25 Temmuz 2017 Salı

Matematik ve Cihat - Arzu KÖK

Matematik ve Cihat

Hayatın her aşamasında vardır matematik. Girişimcinin işletmesi için yaptığı planlarda, borsa analistlerinin karmaşık algoritmalarında ve hatta aşkta...


 Matematik sayılardır, oranlardır, olasılıklardır. Bilginin işlenmesi, anlamlandırılması ancak matematik ile mümkündür. Hayatın büyük bir kısmı matematiktir. Çünkü hayat da tıpkı matematik gibi kendini tekrar eden etmenlerle doludur. Hava tahminlerinden borsadaki dalgalanmalara, gezegenlerin hareketlerine, şehirlerin hatta devletlerin planlamasına ve büyümesine kadar matematik günlük hayatımızda kullandığımız vazgeçilmez bir araçtır.

Dört işlem hafife alınmamalı, her türlü işin başında matematiğin temelini oluşturan en basit mantık yani toplama, çıkarma, çarpma, bölme var. Yüzde hesapları, oranlar, kesirler ürünleri fiyatlandırmak ve bütçenizi tutturmak için arka planda kalan matematikten ibaret. Eskilerin tarifiyle hesap kitaptan anlamak buna deniyor. Üretim maliyetlerinin hesaplanmasından doğru ürün fiyatlandırmasına, kârın ölçümlenmesine ve finansal verilerin analiz edilerek ileriye dönük planların yapılmasına kadar her aşamada hesap yapmak var. Kısacası, iş planınız salt matematikten oluşmakta. Diğer yanda da, dünyayı kompleks algoritmalar ele geçirmiş durumda. Eğer dünyada sağlam bir yer edinilmek isteniyorsa matematik olmazsa olmazlardan biridir.

Milli Eğitim müfredatı açıklandığında cihat kavramının müfredat kapsamı içerisine alındığında yükselen tepkilere karşı TBMM Milli Eğitim Komisyonu'nun AKP’li üyesi Ahmet Hamdi Çamlı “Cihat bilmeyen bir çocuğa matematik öğretmenin faydası yok” demişti. Bilim adamlarınca mutlaka değerlendirilecek sözdür bu!... Ki kendilerine bi çeki düzen versinler!... Örneğin matematik öğrendin, bilim adamı oldun, kansere çare buldun, depremde yıkılmayan binalar yaptın, Uranüs'e gidecek araçlar yaptın… Ama  cihat bilmiyorsun… O zaman yaptıklarının hepsi hava civa… Cihat bilmeden Uranüs'e gitsen ne fayda!...

Cihat sözcüğü Arapça ''mücadele'' kökünden gelir. c-h-d kökünden türemiştir. Cehd, ''gayret etme'', ''bütün gücünü kullanma'' anlamındadır. Keşke İslam’da da bu anlamda kullanılsaydı. "İslam adına öldürmeyi, gerekirse ölmeyi, bunu yaparken de en azından yanında birini daha götürmek gerektiği" anlamına geliyor yazık ki İslam’da. Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye, %8’lik İşid sempatizanlığı oranı ile dünyada 5. sırada yer alıyor. Birincilik %14 ile Nijerya’da. Malezya ve Senagal, %11 ile Nijerya’yı takip etmiş. Anlaşılan odur ki cihat konusu müfredata konularak bu oran daha da yukarılara çekilmek isteniyor.

 “Cihat bilmeyen bir çocuğa matematik öğretmenin faydası yok” diyorlar. Peki neyle cihat yapacak çocuk? Cihat bile bilim olmadan olmaz. Olursa da Ortadoğu’dakiler gibi küresel güçlerin oyuncağı olan cihatçılar gibi olurlar. Oysa sen çocuklarını nitelikli öğretimle donatırsan, o zaman o çocuk seni dünya siyasetinde üstün hale getirir. Eğer gerçek başarı isteniyorsa cihat, laboratuarlara, kürsülere taşınmalıdır. Bilimi öteleyerek cihat olmaz. 

2014’te İngiltere’de, matematik öğreniminde başarısız gençlerin ülke ekonomisine yılda 20.2 milyar sterlin (24.4 milyar euro) zarar verdiği hesaplandı. Bu miktar, İngiltere gsyh’sinin yüzde 1.3’üne karşılık gelmektedir. İngiltere, Pısa’da Türkiye’den 22 puan daha yukarıdayken 20 milyar sterlin (87 milyar TL) zarara uğruyorsa, 49’uncu sıradaki Türkiye’nin zararı nedir hiç düşündünüz mü?

Matematik eğitiminde belli seviyeye getiremediğimiz her bir birey; olayları analiz etmekte, birbiri ile ilişkilendirmekte, yorumlamakta ulaşabileceği seviyenin altında kalır. Doğal olarak da ülke ekonomisine, dolayısıyla da ülke geleceği için büyük bir zarar demektir bu.

Yıllık cari açığımız 2016 yılında 32 milyar dolar olarak hesaplandı. Buna ilaveten:

Açlık sınırı:1,518 TL
Yoksulluk sınırı: 4,945 TL.
Asgari ücret: 1,404 TL

Halk giderek yoksullaşıyor. Mesela Fransa ve İtalya ile potansiyelimiz aynı, şartlarımız eşit ama ekonomilerimiz arasında uçurum var.
Fransa gsmh : 2,8 trilyon dolar.
İtalya gsmh : 2,2 trilyon dolar.
Türkiye gsmh : 800 milyar dolar.

Matematik kullanılabilseydi böyle mi olurdu? Son yıllara baktığımızda: 

- Et alamayacak kadar fakirleşmişiz
- Üretim denen şeyi unutmuşuz, çare üretme çabaları yok.
- Zekâ seviyemiz, iyi beslenemediğimiz için geriliyor.
- Matematik, fen gibi bilimlerden uzaklaşıyoruz ve uzaklaştıkça medeniyet basamaklarında geriye düşüyoruz.
- Eğer güçlü ülke değilsen birileri seni istediği gibi yönetir aynen kuklaya dönersin.
- Karnı aç olan insanı her yöne çekersin. Çünkü kendi iradesini ortaya koyamaz, silikleşir.

İşte bu yüzden mevcut eğitim sistemini değiştirip matematiği başköşeye koymak zorundayız. Sonra biyoloji, fizik, kimya vs. Çünkü bilimden gidilmeyen yol yol değildir.

Sözlerimi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle noktalamak isterim: "Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: Bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur."



Arzu KÖK

18 Temmuz 2017 Salı

Yozlaşan Demokrasi ve Çirkinleşen Politika - Arzu KÖK

Yozlaşan Demokrasi 
ve
Çirkinleşen Politika

Türkiye’de demokrasi, giderek bir başıbozukluk, bir sorumsuzluk, bir sistemsizlik halini sergilemeye yönelmiştir. Demokrasinin de bir disiplin olduğu bilinci gün geçtikçe yitmektedir. 

 Demokrasinin özgürlük kavramında ” Her kafadan bir ses çıkması ve buna tahammül edilmesi gerektiği”  anlamının bulunduğu doğrudur. Ancak bunun için, ses çıkartan kafaların, öncelikle gerçekten “kafa” olmalarının ön koşul olduğu unutulmaktadır.  

 Peyami Safa; “Avrupa bir kafadır, düşünen, bilen, yapabilen kafalar toplamıdır” demekteydi. Düşünen, bilen, yapabilen kafaların iş bölümüdür ki demokrasiyi gerçekleştirir ve yüceltir. Gerçek demokrasi, sağlıklı kafaların politikayı, ekonomiyi, sosyal ve kültürel hayatı organize etmesidir bir anlamda. Gerçek demokraside sorumluluk, toplumsal organizasyon kuran ve işleten sorumluluk, toplumu oluşturan bireylerden başlar. Demokratik rejim ise düşünen, bilen, yapabilen kafaların toplumsal işlevini disipline eder.

 Prof. Mümtaz Turhan “Batı Medeniyetinin esas unsuru ilimdir” diyordu. İlim, demokrasinin “onsuz olunmaz” felsefesidir. Bilimin egemen olduğu yerde çağdaşlık tartışılmaz, özgürlük tartışılmaz, gerçek tartışılmaz. Orada herkes haddini bilir. Zira sistem, haddini bilmeyenleri dışarı atar. Demokratik disiplinin anlamı budur. Türkiye’deki kimlik bunalımının baş nedeni, işte bu disiplinsizlikten kaynaklanmaktadır. 

- Batı'nın gerçek demokrasilerinde inşaat ameleliğinden ses sanatçılığına, ses sanatçılığından sinema artistliğine, film yönetmenliğine, türkücülükten gazete yazarlığına, kapı bekçiliğinden Genel Müdürlüğe geçen bir tek insan gösterebilir misiniz? 

- Meslek hayatları boyunca mesleğinin gerektirdiği uğraşlar dışında başka şeylerle tanışmamış, bir tek sosyal, kültürel, bilimsel, politik esere imza atmamış insanların ülke siyasetine, toplum kaderine yön verme makamlarına eriştiklerini dünyanın neresinde görebilirsiniz? Ana dilini kurallarına göre yazamayan romancılara, şairlere dünyanın neresinde rastlayabilirsiniz? Hakkında açılmış pek çok dava bulunan kişilerin Bakan ve Başbakan olabilmeleri dünyanın neresinde var? 

Bunların hiç birini aslında hiçbir topluma yakıştıramayız. Aslında burada toplumun değil, sözde toplum adına ses çıkaran sakat kafaların suçu vardır. Tüm bunlardan basın sorumludur. Üniversite ve eğitim odakları sorumludur. 

Sokakların ve caddelerin çukurlardan geçilmediği, sabahları bütün marketlerin önüne bırakılan çöplerin, kirli havanın, kendi bakımsız otobüsleri tarafından kapkara egzoz dumanlarıyla daha da kirletildiği şehirlerde belediye başkanlarının, sağlıktan sorumlu yetkililerin, tıp fakülteleri otoritelerinin demokratik bilincinden söz edebilir miyiz? 

Demokrasi bir sorumluluklar disiplinidir. Evet demokrasi, her kafadan ses çıkması ve buna tahammül edilmesi demektir ama ses çıkartan kafaların sağlıklı olması ön koşuldur. Bu bir gerçektir ve sürekli vurgulanmalıdır. Bu anlamda da öncelikle siyasal kurumlar kendilerini toparlamalıdır.

Kendileri; kendi bünyelerinde demokrasiyi gerçekleştiremeyen, yozlaşmış bu partiler ve yöneticileri gerçek demokrasiyi nasıl gerçekleştirecekler? 

Gerçekleştirebileceklerine inananınız var mı?

Arzu KÖK

16 Temmuz 2017 Pazar

Ubuntu - Arzu KÖK

Ubuntu

Türkçe o kadar söyledik ama anlatamadık kimseye. Belki başka bir şekilde anlatmaya gereksinimimiz vardır diye düşündüm. 

 Ubuntu’nun Türkçe karşılığı ‘insanlık’ demektir. Kökeni Güney Afrika’daki Bantu dilinden gelir. İnsanlara ve onların ilişkilerine odaklanan hümanist bir felsefe olarak da bilinir. Başkalarına karşı merhametli, şefkatli, iyiliksever olmak gibi insani değerleri esas kabul eden bir felsefik yapı bu bahsettiğimiz.

Bunu öncelikle yaşanmış bir öykü ile anlatmaya çalışayım:

Afrika'da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına, birlikte oynayacakları bir oyun önerir:

"Ben karşıdaki ağacın altına bir sepet meyve koyacağım, siz de şuradaki çizgide sıralanacaksınız ve yarışın başlaması için benim işaretimi bekleyeceksiniz. Ağacın altına ilk hanginiz ulaşırsa, sepetteki ödülü o kazanacak, tüm meyveleri o yiyecek."dedi. 

Sonra da, çocukların başlama çizgisinde sıralandıklarını görünce "Başla" işaretini verdi. O an tüm çocuklar el ele tutuştular, koştular, ağacın altına birlikte vardılar ve sepetteki meyveleri birlikte yemeye başladılar. Antropolog, şaşırmıştı. Neden böyle yaptıklarını sordu: "Ubuntu yaptık" dediler. Antropolog bunu ilk kez duyuyordu. Ne anlama geldiğini sordu.

"Birbirimizle yarışa girseydik, yarışı sadece birimiz kazanmış, beşimiz kaybetmiş olacaktık. Beş arkadaş üzülünce, yarışı kazanan bir kişi nasıl ödül meyveyi yiyebilirdi?"dediler ve Ubuntu'nun anlamın açıkladılar. 

Onların dilinde Ubuntu, “Ben, biz olduğumuz için Ben”im demekti.

Özgürlükçü barış aktivisti Leymah Gbowee bu felsefeyi “Ben, ben olduğum için sen, sensin” sloganı ile tanımlıyor.

Ubuntu kavramı, diğerleriyle ilişki içindeki bireyi tanımlar. Nelson Mandela’nın sözleriyle ifade edecek olursak: “Bir ülkeden geçen bir seyyah bir köyde durur, yiyecek ya da içecek istemesine gerek yoktur. O köyde durduğunda köylüler ona yiyecek verir, onu ağırlar. Bu Ubuntu’nun bir veçhesidir ama başka pek çok veçhesi de vardır. Ubuntu insanların kendilerinin bizzat zenginleşmemesi gerektiği anlamına gelmez. Burada asıl mesele şudur: Etrafındaki topluluğun daha iyi konuma gelmesi için de aynı şeyi yapıyor musun?” 

Nobel barış ödüllü Güney Afrikalı Desmont Tutu, bu kelimeyi şöyle özetliyor: “Ubuntu’ya inanan bir insan diğerlerine açıktır. Diğerlerine olumludur. Diğerleri iyi ve yetenekli olduğunda tehdit altında hissetmez. Onun daha büyük bir bütünün parçası olduğunu bilmekten gelen bir özgüveni vardır. Ve diğerleri aşağılandığında, küçük düştüğünde, zulme uğradığında ya da ezildiğinde kendini de aşağılanmış hisseder.” Sonra da ekliyor: “Her bireyin insanlığı ideal olarak, onun diğerleriyle ilişkisinde ifade bulur. Ubuntu, insan ancak başka insanlar aracılığıyla insan olur, demektir. Aynı zamanda her yurttaşın bireysel ve toplumsal refahın arttırılması için Ubuntu, insanların birbirlerine bağlılıklarına odaklanan insancıl bir felsefedir.’

Merhameti ve diğerkâmlığı her şeyden üstün tutan Ubuntu, belki de, günümüz uygarlığının zihinlerimize bir reklam sloganıymışçasına kazıdığı “Sadece kendin için yaşa!” hafifliğinin panzehiridir de. 

Buna göre, bir tarafta insanlar aşağılanırken, başkaları baskı, zulüm, işkence görürken, bizler, o aşağılanmadan, baskı, zulüm ve işkenceden azade değiliz. Başkalarını ezer, onların hakkını çiğnerken kendimize de kötülük ediyoruz aslında… Benim insaniyetim, ayrılmaz bir şekilde sizinkine bağlıdır, bundan ne siz kaçabilirsiniz ne de ben. Yani eğer ben size yapılanlara rağmen ses çıkarmamışsam, en az bu durumu size yapanlar kadar suçluyum…

Aslında bu güzel felsefe dünyanın pek çok yerinde, pek çok gelenekte yer buluyor.
Bizim güzel ülkemizde, Anadolu’da da vardı bir zamanlar. Halkları ve felsefeye dayanan düşünceyi yok sayan hükümetler sayesinde bütün güzel özellikler gibi bu anlayış da yok edildi zaman içinde… Unuttuğumuzdan, unutturulduğumuzdan dem vuruyoruz devamlı.

Oysa İslam anlayışında komşun açsa, sen nasıl tok kalabilirsin ki; paylaşmak zorundasındır ve bunu dinin en güzel ayetlerine bağlarken kabına sığamazsın… Peki İslam olduğu kabul edilen bir ülkede nasıl olur da bu kavramlar unutulur? 

Nasıl bu ülke; insan ölümlerine üzülürken etnik kimliği dikkate alarak üzülenlerin, kendinden olmayanı yok etmeye çalışanların, müsamahadan zerre nasip almamışların, nefret dilini anadilleri bellemişlerin, bir kedi evine dahi tahammülsüz olanların, adalet kavramını unutanların, toplumun yarısından çoğu mutsuzken mutlu olduklarını gururla söyleyenlerin ülkesi haline geldi? Nasıl? 

Şimdi Anadolu insanının özüne dönme, Ubuntu yapma zamanı geldi de geçiyor bile. 

Unutmayalım ki, eğer kendimizi etrafımızda olan bitenlerden, katliamlardan, vahşetten, açlıktan ölenlerden, haksız yere işinden olanlardan azade sayıyorsak, en az bunu yapanlar kadar suçluyuz. Ülkemizdeki Vandalizm ve şiddetten bizler de karşı çıkmayarak sorumluluğu paylaşıyoruz. O nedenle de artık bir şeylerin değişmesi gerekmiyor mu? 

Birileri şımartılıyor, birileri eziliyor ülkemizde. Şımartılanlar kibirden Pinokyo gibi olmuş, burunlarından kıl aldırmıyorlar. Çevremizi sarmışlar en ufak eleştiriye tahammülleri yok. Aydıncıklar da suyuna gitmek zorunda hissediyor kendilerini. Afaroz maşası devletten önce onların eline geçmiş durumda. Sabahtan akşama birilerinin çıkarlarıyla meşgul olup kendi haklarımızı unutuyoruz günden güne. İnsanlığımızı unutuyoruz. 

İşte tam da bu nedenlerle; şimdi Ubuntu yapmanın tam zamanı… ‘biz’ olduğumuzu anımsamanın tam zamanı… İnsanlığı yeniden uygulamaya koymanın tam zamanı… Haydi!

Arzu KÖK


12 Temmuz 2017 Çarşamba

Destan!... - Arzu KÖK

Destan!...

Cumhurbaşkanlığı bir hafta sürecek 15 Temmuz etkinlikleri için çeşitli afişler hazırlatmış. Ancak o resimleri gördüğümde kanım dondu adeta. Afişlerde Türk askeri küçük düşürülüyordu. Destan diye nitelenen 15 Temmuz afişlerinde milleti yüceltelim derken askerlerimiz rezil ediliyordu. Oysa destanlar vatan borcunu ödeyen askerlere karşı yazılmaz. Eğer yazılıyorsa da bir yanlışlık var demektir bu işte.

 Sormak gerekiyor “O resimlerdeki askerler Türk askeri ise sizler kimsiniz?” Onlar emir kulu birer erdi ve 15 Temmuz sonrası onlar Suriye cehennemine yollandılar, şehit oldular oralarda. Doğuda bu vatanın bütünlüğü için mücadele verip bedenlerinin parçalarını, canlarını yitirdiler. Bugün bu yapılan afişler ile orada yiten tüm canların hatırasını çiğnenmiyor mu? Bugüne kadar canını bu topraklar için ortaya koymuş tüm askerlerimiz ayaklar altına alınıyor. Ne acı…

Eğer amaç bu darbe girişimini halka anımsatmak ise neden darbeci komutanlar değil de masum erler konuldu o afişlere? Bu darbeyi önleyenler de yine askerler değil miydi? Neden unutuluyor bunlar da halk ile asker düşman gibi gösteriliyor? 
Neden tüm afişlerde askerlerin dövülme ve çaresiz görüntüleri kullanılıyor? Neden? 

Vatan aşkı ile çarpışan askerlerin moralini bozmayacak mı bu afişler? Ordu içindeki küçük bir cuntanın yaptığı bir hareket neden tüm askerlere mal ediliyor? Emir kulu askerlerimizin boğazının kesildiği, cenaze namazlarının bile kılınmadığı neden hiç söz konusu edilmiyor. Oysa tek suçu üslerinin emirlerine uymaktı. Yazık değil miydi o askere? 

Türk halkı yıllardır ‘Peygamber ocağı’ bildi orasını. Evladını oraya gönderirken onurla, şevkle gönderdi. Çünkü biliyordu ki "Askerlik üniforma değil yürek işiydi." Atatürk’ün ordusunun bir parçası olacaklardı, onurla gidiyorlardı, aileler gururla gönderiyordu evlatlarını. Ancak Atatürk'ün ordusu hiç bu kadar çaresiz durumda bırakılmamıştı. Yazıklar olsun!

Bir asker görevini şöyle tanımlıyor: “ Suyun kıymetini, insanların kıymetini bilmektir askerlik... Öyle her şeye kapılamamaktır... Her yerde konuşamamaktır... Her engeli aşmaktır ve her yerde var olabilmektir... Doğuda terörle boğuşmak, batıda vatandaşla sarmaşmak demektir... Ve kutsal bir gül olan bayrağımıza sarılmaktır... Unutulmaktır ölmek... Bağışlanmaktır şehit tahtında... Gözleri açık gitmek ama yüzü güleç ölmektir... Koşuşturmaca yaşamak ve uyurken bile uyanık kalmaktır... Git gide elleri nasır tutmak, yüreği aydınlanmaktır... Gözleri kararmak alnı parlamaktır... Askerlik bütün sefalardan feragat etmektir… Bütün cefalara abone olmaktır… Ve askerlik ulular gibi yaşatmak ve kahramanlar gibi ölebilmektir...”

Türk halkı her zaman askerine sahip çıkmıştır ve çıkacaktır. Kim ne derse desin bu halk bilir ki o askerler gariban halkın, yani onların evladıdır. Ne olursa olsun askere güveni tamdır ve öyle olmaya devam edecektir. Kimsenin gücü asker ile halkın arasını açmaya yetmez, unutmayın… Ve yine unutmayın ki eğer ortada bir destan varsa o destan yine o askerler tarafından yazıldı… Askerlerimize bunu yapmayın...

Arzu KÖK

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Bizdik!... - Arzu KÖK

Bizdik!...

21. yüzyılı yaşıyoruz. Ama hâlâ içinden çıkılmaz sorunlarla uğraşıyoruz. İnsan olmanın ayrıcalığı ve tadı unutulmuş birçoğumuz tarafından. 

 Bu dünya bizim değil; hiçbir zaman da bizim olmadı. Tarih kendisini ölümlerle tekrar edip duruyor. Ortadoğu cehennemi ile bu topraklar insan kanlarıyla dolup taştı ve yazık ki en son kendi kanlarımızla boğulacağız gibi görünüyor. İktidarlar nedeniyle ötekileşen toplumlar kendilerini yok etmekten, ‘Neden?’ ve ‘Niye?’ sorularına uzak kalıyorlar. 

Satranç tahtasında piyon görevini taşıyan biz zavallı insanların bir kısmı ise kendini rahatlıkla feda edebiliyor bir vezire, bir şaha... Oysa biz bu oyunun parçası değiliz ve olmak durumunda da değiliz. İnsanca yaşayabilme olasılığımız varken birbirimize tahammülümüz olmadı hiçbir zaman kendi gerçekliğimizden kaybolup insan gerçekliğinden kaybolup bizim olmayan hayallere dalıp kaybolup gidiyoruz

Batı ya da Doğu değil mesele. İnsan denilen yaratık bozuk sadece. Yürümeyi en az üç yılda öğrenen, uçamayan, oksijensiz üç dakikadan fazla yaşayamayan, karıncaların asırlardır yaptığı şehirleri bugün makineler ile yapabilen, tabiatın en zayıf halkalarından birisi, kendini tanrının mucizesi görecek kadar yüzsüz ne yazık ki.

Yazık ki burası bizim dünyamız değil. Burası insan ölümlerine üzülürken etnik kimliği dikkate alarak üzülenlerin, kendinden olmayanı yok etmeye çalışan, müsamahadan zerre nasip almamış, nefret dilini anadilleri bellemişlerin, bir kedi evine dahi tahammülsüz olanların dünyası. 

Peki neden böyle? 
Sorun ne?
Ne yetmiyor paylaşmak için?
Bu kin, bu hırs ne için?
Bu boğazlaşmanın adı ne?
Zamansız ölümlerin gerekçesini anlatabilir mi biri bana?
Ya da yok yere kıyılan doğanın?
Var olmak mı, yok olmak mı? 

İşte bütün sorun bu. Düşüncelerimizde her şeye, zalim kaderin yumruklarına, oklarına katlanmak mı güzel, yoksa diretip bela denizlerine karşı "Dur, Yeter! " demek mi?

Kim dayanabilir zamanın kırbacına, zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine, kötülere kul olmasına iyi insanın? 

Kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar hızlı işlemesine kim dayanır? 

Düşüncelerin ipe götürüldüğü, beyinlerin vıcıklaştırılmak istendiği bir çağı yaşıyoruz. 

Oysa hepimizin bu dünya, ama unutuyoruz. 

İdama giden günümüz bilimini; temeli, odağı, 'tohumu' olan düşüncelerin hep karşısında olduğumuzda asanlardan, katledenlerden daha 'suçlu' daha 'katil' ilan edildik. Çünkü 'bizdik' susan…

Hakimin kırılan kaleminin sesi kadar ses çıkaramayanlar 'bizdik'!

Bizdik haksız yere yitenlere, yitirilenlere 'iyi' dileklerimizi sunan…

Yine 'bizdik' kalp atışlarımızın 'bizi' ihbarından korkan…

Ve 'bizdik' maktul, mağdur, mazlum!...

Çünkü 'bizdik' asılan,

'bizimdi' asılanlar, 'bizimdi ' yakılanlar..

'bizdik’ Sokrates'i, Galile'yi, Deniz'i, Menderes'i öldürenler!


'bizdik' Sokratesler, Denizler...

'bizdik' Ankara'daki denizi kurutanlar…

'bizdik' kurutulan denizler…

şanlı tarihle övünen 'bizdik'

övülecek o tarihin kötü adamı da 'BİZİZ'!...

Çoğu kişi sevmese de bir şarkısında Müslüm Gürses çok güzel bir çözümleme yapar ve der ki: 'Yakarsa dünyayı garipler yakar.' O nedenle yapmamız gereken aslında sadece ‘İNSAN’ olduğumuzu anımsamak ve asla pes etmemek…  

Arzu KÖK