoruz. Fenalaştıktan sonra arkadaşları tarafından dışarıya çıkartılanların dışında içeride kalan 26 işçiyle direniş onuncu gününe girmiş durumda.

 Bu ocakta madencilerin bugüne kadar sağ kalmaları mucize sayılmalı aslında. Kömürün hala katırlarla taşındığı, birinin 6 ay, diğerinin 1,5 yıl izinsiz işletildiği, üstüne bir de işçilerin aylarca tek kuruş almadan çalıştırıldığı bu ocakta sağ kalmak gerçekten mucize. Polisin eylemi bitirmek için madene temiz hava sağlayan boruları kapattığı, su ve yiyecek aktarımını kısıtladığı düşünüldüğünde iyi bile dayanıyorlar. Üstelik bir de eylemdeki madencileri “itibarsızlaştırma” çabaları var. Madenin bir başka çıkışı varmış ve orada işçiler pide-ayran falan yemişler!… Yerel basın, birilerine yaranmak için asılsız bir sürü haber peşinde. 

Devlet, kendisine ait maden sahasında, kömür çıkaran ve 10 gündür madenin dibinde ölüme yatmış işçilerin üç kuruş alacağını inatla ödemiyor. Üstüne madeni kuşatıyor, polis baskısı uyguluyor, işçileri yalıtıyor, öyle ya da böyle ocaktan çıkmalarını bekliyor. Devlet, valinin ağzından şantaja soyunuyor: “Eylemi bırakan işçilere ödeme yapacağız.”

Şimdi tam 10 gün oldu. Zonguldak’ta kömür ocağında maden işçileri direniyor. Birkaç ay önce de bir başka madende, tam 10 gün direnmişti işçiler ve kazanmıştı. Bir tarafta alçaklık, diğer tarafta direniş… Sadece madende değil, her yerde her zaman direnenler kazanacak… Tüm kavga bunun için.

Bu madende çalışan ve şu anda grevde olan bir babanın kızı bir mektup yazmış bizlere: 

Merhaba

Madene açlık grevine giden bir babanın kızıyım. İlkokula giderken annem beslenme çantama her zaman zeytin, peynir koyardı. Ama arkadaşlarımın beslenmesinde börekler, sosisler, kekler olurdu. Bu durumdan ne kadar şikayetçi olsam da annem ile babama bir türlü dile getiremedim. Onların üzülmesini hiç istemedim. Biraz daha büyüdüm ve artık beslenme çantamı yanıma almadım. Bizim okul kantinimizde sadece simit, meyve suyu ve poğaça vardı. Annem abim ile bana sadece 50 kuruş verirdi. Bir tane simidi alıp yarıdan bölüp yerdik. Olsun, ben halimden memnundum. Annem her zaman doğrusunu yapardı. Bir ara babamın maaşını düzenli alması çok iyiydi. O zamanlar annem eve koli ile kek ve meyve suyu alırdı. Bize okula giderken birer tane verirdi. Ama sonra annem eve kek ve meyve suyu almaz oldu. İşte babamın maaş sorunu o günlerden başlamıştı. Aradan 3-4 sene geçti ve şuan 7. Sınıftayım. Derslerimde her zaman başarılı oldum. Cumartesi günü bursluluk sınavım var. Bu sınava girmemi benden çok babam istedi. Okul müdürüne gittim sınava girmek istediğimi dile getirdim. Müdür, “baban bir yıllık maaşını gösteren bir kağıt alsın.” dedi. “Tamam” dedim. Yarın ki gün müdüre kağıdı verdim. Müdür bana dedi ki, “aslında senin babanın maaşı oldukça iyi” dedi. Bir an zor durumda kaldım ama müdüre cevabımı verdim: “benim babamın maaşı görselde süper ama ne yazık ki veren yok”
 Ben burada sadece düşüncelerimi dile getirdim. Eğer ben bu maaş vermeme sebebi ile bir etkinlikten geri kalıyorsam onlara hakkımı asla helal etmeyeceğim. Ben bu durumdan çok sıkıldım. Sosyal medyada en ufak bir olayın herkes tarafından görülmesi fakat babamların eylemlerinin duyulmaması büyük hayal kırıklığı. Artık sesimizi duyun. Şu ailelerin sesine kulak verin.
Gereğini yapın…

Bu mektubu paylaşmamın sebebi, unutulanları anımsatmak… Siz bu satırları okurken o madenciler yerin onlarca metre altında açlık grevi ve ocaktan çıkmama eylemi yapıyor. 

Özelleştirme ve taşeron sisteminin, aşırı kâr hırsının, denetimsizliğin ve göz yummanın, iktidar kayırmasının, ihmal zincirinin sonucu olarak yaşanan kömür madeni facialarında yüzlerce maden işçisi hayatını kaybetti. Şimdi maden işçileri hem kendileri hem diğer madencilerin ölmemesi adına grev yapıyor. 

O madencilere ve bu mektubu yazan kıza, kızlara daha ne kadar tepkisiz kalacak bu toplum? Emeğe ve alın terine önem veren insan sayısı bu kadar mı  azaldı güzel ülkemde? Sessiz kalmayın... 


Arzu KÖK

24 Mayıs 2016 Salı

A.Ü. Ziraat Fakültesi Müzesi-Arzu KÖK

A.Ü. Ziraat Fakültesi Müzesi


Önce ılık meltemler esmeye başlar. Kupkuru gözüken ağaçlar yeşerir. Rengârenk kelebekler çiçeklerle oynaşmaya başlar. Bahar gelir, ilkbahar gelir benim bildiğim yerlere. Oysa bu koca kentte ne ılık meltemler eser, ne ağaçlar yeşerir, ne de kelebekler çiçeklerle oynaşır. Bir taş yığınıdır bu şehir. Taş yığınları arasında filiz veren bir yeşillik de hemen koparılır. Baharı bilmez bu koca kent. Bahara, yeşile hasret büyür bu şehrin çocukları. Uçsuz bucaksız yeşilliklerde çiçek kokularıyla iç içe yaşamı bilmezler bu yüzden. Çiçek kokularının yerine, toz, toprak kokularıyla yaşarlar ilkbaharda da. 


Ben de hasretmişim yeşile. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne gittiğimde anladım bunu. Sanki bu koca kentin içerisinde bir vaha gibi geldi bana. İçim açıldı, mutlu oldum. Ben Ankara Üniversitesi’nde okumuştum. Benim okulum Tandoğan’daydı. Ağaçlar içerisinde bir vaha idi o da. Ama ben ne yazık ki bugüne değin Ziraat Fakültesi’ni görmemiştim. Ne büyük eksiklikmiş, yeni anladım.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Müzesi’nde 2. Uluslararası Müzeler Günü kapsamında “Tarımsal Tarihin Toprağında Bir Gezinti” adıyla açılacak olan sergiyi görmek için gittim oraya.  18 Mayıs günü açılan bu sergi, Ziraat Mühendisi ve araştırmacı Hasan Soydan’ın Zirai Matbuat adlı üç ciltlik araştırmasından bir derleme idi. Açılışa beni Müzenin Kurucu Müdürü Servet Sarıaslan davet etmişti. Ne var ki bir zamanlar öğrencisi olduğum Ankara Üniversitesi’ne bağlı bu Fakülte’yi görmemiştim. Bunun verdiği üzüntünün yanında, Ankara’da böylesine değerli bir müzenin varlığından da haberdar değildim. Utandım kendimden…

Unutulmaz Milli Eğitim Bakanımız Hasan- Âli Yücel müzeler için "Ölü tarihi diri tarihe bağlayan kültür köprüleridir” diyor. Zaman, o köprülerin hem altından hem üstünden akıp gelir, bulur bizleri. 21 Kasım 2007 günü açılışı yapılmış müzenin. Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yüksek öğretim kurumu ve tarım eğitiminin lokomotifi olan Yüksek Ziraat Enstitüsü’nün ardılı bu Fakültede dünü yarına bağlayan bir "Kültür köprüsü" olarak hayatımıza katılmış. Türkiye’nin ilk ve en kapsamlı tarım müzesi, Cumhuriyet Dönemi tarımına ve tarım eğitiminin hangi evrelerden geçtiğine tanıklık ediyor bütün varlığıyla. İzleyiciyi araştırıcıyı da o tanıklığa ortak kılarak eşzamanlı… Müze Koordinatörü Prof. Dr. Cemalettin Y. Çiftçi ile de tanışma şansım oldu orada. Servet Hanım ile birlikte yürüttükleri bu çalışma gerçekten görülmesi değer bir hazine niteliği taşıyor. Müzede çoğu çok özgün tarih kokan nice gereç bulunuyor.


İşte andığım bu sergide Osmanlı'dan erken cumhuriyete ağan bir süreçte yayımlanan ziraat gazete ve dergilerinden seçmeler vardı: Vasıta-ı Servet, Ziraat Gazetesi, Orman Maadin ve Ziraat Mecmuası, Osmanlı Terakki-i Ziraat, Resimli Ziraat Gazetesi, Osmanlı Ticaret ve Ziraat Gazetesi, Orman Maadin Ziraat ve Baytar Nezareti Mecmuası, Resimli Çiftçi, Çiçek, Ticaret ve Ziraat Nezareti Mecmuası, Felahat, Toprak, Ekinci, Türk Tütünleri Mecmuası, Musavver Şebap (Mekteplilerin Gazetesi), Hayat, Çiftçiler Derneği Mecmuası, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi Mecmuası, Bağçevan, Ziraat Hayatı, İrtika, Kurtuluş Yolu, Yeni Ziraat Gazetesi vd…

Sergiyi gezince Osmanlı modernleşmesinin başlamasıyla birlikte, bu kapsamda tarıma verilen öncelik ve önemi de görmüş oldum. Eve dönünce biraz araştırma yaptım, acaba günümüzde tarıma ilgi ne kadar, kaç tane ziraat gazete ve dergisi yayımlanıyor diye. Ancak on kadar dergi bulabildim. Açıkçası buna da sevindim. Çünkü ülkede tarımın bitme noktasına geldiğini getirildiğini çok iyi gözlemleyen bir yurttaşım. Tarımın bittiğinin en önemli kanıtı dünyada en güzel buğdayın üretildiği ülkemde artık, ekmeğimizin ununun, pilavımızın bulgurunun dışarıdan alınmaya başlanması bir yana, buğdayın arpanın tohumunu dışarıdan alır duruma gelmemiz değil de nedir?


Açılışta çok hoşuma giden başka bir şey daha vardı. Bizler bu vahadan habersizdik, bu müzeyi bilmiyorduk ama açılışa 19 Mayıs İlkokulu üçüncü sınıfı öğretmen ve öğrencileri de gelmişti. Çocukların ellerinden yüzlerinden, dillerinden gözlerinden taşan neşe ve ilgi görülmeye değerdi. Açılışı Ziraat Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Hijran Yavuzcan, Prof. Dr. Mustafa Yıldız, Müze Koordinatörü Prof. Dr. Cemalettin Y. Çiftçi, Dr. Şeref Tağı, Dekanlık Basın Yayın Müdürü Dr. Suphi Yalçınkaya ile Müze Müdürü Servet Sarıaslan birlikte yaptılar. Gerçek anlamda görülmeye değer, eğitici esinleyici bir sergiydi. Hele müze gerçekten bir harikaydı. Bu memleketin ekmeğini yiyip suyunu içen, kendini bu topraklara borçlu duyup duyumsayan herkes, hele de Ankara’da yaşayıp da bu kültür kaynağıyla henüz tanışmamış hemşerilerimiz, burasını mutlaka görüp gezmeli diye düşünüyorum.

Hem Ankara’da baharı gerçek anlamıyla yaşamak, hem de Türkiye’de tarımın nereden gelip nerelere gittiğini görmek, bu yaşamsal temel konuda bir düşünmek, durum değerlendirmesi yapmak için başta üniversiteli gençlerimizi, sonra tüm insanlarımızı Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Müzesi’ni görüp tanımaya çağırıyorum. İnanınız o değerli kültürel, tarihsel varsıllıkla tanışınca çok şey kazanacaksınız…


Arzu Kök

19 Mayıs 2016 Perşembe

Şaşırmak - Arzu Kök

Şaşırmak...

“Ve her şey o kadar çoktu ki şaşırmak az gelirdi” demiş Edip Cansever. Buralarda ise her şey o kadar çok ki kimse bir şeye şaşırmıyor. İnsanların şaşıracak yerleri sancı dolu sanki.


 Önce herkesin benzer hikâyeleri, benzer öfkeleri, benzer dertleri olduğu gösterildi insanlara. Sonra olanlar oldu insanın başta kendine şaşırması dahil, hiçbir şeye şaşırmaz hale gelindi. Çünkü ülke gelişmekteydi, dünyaya hükmedilecekti, köşeyi dönmek ise an meselesiydi. O yüzden şaşırmak önemli değildi. Bu ilerlemede kimse önümüzde duramazdı, daha çok çalışmalıydık, ne demek olduğunu anlamasak da mutlaka kariyer sahibi olmalıydık, en az üç çocuk sahibi olmalıydık, onlara iyi eğitim verebilmek için gerekirse diğer çocukların haklarını çalmalıydık, moda meslekleri edinsinler diye gerekirse yurtdışına göndermeliydik onları, artık dünyayı görmüş nesiller yetişiyordu, neye şaşırılabilirdi ki?

Her gün aynı otomatik davranışlarla geçiyordu günler. Sürü psikolojisi, enerjisi çekilmiş ruhlar dolanıyor oldu ortalıkta. Hafta içi okula ya da işe git gel. Hafta sonu AVM’leri doldur, düğüne git, maç izle, yemek ye, televizyonun başından kalkma. “Neden biz böyleyiz de Amerika, Avrupa kadar gelişmişlik içinde değiliz?” diye yakın dur. Günün sonunda herkesin yüzünden düşen bin parça. İçi geçmiş herkesin.

İnsan olmanın en büyük belirtisi şaşırmaktır. İyi anlamda da kötü anlamda da şaşırmak. Bir yaşam belirtisi gibidir şaşırmak. Şehrin keşmekeşi, hayatın hızla akıp gitmesi, modern dünyanın pis yalanları karşısında zamanla kayboldu şaşırma duygusu. Bu aslında insanlığa gönderilen zehirli bir virüs gibidir. Bulaşıcıdır ve insanları kontrol altında tutmak için uygulanan kusursuz bir yoldur. Çünkü şaşıran insan gerçektir. Henüz beyni uyuşmamıştır. Şaşıran insan tepki verir. Böylece yaşamda bir adım öne geçer. Bu ise egemenlerin en son istediği şeydir.

Eğer bazı şeylere alışmış ve şaşırmayı bırakmışsanız siz de o virüsten etkilenmişsiniz demektir. Mesela:
Gökyüzünde ne kadar çok yıldız olduğuna,
Neredeyse her gün gelen onlarca şehit haberine,
Teröre,
Şehirlerin göbeğinde patlayan bombalara,
Kör kurşunlarla öldürülen masumlara,
Kartopu yüzünden ölenlere,
Artan kadın cinayetlerine,
Tecavüz mağduru kadın ve çocuklara,
Hırsızların elini kolunu sallayarak dolaşmasına,

Masumların sırf düşündüklerini ifade ettikleri için hapiste olmalarına,
Sokağınızda yeni açılan dükkâna,
Telefonda sizinle bir heyecanını paylaşan dostlarınıza,
İş arkadaşınızdaki değişikliğe,
Yediğiniz güzel ve ilginç yemeğe,
Bir böceğin rengine,
Akıllıca bir söz söyleyen çocuğa,
Öğrendiğiniz her yeni bilgiye,
Nefret ettiğiniz kişinin iyi bir yönü olduğuna,
Hırsızlığa,
Ölümlere,
Ülkedeki siyasi yapıya,
Eğitimin durumuna,
Laiklik kavramına laf söyleyenlere,
Vapurlara,
Martılara…

Yukarıda tüm saydıklarıma şaşırmak bize yaşadığımızı hissettirir. Beyin foksiyonlarımızın hala çalıştığını gösterir. Her gün aynı şeyleri yapmanın dışına çıkmayı sağlar. Artık yaşama başka renkler getirme şansı vardır bu durumda. Sesiniz çıkabilir, itiraz edebilirsiniz. Sizi yönetmek çok zor olur. Üstünüze henüz ölü toprağı serpilmemiş demektir. Bu nedenledir ki vazgeçilmemelidir şaşırmaktan.

Kötülükler artık şaşılamayacak denli bilinen duruma geldiyse, onun karşısında şaşılacak iyilik de kalmadıysa, şaşılacak hiçbir şey yoksa bu o ülkenin de o ülkede yaşayan insanların da tükenişinin kendisidir. Tükeniş ise ülkemize bu virüsü bulaştıranların tek istediğidir. 

Bu nedenledir ki yanınızda her zaman, merak, ilgi, heyecan, yenilik ve umut bulundurun. “İyilik, saygı, hoşgörü zaten olmalı şaşırmak niye?” demeye başlamışsanız siz de virüsü kapmışsınız demektir. Dikkatli olu, şaşırmaktan, soru sormaktan çekinmeyin…


Arzu Kök

8 Mayıs 2016 Pazar

Annelik - Arzu KÖK

Annelik

“Dünyanın neresinde olursa olsun annelik evrenseldir ve dünyanın en zor mesleğidir.” Ne kadar klasikleşmiş bir cümledir değil mi bu. Her yerde duyarız; siyasi söylemlerde, dini fetvalarda, okulda, sokakta… Anneliğin siyasetler dışı ve üstü gösterilmeye çalışılmasının özeti gibidir bu önerme. Oysa annelik yaşantısı, gösterilmeye çalışılanın aksine, son derece politiktir ama bunu ne görmek isterler ne de görülsün isterler.


Her ideolojinin kendine ve ihtiyaçlarına göre bir annelik tanımı ve yaşantısı vardır.  Kadınlık kimliğinin biyolojik olduğu söylenerek, kadınların ezildikleri olgusunu fark etmeleri yerine kanıksamaları ve doğallaştırmalarının amaçlandığı gibi, anneliğin de doğal ve evrensel bir süreç olduğu vurgulanarak, de bu kez annelik üzerinden yaşadıkları ezilme durumunun “doğallaştırılması” amaçlanıyor. Çünkü buna ikna olunduğunda çocukların bakımından sorumlu tek kişinin kadın olduğuna da ikna olunacaktır. Bu düşünce, her kadının anne olduğu düşüncesine de içkin olduğu için, hem anne olan hem de olmayan/olamayan kadını baskı altına alabilmek kolaylaşmış oluyor böylece.  

Annelik, kadının ekonomik olarak içinde bulunduğu sınıfa, etnik kimliğe, kültürüne, siyasi görüşüne, ebeveynlerin çocuk yetiştirmeye ilişkin görüşlerine vs. pek çok şeye göre değişir. Durum böyleyken anneliğin, sosyo-ekonomik, siyasi ve ideolojik sistemlerin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeği yadsınabilir mi? Anneliğin doğal ve evrensel olduğu kabul edildiğinde ise, kadının annelik dışındaki varlığı -cinselliği, siyasi mücadelesi, iş hayatı vs.- da kolaylıkla yok sayılabilir. Ya da bu varlık, ancak ev işlerinin, çocuk bakımının, kocasının ve kendi ailesinin ihtiyaçlarını yetkinlikle karşılamasıyla, yani son dönemde sık duyduğumuz üzere “süper anne”, “makbul anne” olmasıyla kabul görür.

Ama bu öyle bir kabuldür ki, anne her şeyi en iyi şekilde yapsa ya da yapmaya çalışsa da, yaptığı veya yapmadığı her şey, onda suçluluk duygusu yaratır. Kadın hiçbir zaman tatmin olamaz. Annelik, yaşamın her anını kaplayan büyük bir suçluluk duygusuyla yaşamaya dönüşür. Çocuğun yediği yemediği her şey, giydiği giymediği her giysi, konuştuğu konuşmadığı her söz, yaptığı yapmadığı her şey annenin başarı ve başarısızlık hanesine yazılır. Evli anneler bunlarla boğuşurken, bekâr anneler ise bunlara ek olarak, boşanmanın “mağduru” çocukları için yeterli fedakârlığı yapmadıklarından, onları “mutlu bir yuva”da büyütemeyeceklerinden ötürü kendilerini suçlu hissederler. Daha doğrusu, öyle hissetmeye zorlanırlar. Tek sorumlu yine annedir: Kocasını ya “eğitememiş”, ya “idare edememiş”, “alttan alamamış”, “sessiz kalmayı başaramamış”, “içkisi kumarı dayağı olmayan kocasının kıymetini bilememiş”, kısacası “kadın olup da elinde tutamamıştır”.

Kadını bir kez anneliğin “evrensel doğası”na ikna ettikten sonra, onun üzerinde otorite kurmak artık işten bile değildir. Devlet özellikle nüfus planlaması yoluyla, kadın bedeni üzerinde egemen olmaya çalışır: Kürtaj yasaları, etnik kısırlaştırmalar, anne olmanın kadın olmak için şart olduğuna dair sistemli toplumsal baskı… Örneğin Çavuşesku, Romanya’yı güçlendirmek için kürtajı yasaklayıp on çocuk doğurana rütbe verdi. Hitler, Alman nüfusunun çoğalması ve askerler yetiştirmeleri için, kadınları anne olmaya zorladı. Bolşevik Rusya’da Stalin döneminde de kürtaj, benzer gerekçelerle yasaklandı. ABD’de kilisenin öncülüğüyle kürtaj suç kabul edilirken, Amerikan yerlileri ve Güney Amerika kökenliler destekleyici fonlarla kısırlaştırıldı. Aynı şeyler ülkemizde de yaşandı. Bunlara dayanarak, kısırlık söyleminin cinsiyetçi ve milliyetçi bir içeriği olduğunu da söyleyebiliriz. Kadının anne olma zorunluluğu üzerinden kurulmuş tüp bebek merkezleri, harcanan milyon dolarlar, kadınlara içirilen tonlarca hormon ilacı ve çocuk doğurarak kocasından, ailesinden, toplumdan kabul görmek isteyen binlerce kadının acı hikâyesi de işin bir başka yönü. Ama yine annelik kurgusu üzerinden, kadın bedeni üzerinde kurulan iktidara dair bir hikâye. “Devletin bekası” ve “toplumun çıkarı” için annelik öyle kutsal sunulur ki, çocuk doğurmayan kadın “kötü”dür; ahlakın, ailenin, devletin hatta insanlığın çöküşünden sorumludur.

Geçen yıl Sağlık Bakanı Müezzinoğlu “Annelik kariyerdir” diyerek de bunu pekiştirme yoluna gitti. Bu “annelik kariyeri” söyleminin bir geçmişi var tabi; iş isteyen kadınlara “Evdeki işler yetmiyor mu?” diyen ekonomi bakanı, üç çocukla milli irade tesisine girişen Başbakan, kadınların fıtratından doğum kontrol ihaneti çıkaran Cumhurbaşkanı onca yeni kavram icat etmişken Sağlık Bakanı’nın sözü bu “ulvi” yola döşenen taşlardan biri olabilir ancak. “Kariyer” sözlüklerin dediği gibi “bireyin yaşamının üretken yıllarını kullanarak geliştirdiği ve genelde çalışma hayatının sonuna dek sürdürdüğü iş ya da pozisyon” anlamına gelir. Üretkenlik, geliştirme, çalışma hayatı, iş, pozisyon… Bunlar “neoliberal” olmanın şanından… Üstüne bir de muhafazakâr “kutsallık” sosu… Böylelikle bu bakım yükümlülükleri sağlık, eğitim ve sosyal hizmet kurumlarında sunulması gereken, güvenceli ücretli bir işin parçası olarak değil de neden kadınların fıtratı gereği “aile içinde” yapması gereken işler haline geliveriyor sorusunun cevabı hazır oluyor böylece.

Hep derler ki “Anne olan bilir.” Ama nedense anne olmayanlar, annelik hakkında daha çok konuşuyor. Konuşmakla da kalmıyor, kadınlık ve annelik etrafında ailenin kodlarını da belirliyor: Hamileyken nasıl dolaşılacak, kaç çocuk yapılacak, hangi yöntemle doğurulacak, çocuklara nasıl bakılacak… Memleketi yöneten siyasetçiler, sanki doğuştan birer kadın doğum ve pediatri uzmanı!

Anneliğin kutsallığına dem vurulur devamlı, ama bu görüş, aile içi şiddet, tecavüz, etnik veya ekonomik ezilmenin konuşulmasını bile anlamsız hale getirir. Kadın kocası ne isterse yapmak zorundadır. Erkek her zaman haklıdır bu sisteme göre. Oysa ırzına geçildiği için hamile kalan binlerce kadın vardır. 

Galiba kadınla erkeğin eşitlendiği bir dünyadan korkuyorlar. İdeallerindeki aileyi “inşa etme” çabasına da bu yüzden giriyorlar. Bu ailenin reisi ve “eve ekmek getireni” erkek. Kadın doğuruyor, ev ve çocuk bakımı onun görev alanı. Erkek çocukların eğitimine öncelik veriliyor. Kız çocukları ise doğuştan birer minik gelin olarak yetiştiriliyor.

İki insanın hayatı paylaşmasını değil, bir cinsin diğerinin üzerinde üstünlük sağlaması ve kontrol etmesine yarayan bu düzen değişmeli artık. En azından gelişmiş ülkelerde böyle olmalı. Modern dünyada var olabilmek, tutunabilmek için başta ekonomik, türlü kaygı ve baskıyla mücadele ediyor kadın da erkek de. TÜİK’in son verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.492,29 TL, yoksulluk sınırı ise 4.132,19 TL. Net asgari ücret 1.300 TL. Eğitimdi, ulaşımdı, sosyal hayattı, bunlara hiç girmeyelim şimdi. İşte böyle bir dünyada gündelik hayatın yüklerini paylaşmadan çocuk sahibi olmak ve yetiştirmek, son derece zor ve bir o kadar mutsuz bir hayat demektir.

Annelerin kutsallığı her ne kadar kullanılıyor olsa da, kutsal diyebileceğimiz bir şey var annelikte. Annenin çocukla kurduğu ilişkide harcadığı yoğun emeğin öğrettiği yaşamı savunma fikri ve annenin bundaki inat ve mücadeleciliği. Toplumsal hayatın her alanında yaşamı, adaleti ve barışı savunmak için ne ilham verici bir başlangıç aslında. Kadın isterse her şeyi yapar. “Kadın nedir?” diye sormuşlar Şeyh Bedreddin’e o da “Dünyanın ta kendisidir” diye cevap vermiş. Bu nedenledir ki kadın gücünü bilmeli, değiştirmelidir dayatılanları ve her şeyi. 


Arzu KÖK