28 Mart 2017 Salı

Doğa İçin Hayır... - Arzu KÖK

Doğa İçin Hayır...

Canımızı, bedenimizi, annemizi, babamızı, kardeşlerimizi, akrabalarımızı, komşularımızı, dostlarımızı koruruz. Mahallemizi, şehrimizi, ülkemizi de koruruz. Bu koruma duygusu, hiç düşünmeden doğuştan başlayan içgüdüsel bir davranış gibi görünse de, sonrasında kısmen ailemiz, eğitim ve kültür çevremiz içerisinde öğrenir, geliştiririz. Koruma duygusu ile donanmış olmamıza rağmen nedense içinde yaşadığımız, yaşamak zorunda olduğumuz doğa konusunda pek bir cimri davranırız. Bize bunca kattıklarına rağmen onu da korumamız gerektiği akla gelmez pek.

İstanbul, Kuzey Ormanlarında son durum...
 Genel bir kavram gibi söylesem de, gerçekten toprağı, denizler dahil suları, havayı tümüyle, doğayı yeterince korumadık, koruma konusunu da öyle çok düşünmedik. Oysa topluluklar halinde yaşayan insanların bu “Yaşama hakkı” adına görevleri vardır. Önce, her insanın yaşama hakkı vardır. Dokunulmazlık hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı gibi toplumsal bünye içinde geçerli haklar da “İnsan” olmanın en doğal edinimi olarak kabul edilmiştir. İnsanların görevleri de vardır. Birbirlerine karşı görevleri vardır. En basitinden birbirlerine yardım etmekle görevlidirler.

İçinde yaşadığımız doğa ise koruma görevinden hep dışlanmıştır nedense. Özellikle de ülkemizde devlet tarafından. Halk yine de elinden geleni yapmıştır her seferinde ancak bu, ekoloji, doğa ve kent mücadelesi, bilen bilir, her daim zor sürdürülmüştür. Yerellerde başlarına gelen felakete ses çıkar(a)mayan köylü/kentli, mücadeleyi kazansa da sesini çıkar(a)mıyor, kazanamasa da. Çıkarmasına da izin verilmiyor pek. Fakat tam da burada önemli olan konu, yerellerdeki ciddi kazanım gerçeği. Gezi Parkı Direnişi’ni zor da olsa bir kenara bırakıp, zor yürüdüğü gerçeğini kabul edecek olursak, doğa mücadelesindeki kazanımları da bitirecek güçte bir madde var: Madde 80.

Mersin, Akkuyu Nükleer Santral İnşaatı...
Madde 80, gündeme ilk olarak, Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın içinde bulunan 70. Madde olarak girdi. Bu isimle Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşüldü. Bir gecede içeriğine dokunulmadan ismi 75. Madde olarak değiştirilen madde sabaha karşı meclisten geçirildi. Yaşam savunucularının, “Doğaya Darbe” yasası olarak adlandırdığı maddenin şimdiki adı ise madde 80. Bu madde, stratejik yatırım olarak ifade edilen projelere sınırsız destek getiriyor. Daha önceden stratejik yatırımları 500 milyonun üzerinde sınırlandıranlar, madde 80 ile birlikte bu sınırı 50 milyon liraya çekmişler. Madde 80’i aslında direkt şöyle özetleyebiliriz: Şirketlere, sermayeye, talanı yaratacak olan her kim ise karşısındaki yasal prosedürü yerle bir etmeyi sağlayan madde…

Yatırımcıya “dur” diyecek bir mekanizmanın kalmadığı gibi, proje bazlı yatırımlara diğer kanunlara göre getirilen izin; tahsis, ruhsat ve tescillerle, diğer kısıtlayıcı hükümler için, Bakanlar Kurulu kararıyla istisna getirilecek. Aslında çok şaşırmamak gerek. Bu ülkenin Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki değil miydi, “Put yapmışız çevreyi, sermayenin önünü açacağım, gidip yapsınlar” diyen?

“Bizleri biz eden Anadolu’nun su havzalarına, ormanlarına, meralarına, kıyılarına, dağlarına, ekosistemin biyolojik tür ve çeşitliliğine, kısacası var oluşumuza yönelik benzeri görülmemiş ve geri dönüşsüz bir saldırıya yol açacak” diyen Karadeniz İsyandadır Platformu, 80. Madde için bir rapor hazırlamış: “Doğa alanlarında HES, RES, JES, termik ve nükleer santral, madenler ile altyapı yatırımı adı altında pek çok projeyi üstlenen firmalar ücretsiz olarak hazine arazisi sahibi olabilecek. Üstlenici ve taşeron firmalar vergiden muaf tutulacak: Genişletilen teşvik yasası kapsamında, üstlenici ve taşeron firmaların işçi ücretleri, sigorta primleri gibi birçok masrafları devlet tarafından karşılanacak. Talan projeleri sürecinde, idari izin, ruhsat ve ÇED raporları gerekliliği gibi hukuksal prosedür ortadan kaldırılacak. Bugün tartışma konusu olan ve pek çok yargı süreci devam eden davalar sonuçsuz kalabilecek. Bütün bunların sonunda, Cerattepe, Samistal, Akkuyu, Kamilet gibi tartışmalı pek çok proje için davalar sonuçsuz kalabilecek ve bu alanlarda geri dönüşü olmayan, telafisi imkânsız yıkımlar söz konusu olabilecektir…”

Artvin, Cerattepe savunması...
Burada, Kâzım Koyucu’yu bir kez daha anmak gerekiyor. Koyuncu: “Siz kimsiniz ya, binlerce yılda oluşan bir şeyi hangi kafayla, hangi vicdanla tutup da yok edebiliyorsunuz? Heyelanlar oluyor, bu kader mi sanki? Depremler oluyor, kader mi? Başka yerde aynı şiddette deprem oluyor iki kişi bayılıyor da Türkiye’de yirmi bir kişi ölüyor, bu kader mi? Değil…” demişti. Gerçekten de öyle. Bunlar birer kader değil ve hepsi bizim suçumuz.

Dünyanın öncelikli sorunu, hırpalanmadan ve bizlerle birlikte yok olmadan “Doğa”nın korunmasıdır.  Bu konuda çalışmak ve mücadele etmek bir insanlık görevi olarak çıkmaktadır karşımıza. Şimdi bizlerden bu katliama devam adına evet dememizi istiyorlar. Göz yumulacak mı doğanın daha fazla katline? İçinde yaşadığımız doğanın, dolayısıyla kendi yaşam hakkımız için sonuna kadar HAYIR demeliyiz. Bu görev hepimizindir… 

Arzu KÖK

16 Mart 2017 Perşembe

Gençler!... - Arzu KÖK

Gençler!...

Gençler üzerine sürekli bir şikâyet, sürekli bir serzeniş duyuyorsunuzdur her gün. “Şu gençliğin haline bak!... Bir de Atatürk ülkeyi bunlara emanet etti, peh peh peh!...” Peki bu gençliğe ne verdiniz de ne istiyorsunuz? Çocuk yapıp yapmamanın bile gerçek bir karar olamadığı bir ülkede, aslında gerçek sorularla büyütülmeyen çocuklara, işgalci, şiddetli ilişkilerle dolu bir toplumsal dokuda yaşatmak bir yana neredeyse yaşamlarının büyük bir kısmında “A mı? B mi? C mi? D mi? E mi?” diye soruyoruz. 

 Her şeyin etiketli olduğu çağımızda gençlerin aslında binlerce sorunu varken çözüm iki ayrı etikete sıkıştırılmış durumda: “Sınav kaygısı”, “Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu” Diğer sorunların ne olduğu ise kimseyi ilgilendirmiyor. Oysa hepsinde bir anlam arayışı var. Çevrelerini ve yaşananları adlandırma-adlandıramama sorunları var. Bunun yanında okullarda kalmak durumunda kaldıkları çok uzun saatler, okul kantinlerinde satılan pahalı ve sağlıksız yiyecekler var. Bir de bir şeyleri anlamlandırmalarına fırsat verilmediği için depresif halleri var. Kendilerine zarar vermeleri, hayatlarının hiçbir döneminde olamayacak denli yoğun duygusal ilişkileri, kimlik inşa süreçleri… Ama ne kadar sayarsak sayalım bunların hiçbiri hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Sadece kuru eleştiriler yöneltiliyor onlara karşı. 

Çünkü kapitalizmin insan anlayışı gereği tüm gençler sadece ve sadece işlevsellikleriyle tanımlanıyor. Okulda derslerini yeterince dinleyemiyorsa, dikkati dağınık deniyor ve hemen bir ilaç; işte tedavi… Sınav kaygısı varsa; birkaç gevşeme egzersizi, “Başarırsın, aslansın, kaplansın” telkinleri… Sorun tamam. Bunlarda başarılı olunmuyorsa ez ezebildiğin kadar o genci. Söylenecek sözler de hazır: “Basiretsiz! Kıymet bilmez! Amacı yok bunun amacı…” 
Ama eğer derslerinde başarılıysa, kurallara harfiyen uyuyorsa, o genç içten içe yaşadığı bunalımın etkisiyle intiharın eşiğinde bile olsa kimse fark etmez emin olun.  Çünkü kimsenin vakti yok, sabrı yok onu gözlemleyecek. Hele ki eğitim sisteminin hiç yok. Arada tabii ki dikkatli ve özenli ebeveynler de harika öğretmenler de çıkmıyor değil. Ama azlar, çok azlar; hem nasıl çok olsunlar ki? Zira yaşadığı sistem içerisinde pek çoğu kendi duygularını, kendi sorunlarını bilmeyen ebeveynlerle dolu etrafımız. Hem nasıl olsun ki? Günde 12 saat çalışan, çalışmak durumunda kalan bir ebeveynin ne kendine ne çocuğuna ayıracak vakti kalmıyor ki. Sistem bunu emrediyor.  

“Sınava hazırlama ve test düzeni, genç insanların öğrenme yeteneğini köreltiyor ve geleceklerini yok ediyor. Gelecekte, eğer bir iş istiyorsanız, makinelerden mümkün olduğunca farklı, yani yaratıcı, eleştirel ve sosyal yeteneklere sahip olmanız gerekecek. Peki öyleyse neden çocuklara makineler gibi davranmaları öğretiliyor?” diyor George Monbiot bir makalesinde. İşte bu sorunun yanıtını ben ülkemde nasıl verebilirim bilmiyorum açıkçası. Sadece bir yarış atı gibi koşturuluyorlar.

Tüm bu yaşadıkları yetmiyormuş gibi bir de anlamından kopuk yaşamlarına, anlam yüklemenin mümkün olmadığı ölümler düşüyor benim ülkemde. Geçen yıl “A,B,C,D,E” şıklarından birini seçmek için sınava giren öğrenciler evlerinde giderken bir bombanın hedefi oldular mesela. Koşulduğu bu yarışta ODTÜ kazanan öğrenciler katledildi bombalarla. Tamamen tesadüf eseri siz değil de birileri ölüyor, sakat kalıyor. Ama herkes biliyor ki bazen tesadüf bizi de oralarda kılabilir. Her açıdan aykırı değil mi halkın çıkarlarına bu yaşananlar? Canımız, terimiz pahasına bize, özellikle gençlerimize yaşatılanların var mı bir anlamı?

Yukarıda saydıklarım arasında boğulan gençlerimizi ise yetişkinler sıkıştırıyor durmadan. Bu ortamda yaşayan gençlerin 'maddiyatçı', 'bireyci' olduğu, politikayla, ülke ve dünya sorunlarıyla pek ilgilenmedikleri eleştirileri geliyor daha çok da. Peki 12 Eylül'ün ve aşırı liberal politikaların bir mirası değil midir bu sonuç? Üniversite örencilerinin siyasal partilere üye olması bile yasaklamadı mı bir ara? Aileler 'Aman yavrum, politika tehlikelidir, etliye sütlüye karışma' diye yetiştirmedi mi çocuklarını? 'Köşeyi dönmek' bir ideal olarak sunulmadı mı? Ne bekliyorduk ki? 


Aslında bir önceki kuşağın yarattığı tüm olumsuzluklara rağmen az bir kesim bile olsalar gençlerin nasıl olup da hâlâ politikayla ilgilendiklerine şaşmalı aslında. Onlar yepyeni bir dünyanın çocukları. Hem onları yetiştiren kuşak sizlersiniz. Bu nedenle çok da eleştirmeye hakkınız yok. Ve unutmayın bizim gençlerimiz ruhlarında, yüreklerinde ATATÜRK’ü taşıyorlar. O nedenledir ki akıllıca davranacaklardır. Hem şimdi önlerine sunulacak yeni sınavda şıkların sayısı da azaldı: "A, B, C, D, E" yerine “Evet mi? Hayır mı?”  

Şuna inanmak istiyorum ki gençlerimiz hayatlarına bir anlam katmak adına, ATATÜRK’ü sevdikleri için, vatanlarını sevdikleri için NEDEN sorusunu soracak ve hep birlikte HAYIR diyeceklerdir. 


Arzu KÖK

11 Mart 2017 Cumartesi

Ankara'da Adalet Var mı? - Arzu KÖK

Ankara’da Adalet Var mı?

Alman Kralı II. Frederick 1750 yılında Potsdam’dan geçiyor. Orayı çok beğeniyor ve “Bana şuraya bir saray yapın” diyor. Ertesi gün adamları gidip bakıyorlar, Kral’ın beğendiği yerde bir değirmen.


 Adamlar kapıyı çalıyor, yaşlı değirmenci açıyor.

– Buyrun?
– Bizi Kral gönderdi. Burayı görüp çok beğendi, satın alacak. Kaç para?
– Satmıyorum ki ne parası?
– Saçmalama Kral istedi.
– Bana ne! Ben satmadıktan sonra kimse alamaz ki!

Adamları gelip Kral’a diyorlar ki;

– Efendim beğendiğiniz yerdeki değirmenci deli. “Satmıyorum” dedi.
– Çağırın bakalım bana şu adamı.

Değirmenci gelip, Kral’ın karşısında duruyor. II. Frederick:

– Yanlış anladınız herhalde beyefendi, ben satın almak istiyorum orayı. Kaç para?
– Yoo yanlış anlamadım, adamların da dün bunu söyledi. Satmıyorum!
– Beyefendi inat etmeyin, paranızı fazlasıyla vereceğim.
– Sen koskoca Kralsın, paran çok. Git Almanya’nın her yerine saray yap. Burayı benden önce babam işletiyordu. Ona da babasından kalmış, ben de çocuğuma bırakacağım. Satmıyorum!

II. Frederick ayağa kalkıyor;

– Unutma ki ben Kralım!

Değirmenci bakıyor ve diyor ki;

– Asıl sen unutma ki Berlin’de hakimler var! Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar kral bile olsa adaletten üstün değildir. Hiç kimse adaletin üstüne çıkamaz. Orada oturamaz.

Potsdam’da Sansosi Sarayı. Saray ve değirmen yan yana. Kral ve değirmenci adaletle komşu oluyor.

Sabahları II. Frederick arka bahçeye çıktığında değirmenci sesleniyor;

– Hey Frederick, ekmek yaptım göndereyim mi?

II. Frederick diyor ki;

-“ADALET HER SABAH bana, SICAK BİR EKMEK kokusuyla gelirdi.”

Yıllardır Hukuk Fakültelerinde anlatılan “Berlin’de hakimler var” konulu bu yazı sizlere neler anlattı merak ediyorum doğrusu. 


Yine Hukuk Fakültelerinin birinci sınıf öğrencilerinin ABC’si olan bir şey daha var: 
Adalet Tanrıcası Themis. Bu bakire kadının gözleri bağlıdır. Bir elinde terazi, diğer elinde kılıç tutar. Aslında nazar boncuğu niyetine her evde bulunması gereken bir simgedir bu, zira dünyada ve ülkemizde adaletsizlik diz boyudur.

Terazi; Adaletin eşit ve dengeli şekilde dağıtılmasını...
Kılıç; Adaletin keskinliğini...
Bağlı gözler; Adaletin tarafsızlığını... 
Bakirelik; Adaletin bağımsızlığını simgeliyor.

Adliyelerin duvarlarında; "Adalet mülkün temelidir" yazar ama bu sadece sözde kalmıştır, özde yoktur yazık ki…

Danimarka'lı heykeltraş Jens Galschiot'un eseri olan bir heykel geliyor aklıma. Bu heykel, Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da bildiğim kadarıyla. Heykelin yanı başında şu sözler yer alıyor: "Bir adamın sırtında oturuyorum. Bu yük altında eziliyor. Ona yardım etmek için her şeyi yaparım. Sırtından inmediğim sürece." Justitia (Batı'nın Adalet Tanrıçası)

Bazen bir fotoğraf bin söze bedeldir türünden olan bu eser, dünyada adaleti gösteren en iyi heykeldir. Üçüncü Dünya Ülkelerini temsil eden zayıf Afrikalı'nın sırtında kapitalist ülkeleri temsil eden şişman zengin. Elinde ise Themis'in Adalet Terazi'si. Sanatçı burada ironik vurgu yapmış; çünkü çoğu güçlü ve zengin insanlar gerçekten adil olduklarını zannederler. Zaten çevrenizde kime sorsanız; herkes iyi ve adildir. Ama “Herkes iyi ve adil ise, bunca kötülük, felaket, savaş ve adaletsizlikler uzaylılar tarafından mı yapılıyor?” sorusunun cevabı yoktur.

Türkiye’de ise adalet örümcek ağına benziyor. Büyükler bozup geçerken bu ağı, küçükler takılıp kalıyor. Böylesi bu durumda Türkiye’de kaç kişi “Yaşlı değirmenci” gibi krala direnip sırtını arkasında dağ gibi duran adalet sistemine dayar ki acaba?

Şimdi söyleyin bakalım; Ankara’da adalet var diyen kaç kişi var? 


Arzu KÖK

7 Mart 2017 Salı

Kadınlarımız - Arzu KÖK

KADINLARIMIZ



‘’Ve kadınlar, bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri,
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yarimiz
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve sofradaki yeri, öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde; tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların 
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle
bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız.’’

Nazım Hikmet ‘Kuva’yı Milliye Destanı’nda ne güzel anlatmış kadınlarımızı. Peki 1941’ de yazılan bu satırlardan günümüze değişti mi acaba kadınımızın yeri? Pek değil. BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) yıllık ‘İnsani Gelişme Endeksi’ raporunda bu yıl üç sıra birden gerileyerek 79’uncu sıraya inen Türkiye, kadınlara fırsat eşitliği sunulması konusunda da alarm veriyor. Rapordaki ‘Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ (GEM) verilerine göre, Türkiye, bu alanda Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de gerisinde kalarak 109 ülke arasında 101. oldu. 

Ama siyasiler tüm bunları görmezden geliyor ve bakın neler söylüyorlar:

“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.”
“Kadına şiddet abartılıyor.”
“Kız mıdır kadın mıdır bilemem.”
“Örtüsüz kadın ya satılıktır ya da kiralıktır.”
“Kadına şiddet azaldı fakat haberleri arttı.”
“Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak.”
“Kadın ve erkeğin eşit olması fıtrata ters.”
“Kadının tek kariyeri annelik olmalı.”

Bunlara ek olarak bir de kadınların hamileyken sokağa çıkmasını istemeyen profesörler, flörtün fahişelik olduğunu iddia edenler, kızlı erkekli evlerde kalınıyor diye hedef gösterenler…vs. bir sürü saçma sapan söylem var. Bunların hepsi cahil, eğitimsiz, kendini kadından üstün gören erkek müsveddelerini kadına karşı öfke ile dolduruyor. Bir de buna ülkede hakim olan "ben yaparım olur" dayatmasını eklerseniz, erkekler dayatarak, sırf kendi istedikleri için bazı şeylerin olmasını bekliyorlar. Olmayınca da "bir sus Hatun" misali kadını susturma yoluna gidiyorlar. Susturamadıklarında ise şiddete, öldürmeye, tecavüze varan bir noktaya gidiyorlar. 

Şimdi yeni bir Anayasa oylaması yapılacak ve kadınlardan oy istiyorlar. Oysa kadınların “Evet” demesi için hiçbir şey yapılmamış bu güne kadar. Evet yerine HAYIR demek içinse bir sürü neden var. Yukarıda sadece söylenenleri ifade ettim ama pek çok neden sayılabilir bu anlamda. İlk aklıma gelenleri sıralıyayım:

Son 15 yıldır kadın cinayetleri 14 kat arttı.  Kadın katillerinin sebep olarak gösterdikleri hep yukarıda saydığım söylemler olmuştur. (Açık giyindi, terk etti, yemek yapmadı gibi) Yargı sistemi ise nedense kadın katillerini sürekli akladı bu güne kadar.  Kadın katilleri sudan sebeplerle indirimler aldı, serbest kaldı. 

Ülkemizde taciz ve tecavüz hızla artarken ana akım medya ve iktidar cinsel şiddete münferit olaylar muamelesi yaptı. Oysa taciz ve tecavüz cinsellik değil, gericilikten beslenen şiddet eylemleridir. Tecavüzcüler ise ruh hastası ya da sapık değil, birilerinden cüret alan gericiler, kadın düşmanlarıdır. Tecavüzcülere “akıl sağlığı yok” gerekçeleriyle indirimler verilmekte, kadının içkili olup olmaması, geçmişi, davalarda hafifletici sebep olmaktadır. Bazı medya kanalları “Mini etek giyen tecavüze uğrar.” diyerek tecavüzü normalleştirir hale gelmiştir. 2016 Kasım ayında meclise sunulan çocuk tecavüzlerinde faili aklayacak, çocukta rıza arayacak yasa tasarısı ise kadınların direnişi sayesinde geri çekildi.

Kadın bedeni üzerinden gerici bir siyaset anlayışı uygulanmaktadır. Neoliberal  politika uygulayanlar, ucuz iş gücü ordusuna ihtiyaç duyarlar. Bu noktada ise hedef kadın bedenidir. “En az üç çocuk, anne olmayan kadın eksiktir” gibi söylemlerle kadınlar çocuk doğurmaya zorlanıyor. Doğum kontrol yöntemleri vatana ihanet olarak adlandırılırken, kürtaj ise katliam olarak tanımlanıyor. “Tecavüze uğrayan doğursun devlet bakar.” ve “Tecavüze uğradıysa niye çocuk ölsün, annesi ölsün!” söylemleri ise kadınların aklından uçup gitti mi bilmiyorum. Bu yönde bir karar çıkmış olmamasına rağmen kürtaj fiilen devlet hastanelerinde uygulanmamakta, doğum kontrol yöntemleri ise günden güne daha da tüksek bedellere ulaşmaktadır. 

Kadın yaşamının her alanında gerici bir baskıya maruz kalmaktadır. Sunulan ideal kadın tipolojisi; evden çıkmayan, iffetli ve erken yaşta evlenip çocuk doğuracak kadınlardır. Laikliğe yönelik saldırılar ve gericilik, oluşturulmak istenen bu kadın için referans niteliğindedir. Kadınların sokakta attığı kahkahadan, sürdükleri kırmızı ruja, giydikleri eteğin boyuna kadar gündelik yaşamlarının en ufak parçaları bile saldırının hedefi olmuş durumdadır ne yazık ki.

Kadını bastırmak, köleleştirmek istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki kadınlar güçlüdür,  kararlıdır. Yapmak istediklerini gözlerini kırpmadan korkusuzca yapabilme becerileri vardır. Hele ki sorun sevdiklerini korumak olunca gözlerini dahi kırpmadan icabında ölüme bile giderler.

Erkekler kadınların bu üstünlüklerinin sezgisel olarak farkındalar. Bu nedenledir ki kadınları ezmeye çalışmışlardır yıllardır. Kadının okumasına, ekonomik bağımsızlığını kazanmasına, sosyal statülerinin yükselmesine hep karşı çıkarlar. Kadını eve kapatmak, başını bağlamak, şiddet uygulamak, siyasette söz sahibi etmemek gibi hareketler hep erkek çaresizliğinin sonucudur. Zira kadınlar bu güçleri de ellerine geçirirlerse, kendilerine ekmek çıkmayacağından korkarlar.

İşte bu nedenledir ki, gücünü yüreğinden alan kadınlarımız artık hak ettiği yere ulaşmasını da bilmelidir. Yıllar önce vatanı için yaptığı birlikteliği aynı şekilde kendi ve gelecek nesillerin aydınlığı için de gerçekleştirmelidir. Gerçek yerini ve gücünü tüm görmek istemeyenlere göstermeli ve almalıdır. 

Bu anlamda ülkemin bütün kadınları uyanın artık, uyanın… Anasınız, ablasınız, bacı, kardeş, eş ve çocuksunuz. Her koşulda başların tacısınız. Ulusal Kurtuluş Savaşımız kadınlarımızın nasır tutan elleri ve sevgi dolu yüreğiyle kazanıldı. Kurtuluş Savaşında eli silah tutan Fatma Bacım gibi, ülkesini savunmada kahramanlık destanı yazan Nene Hatun gibi, adı bu ülkemizin topraklarına karışan binlerce anamız bacımız gibi direnelim, direnelim… Çünkü siz HAYIR derseniz değişir her şey…


Arzu KÖK