18 Kasım 2018 Pazar

Hatay Cumhuriyeti Meclisi - Arzu KÖK

Hatay Cumhuriyeti Meclisi

Hatay Cumhuriyeti Meclis binası müze olarak değil de künefeci olarak kullanılıyormuş da şöyle bir gerilere Hatay’ın hikâyesine gideyim dedim. Zira bu bilinirse yapılan ihanetin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Açıkçası ben bu tarihi bilen, yaşayan büyüklerimin anlattıklarının yarısını anlatacağım. Ama ne olursa olsun bunca yaşanan şey sonrasında tarihe ihaneti içim almıyor.


Birinci Dünya Savaşı'ndan 1938'e Hatay Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı'nı kaybetmiş olması sonucu, bütün cephelerde olduğu gibi Filistin ve Suriye'de dövüşen Osmanlı Ordusu da, 1918 Eylül ayı sonlarına doğru görev bölgesinden çekilmeye başladı. Suriye'de, VII. Yıldırım Ordusu'nun yöreden ayrılmasından sonra İtilaf Devletleri'nin desteği ile, Hicaz Emiri Faysal'ın başkanı olduğu bir Arap-Suriye hükümeti kuruldu. İngilizler, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Antlaşması hükümlerine dayanarak 25 Kasım 1918'de İskenderun Sancağı'na bir miktar asker çıkardılar. Aynı Antlaşma hükümlerine göre, Osmanlı yönetimine bırakılmış olmasına rağmen İskenderun Sancağı 'nı işgal eden İngiliz birlikleri, 5-6 gün kentte kaldıktan sonra çekilerek 7 Aralık 1918 tarihinde, Antakya'ya giren Fransız askerlerine işgali devrettiler.

Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan VII. Yıldırım Ordusu Kumantanı Mustafa Kemal Paşa geri geldiği Adana'da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto etti. Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması sonucu sancakta mücahitler olarak adlandırılan ve zaman zaman silahlı çatışmaya da giren bir direniş hareketi örgütlendi. 13 Temmuz 1919'da İskenderun Sancağı'na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi. Sivas Kongresi'nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de ( Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.

Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı'nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma ortamına girmesi üzerine, Antakya'da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye'yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti'ne son vermiş ve ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı. Gene Ankara Antlaşması hükümlerine göre Fransızlar, Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis ve Antep'i boşaltırken, İskenderun, Antakya, Kırıkhan, Reyhanlı, Altınözü ve Samandağ'dan çekilmeyip bu beldeleri İskenderun Sancağı adı altında ve özel bir statü içinde, Fransız mandası olarak yöneltilmekte olan Suriye Devleti'ne bağladılar. Bu uygulamaları ile Ankara Antlaşması, sancağın kurtuluş ümitlerini gelecekte belirsiz bir zamana bırakmış olması nedeniyle Hatay'da yaşayan Türkler arasında üzüntü yarattı.

Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe'nin okutulması, Arapça'nın yanında Türkçe'nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk bayrağına benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar.. 
Fransızların, İskenderun Sancağından çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana'da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'den bölge ile ilgilenmesini istediler. 1922'de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşmasında esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk'ün 15 Mart 1923 günü Adana'da yaptığı konuşmada, "... kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz" sözü ile yeni bir dinamizm kazandı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin gündemine ciddi olarak girdi.


Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular. Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti'nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun'da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen'in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağında Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex'in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.

Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam'daki Merkezi Suriye Hükümeti'ne bağlanma kararı aldı.

Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Fransa'nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağının geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girdiler. Bu faaliyet içinde, özellikle anavatanda gerçekleştirilmiş olan Atatürk ilke ve inkılapları örnek alındı. Örneğin, Latin harflerini öğreten kurslar açıldı, fes yerine şapka giyilmeye başlandı ve herhangi bir faaliyet gösteremeyerek, sembolik bir kuruluş halinde kalan Halk Partisi kuruldu. Türk nüfusun yaptığı bu gayretli ve ısrarlı çalışmalar meyvelerini verdi ve bir süre sonra Fransızlar, İskenderun Sancağında Türk hakimiyeti kavramına sıcak bakmaya başladılar.

Sancakta yaşayan Türkler, Ankara'ya gönderdikleri heyetler ile zamanın başbakanı İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak aracılığı ile Atatürk'e bir kere daha aktardıkları davaları için Ulu Önder'den daha yakın ilgi ve destek istediler. Türk hükümeti, 1936 Eylül ayında Cenevre'de yapılan Milletler Meclisi toplantısında konuyu gündeme getirerek, İskenderun sancağının bağımsızlık talebini Fransız Hükümeti'ne resmen bildirdi.

Atatürk, 1936 yılı TBMM'nin açış konuşmasında, "... Fransızlar ile aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir" diyerek sancağın bulunduğu bölgeye Hatay ismini verdi. Bu davranışı ile Hatay Meselesine ciddi olarak el konduğunu ifade etmiş olan Atatürk, o sırada faaliyette olan Antakya-İskenderun Yurdu cemiyetinin adını da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirdi. Bu cemiyetin merkezi İstanbul'da idi.

Olayların hızlı bir gelişme içine girdiği bugünlerde, Fransız başbakanı Leon Blum'un, Suriye'ye bağımsızlık verileceği şeklinde beyanı, Hatay'ın Suriye'ye geçmeden anavatana katılması için yapılacak çalışmaların hızlandırılmasını gerekli kıldı. Bu sırada Türk nüfusun aleyhine gelişeceği sezilen, 14-15 Kasım 1936 genel seçimlerine Türkler katılmayarak seçimi boykot ettiler. 1937 yılı başında, Hatay'daki huzursuzluğu gündemine alarak görüşen Milletler cemiyeti, "...her Hataylı dilediği cemaat listesine yazılmak ve rey vermek hakkına sahiptir" maddesini içeren Türk tezini kabul etti ve yapılacak halk oylaması için Antakya'ya bir gözlemci heyeti gönderdi. 

Heyetin halk oylaması konusunda olumlu bir kanı ile Cenevre'ye dönmesinden ve raporlarını 27 Ocak 1937'de Milletler Cemiyeti'ne vermelerinden sonra, İskenderun Sancağı için yeni bir statü ve anayasa taslağı hazırlanarak sancakta, Millet Meclisi seçimi yapılması kararı alındı. Türkiye adına Numan Menemencioğlu'nun katıldığı anayasa taslağı hazırlama komisyonu, Fransız, İngiliz, Belçikalı ve Hollandalı diplomatlardan oluşmaktaydı. Komisyon tarafından 15 Mayıs 1937'de tamamlanan tasarı Milletler Cemiyeti'nce 29 Mayıs 1937'de kabul edildi. Bu taslağa göre sancak, içişlerinde bağımsız, dışişleri, maliye, gümrük işlerinde Suriye'ye bağlı kalacaktı. Sancağın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa'nın garantörlüğü altındaydı. 

Milletler Cemiyeti'nce kabul edilen tasarı esasları çerçevesinde Ekim 1937'de Antakya ve İskenderun'da Türk konsoloslukları açıldı. 15 Nisan 1938'de başlayan ve ileride yapılacak Millet Meclisi seçimine esas olacak sayım işleminde, adilane hareket edilmeyip, Türkler aleyhine bir tavır takınılması üzerine durum, Türkiye Cumhuriyeti'ne, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti'ne duyuruldu. 

Sayım sırasında yer yer kanlı olayların da çıkması üzerine örfi idare ilan edildi ve toplum düzenini sağlamak amacıyla Fransız milislerinden oluşan Albay Collet komutasında bir birlik Antakya'ya geldi. Türk partizanı bir asker olan Albay Collet tarafından düzen sağlanıncaya kadar, sayım işlerine beş gün ara verildi. Askeri tedbirlere rağmen olayların devam etmesi üzerine Fransız delegesi Carreaux, Hatay'ın yönetimini Türkler'e bırakmayı teklif etti.

Bu teklif üzerine Ankara'nın görüşü ve oluru alınarak, İçişleri Müdürlüğü mahiyetinde olan İskenderun Sancağı Valisi görevine Dr. Abdurrahman Melek atandı ve vali 6 Haziran 1938 tarihinde göreve başladı.

Bu tedbirlere rağmen etnik gruplar arasında sürüp giden gergin ortamda bazen ölümle sonuçlanan olayların devam etmesi üzerine, sayım işleri tamamen durduruldu ve seçim komisyonu 26 Haziran 1938'de Sancak'tan ayrıldı.

Duruma bir hal çaresi bulmak amacıyla Türkiye ve Türkiye ve Fransız heyetleri arasında Antakya'da yapılan ve bir hafta süren görüşmeler sonunda, 2500 Türk ve 2500 Fransız askerinden oluşacak birliklerin Hatay'a girmeleri ve sayımın bu birliklerin denetimi altında yapılması kararı alındı. Bu karar gereğince, 5 Temmuz 1938'de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk alayı törenle Antakya'ya girdi. Alınan tedbirler ile sayım işlerine 22 Temmuz 1938 tarihinde yeniden başlandı ve sayım işlemi 1 Ağustos 1938 tarihinde tamamlandı. Sayım sonucunda seçmen sayısı: Türkler 35.847, Aleviler 11.319, Ermeniler 5.504, Araplar 1.845, Ortodoks Rumlar 2.098, diğerleri ise 395 kişi olarak tespit edildi. Bu sayılara göre Millet Meclisi için: Türklerden 22, Alevilerden 9, Ermenilerden 5, Araplardan 2, Ortodoks Rumlardan 2 olmak üzere toplam 40 milletvekilleri adayları, seçilecek milletvekili sayısı kadar olduğundan, bunlar için seçim yapılmadı ve bu adayların tümü milletvekili olarak meclise girdiler.

2 Eylül 1938 günü toplanan Hatay millet Meclisi, daha önce Atatürk tarafından aday gösterilen Tayfur Sökmen'i Hatay Devleti Cumhurbaşkanı seçti. Dr. Abdurrahman Melek başbakanlığa atanırken, Abdülgani Türkmen meclis başkanı oldu. Beş bakandan oluşan Hatay Devleti Hükümeti, Hatay Millet Meclisi'nin 6 Eylül 1938'deki oturumunda güven oyu aldı.

Çıkarılan bir yasa ile Türkiye Cumhuriyeti yasalarının tümü Hatay Devleti'nin yasaları olarak kabul edildi ve bunlar içinde hemen uygulanabileceklerin belirlenmesi için hükümete yetki verildi. Devlet yönetiminde vatandaşlara uygulanan eşitlik sayesinde cemaatler arasındaki ayrılık ve husumet giderek azaldı.

İlk başta Antakya, İskenderun, Kırıkhan ilçelerinden ibaret olan Hatay Devleti'nde daha sonra Reyhanlı ve Yayladağ ilçeleri oluşturularak ilçe sayısı beşe yükseltildi. Para birimi Suriye lirası olan Hatay Devleti'ni dış ülkelerde Suriye Devlet Başkanı temsil edecekti. Devletin bayrağı, Türk bayrağının çok benzeri olup sadece yıldızı kırmızı idi. 

Bir süre sonra Fransız idaresindeki Suriye Devleti ile Hatay Devleti arasında bazı konularda yetki ve yönetim açısından baş gösteren anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Manda yönetimi zamanından bu yana görev yapan bütün Fransız ve Suriyeliler, Türk yönetimince işten çıkarıldılar. Gerginleşen münasebetler üzerine Suriye Devleti'nin bir ara posta pulu vermemesi üzerine, Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'nin pullarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra kendi pullarını çıkaran Hatay Devleti, Uluslararası Postalar Topluluğu'na üye oldu. Devletin parası Suriye parası idi. Vurgunculuğa mani olmak amacıyla gizlice toplanan meclisin bir gece içinde çıkardığı bir kanunla, Suriye parası yerine Türk lirasına geçildi. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İskenderun'da bir şube açtı. 

Bu sırada Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırı kapalı idi. Suriye Devletiyle anayasa gereği bir sınırı bulunmamaktaydı. 20 Ekim 1938 gece yarısı Fransızlar, kendilerine çıkarılan güçlükleri bahane ederek, Suriye Devleti'nin Hatay Devleti ile var olmayan sınırını kapattılar ve Hatay Devleti ile olan ilişkiyi dondurdular. Amaçları Türkiye ile sınırı kapalı olan Hatay Devleti'ni ekonomik açıdan güç duruma sokup kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Bu olaya misilleme olmak üzere Hatay Devleti de Suriye ile yeni oluşan sınırını kapattı. Her iki taraftaki sınırın kapalı olmasının Hatay Devleti'nin ticaret ve ulaşım işlerini aksatacağı ihtimali karşısında, olaydan iki gün sonra Millet Meclisi'nde alınan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınır açıldı. Suriye hududunun Fransızlar tarafından kapatılması, öteden beri düşlenen, Hatay'ın anavatana katılması hedefi için pek olumlu bir ortam yaratmıştı. Fransızlar'ın bu durumu sezip özür dileyerek, Hatay Devleti ile olan sınırı tekrar açmalarına rağmen Hatay Devleti, Suriye Devleti ile olan sınırını açmadı. Bu gergin ilişkiler içinde, anavatana katılma arzusu ile dolu sekiz ay geçti. 

Türkiye Cumhuriyeti'nde 1939 yılında yapılan milletvekili seçiminde, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen Antalya'dan, Başbakan Abdurrahman Melek ise Antep'ten milletvekili seçilerek TBMM'ne girdiler. Bu olay Hatay'ın anavatana katılması hedefinin bir diğer adımını oluşturmakta idi. Zaten Fransa da bu konuya son zamanlarda ılımlı bakmakta kamuoyunda ise bu çözümün bölgedeki istikrar ve her iki devletin geleceği için en uygun yol olacağı görüşü ağırlık kazanmakta idi.

Nihayet Fransa Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında yapılan anlaşmaya uygun olarak, Hatay Millet Meclisi'nin 23 Haziran 1939'da oybirliği ile aldığı karar gereğince Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldı. Hemen uygulamaya konan bu karar sonucu, Hatay'da görevli son Fransız birliği 7 Temmuz 1939 günü Antakya kışlasında yapılan törenle Hatay'dan ayrıldı. Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlar'a bağlı olan Suriye-Büyük Lübnan Bankası, Tütün İdaresi, Elektrik Şirketi, İskenderun Liman Şirketi'ni satın alırken, Suriye uyruğuna geçmek isteyen vatandaşlarına da bir tercih hakkı tanıdı. 

Suriye Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerinin katılımı ile oluşan komisyon sonucunda bugünkü sınır çizgisi tespit edildi ve TBMM'de çıkarılan 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasa ile Hatay ili oluşturuldu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Hatay Egemenlik Cemiyeti Genel Sekreteri Şükrü Sökmen Süer, Hatay'ın ilk valisi oldu. 

Hatay'ın, Türkiye'ye katılma kararının alındığı Hatay Cumhuriyeti’nin tarihi Meclis Binası son zamanlarda bir müze olması, yaşanan o yılların zorluklarını anlatan tarihi bir mekân görevi üstlenmesi gerekirken, künefeci olarak kullanılıyor ne yazık ki. 

Dünya Savaşı'nın ardından düşman işgaline uğrayan şehirde Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında sinema salonu olarak inşa edilen bu bina daha sonra Hatay Devleti tarafından Meclis binası olarak kullanıldı. Antakya’da Asi Nehri’nin kenarında bulunan bu tarihi mekân bir süre Valilik olarak kullanıldıktan sonra restorasyon çalışmasına girer. Restorasyon çalışmalarının ardından 2008 yılında yeniden açılan tarihi binanın bir kısmı künefeci olarak tahsis edilirken bir bölümü ise küçük esnafın kullanımına açılmış durumda. Binanın daha önceden sinema olarak kullanılan bir bölümü ise kültür merkezi olarak kullanılmaya devam ediyor. 

Bizler ne tarihine ne de tarihi mekânlarına değer vermeyen nasıl bir ulus olduk? Şaşıp kalıyorum bazen. Buradan Hataylılara ve Hatay’da görevli tüm kamu kurum yöneticilerine sesleniyor ve oranın müze yapılması konusunda bir çalışma yapmaya davet ediyorum. Hatay bağımsızlığa hele de Anavatan’a yukarıda anlatabildiğim gibi kolay katılmadı. O halde bu süreç orada anıtlaşmalı ve gerçek değerini bulmalı…


Arzu KÖK

9 Kasım 2018 Cuma

Atatürk’ü Özlemek… - Arzu KÖK

Atatürk’ü Özlemek…

 Kasım genelde insana bir ninenin sararan benzini, aklaşan saçlarını, yılların izini taşıyan buruşuk yüzünü; çilenin, vefasızlığın, ihanetin, nankörlüğün derin acısını yansıtan bakışlarını; çatlaklar dolu nasırlı ellerini hatırlatır… Bahçelerde biriken sarı gazeller arasında canlı kalmaya çalışan, mevsimin yeşilliklerini temsil eden incecik dallı çimler, otlar, sümbüller, kasımpatılar ise geleceği, tabiatın doğurganlığını, doğanın ölümsüzlüğünü hatırlatır…


 On Kasımlarda ise bu algılama farklı bir boyut kazanır; varlığımızı muhtaç olduğumuz Gazi Paşa’nın bakışları üzerimde gezinir adeta… Bakışlarının ışığında sanki bir şeyler söyler gibidir; bir şeyler hatırlatmak istercesine derin derin bakar durur enginlere…
Seslendiğini duyarım en derinlerden:

-“Hey çocuk, bak bu tarafa! Duydum ki bazıları müstemleke muhtarı edasıyla, en büyük mirasım olarak bildiğim Cumhuriyet okullarında ve resmi dairelerde asılı duran resimlerime kafayı takmış; resimlerimin okullardan, devlet dairelerinden indirilmesini istermiş!... Andımızın kaldırılmasını istemiş ve de kaldırılmış. Okullarımızdaki eğitim laiklik çizgisinden uzaklaştırılmış, dini kisveye bürünmüş!... Hani bunların dışarıdan dayatılmasını anlarım da; kuyruk acıları vardır, sömürgeleştirmek istedikleri Anadolu’nun bağrında derslerini aldıkları için kinlerini kusuyorlar, anlarım onları… Fakat kurduğum Cumhuriyet okullarından yetişip bir yerlere gelen, hele Prof. ünvanı almış birilerinin benden, benim eserlerimden gocunmalarını anlayamıyorum… Cumhuriyet bunlara hiç mi bir şey öğretmedi?... Söyle bre çocuk söyle, hiç mi öğretmedi?...”

-“Iııı!...”

-“Peki çocuk!... Anlaşılan cevaplayamıyorsun bu sorunun cevabını… Daha kolay sorayım o zaman; Türk Milletiyle beraber kan akıtarak kurtardığım vatan toprakları üzerinde bu kadar hain nasıl oldu da bir araya geldi? Bu kadar mı haini bol bir millet oldunuz? Sonra, kurduğum laik Cumhuriyetin nimetlerini kullanarak, onun kutsal değerlerini ticaret matahı yaparak gizli ajandalarında yazılı amaçlarını gerçekleştirmek isteyen kadroları nasıl olur da işbaşına getirdiniz?... Söyle bakalım çocuk, söyle nasıl?...”

-“Iııı!...”

-“Hey, çocuk!... Savaş meydanlarında, piyonlarını cepheye süren Batı emperyalizmini yendiğimiz günleri hatırla… Yokluk ve sefalet içinde, hastalıklar içinde kıvranarak; yılların savaş yorgunluğu ve bir tek kişiye ram olma, ümmet olma düşüncesinin egemen olduğu bir ortam içinde; hürriyetini, onurunu, iffetini korumuş olan bu necip millet, her türlü olumsuzluğa rağmen Batı emperyalizmi karşısında diz çökmedi. Türk milleti adına, sözde milli irade adına, çirkin politikacı simsarlarının önüne neden geçmiyorsun? Nasıl oluyor da bu milletin, Batının şamar oğlanı olmasına izin veriyorsun? Sana emanet ettiğim Cumhuriyeti böyle mi koruyacaktın?...”

-“Iııı!...”

-“Hey çocuk!... Kırk yıldır kapısında bekletilen AB kuzulkurdasının varlığının yarın devam edeceğinden kim emin olabilir ki? Adam gibi adam, insan gibi insan olduğun zaman başkaları sana gelecektir… Bunu başaramadığın için başkalarının kapısında bekletiliyorsun! İstenmeyen yere neden illa da misafir olmak istiyorsun, söyle bakalım evlat? Senin sahip olduğun kudretin, yapay AB oluşumunda olmadığını ne zaman fark edeceksin ki?...”

“Sana karşı hırçınlığı, seni hakir görmeleri, aşağılamaları, komiserleri tarafından azarlanmalarının sebebi budur, bunu ne zaman anlayacaksın sen çocuk? Ne zaman kendi değerlerine, benliğine, öz varlığına dönüş yapıp, silkineceksin ve kendine geleceksin, ne zaman?...”

“Hiç mi kurtuluş mücadelemizi okumadın; hiç mi geçmişine dönüp bakmadın; hiç mi atanı-dedeni, ecdadını tanımadın? Ataların düşmanları, yani dünün düşmanları bugün de farklı şekillerde senin düşmanların; sadece çizmeli değiller, kravatlılar… Mütareke yıllarında, biz cephede savaşırken iç düşmanların varlığını, arkadan hançerlemelerini kimse anlatmadı mı?”

-“ Peki çocuk, Yırtık fotin, yalın ayak, yamalı esbap, çakaralmaz tüfekle savaşarak bu vatanı, Anadolu’yu düşmanın esaretinden kurtaran Mehmetçiğin çektiği sefaletin, açlığın, yokluğun, acının farkına hiç vardın mı?”

-“Sadece vatan ve bayrak diye tutuşan bir ruh, çarpan bir yürek, vatan için şehit olmaya yeminli, senin yarı yaşındaki o taze fidan gençlerin hikâyesini hiç okudun mu, okuttular mı sana?”

-“Hiç bahsettiler mi Çanakkale’de şehit olan 250 bin gencin hikâyesini?”

-“Kınalı kuzuların hikâyesini anlattılar mı sana; sizleri, onların eseri olarak tanımladığım öğretmenlerin anlattı mı?”

-“…???!!!...”

-“Tabii ki okutmadılar… Anlattırmadılar… İşlerine gelmez, onları bilmen…”

-“Bilirsen uyanırsın, vatan toprağına sahip çıkarsın…”

-“Uyutulman gerek… “

-“Dünyanın nefsanî zevklerini öne çıkarıp, bir vurdumduymazlık içine sokulduğun için bunlardan haberin olmuyor… “

-“Yurdunun her noktası farklı amaçlar için adeta işgal edilmiş; ister yerli uşaklar, ister yabancı ortaklar aracıyla olsun…”

 -“Anadolu’nun yeniden kurtuluşu gerek, çocuk… Farkında mısın?...”

-“Sana niye emanet ettim ben bu ülkeyi?...”

-“Uyuyasın diye mi?...”

-“Har vurup harman savurasın diye mi?...”

-“Uyan, çocuk uyan!... Yarın çok geç olabilir…”

-“…???!!!!....”

Hele ki 10 Kasımlarda hep bunlar gelir kulağıma. Utanırım. “Affet beni Gazi Paşam, affet…” diye haykırasım gelir…

İçinde olduğumuz ve birilerinin refah ufkuna doğru yol aldığını sandığı geminin çok hızla su almakta olduğunu, yakında bir karaya ya da sivri kayalara bindirme tehlikesinin varlığını görebiliyor muyuz?…

Bu toplumun uyuyakalmasını söyleyerek onu uyutmaya çalışanlar yazık ki, gizli ajandalarını gerçekleştirme yolunda hayli mesafe aldılar…

Umuyorum ki uykuda olanlar bir an önce uyanır ve üzerindeki rehaveti atar ve silkelenip kendine gelir…

Ülkenin kaderine el koyar, vatan topraklarına sahip çıkar…
Umalım ve bekleyelim...

Bakalım bu 10 Kasım’da Gazi Paşanın uyarıları sonuç verecek mi?...


Arzu KÖK