31 Aralık 2016 Cumartesi

MIHLI DEĞİLMİŞ!... - Arzu KÖK

MIHLI DEĞİLMİŞ!...

Yeni bir yıla girdik ama umutlarla girmemizin önüne yılın son iş gününde bir ket vuruldu. Belki birilerine armağandı bu ama bizler için umutsuzluk kaynağı idi. Cumhuriyeti yok etme yolunda hazırlanan içeriği olmayacak şeylerle dolu Anayasa taslağı komisyondan geçti. Şimdi meclise gelecek, ardından da görünen o ki referanduma gidilecek. 

 Cumhuriyet bu ülkenin temeliydi. Bu ulus cumhuriyetine sonuna kadar sahip çıkar, yıkılmasına, rejimin değişmesine asla izin vermez diyorduk oysa. Bu ulus var oldukça kimse onu yerinden oynatamaz sanıyorduk. Oysa “Mıhlı değilmiş!” Böyle düşünürken aklıma Ömer Seyfettin’in “Keramet” öyküsü geldi. Kısaca özetleyeyim, belki ne demek istediğimi anlarsınız:

“Fakir bir mahallede yangın çıkar. Tulumbacılar yangını söndürmeye çalışır; ama halk yangının uzun sürmeyeceği konusunda hemfikirdir. Çünkü mahallede önemli bir zatın türbesi bulunur. Yangın devam ederken eşyaların yağmalanmaması için polis mahalleyi ablukaya alır. Çiroz Ahmet isimli bir külhanbeyi de etrafı kolaçan eder. Çünkü yangın onun için vurgun demektir, ama  mahallenin fakir olduğunu bilir. Ahali türbenin önünde toplanmıştır. Çiroz Ahmet de türbeye sokulur ve içeri bakar. Gözüne şamdan el yazması kitaplar ve seccadeler ilişir. 

Halk yangınla meşguldür. Çiroz Ahmet son derece kuvvetlidir; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bahusus, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet... Dayandıkça kapı çatırdamaya başlar. Nihayet küt edip açılır. Çirozun içeriye girince ilk işi kör kandili üflemek olur. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildir. Zihni hemen bir vurgun planı tertibine başlar. Plan zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz “neticeyi” beklemez, ayrıntısını uygular. Şamdanların mumlarını yere atar. Rahlelerdeki kitapları alıp belinden çıkardığı Trablus kuşağına sarar. Sonra biraz durur. Yavaşçacık seccadeleri toplar; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi, sandukanın üzerine örter. Şimdi kapıdan çıkmak lazımdır. Ama dışarısı dolu.. Sandukaya dayanır. Biraz düşünür. Kavuk da bırakılacak bir şey değildir. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birden bire kayar. Çiroz Ahmet düşmemek için toplanır. Acaba evliya diriliyor muydu? Durur, bakar, gülümser. “Vay canına, yere mıhlı değilmiş be!” der. Eğilip, altına bakmak için sandukayı kaldırır. Bu gayet hafiftir. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmış. Zihnideki çıkış planı tamamlanır böylece. Kitaplarla şamdanları kucaklar, sandukanın altına girer. Yavaş yavaş yürür. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açar. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmez. Paldır küldür kapıdan çıkar. Gürültüye başını çeviren halk şaşırır. Herkes olduğu yerde kalır. İşte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durur, şiddetle esen rüzgâr birden bire durur. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürür. Sanduka yangına doğru yürür. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titreyerek bu kerâmet karşısında ne yapacağını şaşırmış bir haldedir. Sanduka, korkunç manevi bir heybetle sallana sallana aralarından geçer, karanlıkta kaybolur…”


Ülke yangın yerine dönmüş durumda. Birileri cumhuriyeti yok etmeye kararlı. Gerçekten de cumhuriyetimizin kökleri hemen yıkılacak kadar sağlam değil mi? İnanmak istemiyorum. Hâlâ içimde bir umut taşımak istiyorum. “Türk ulusu buna izin vermez” demek istiyorum her şeye rağmen.

Yoksa gerçekten mıhlı değil mi?

Arzu KÖK

25 Aralık 2016 Pazar

2016'dan Mektup - Arzu KÖK

2016’ten Mektup

“Sevgili 2017,

Geçen yıl tam bu vakitler ben de senin gibi büyük bir heyecan ve mutlulukla çıkmıştım yolculuğa. Dünyanın her tarafında tanımı olanaksız sevinç ve şölenlerle karşıladılar beni. Sonrasında ise yılın ilk günleri birer birer geçip giderken yılbaşı gecesinin aslında çok güzel bir serap olduğunu anladım.  Oysa nasıl da umutluydum. 

 365 gün boyunca onlara pembe rüyalar gördüremesem de en azından 2015 ‘ten daha yaşanılır ve huzurlu bir yıl sunacağıma inanmıştı insanlar.  Ama çok üzgünüm ki ben bunu başaramadım. Hani derler ya ‘gelen gideni aratır’ diye, işte benim görev sürecimde maalesef bu deyim o kadar çok kullanıldı ki anlatamam.  Bugün kendimi takımını küme düşürme hattına indiren bir kulüp başkanı, ya da girdiği her seçimi kaybeden parti lideri gibi hissediyorum. Nasıl böyle hissetmeyeyim ki?  Hemen her günün sabahına bomba sesleri ve şiddet çığlıklarıyla uyanmak kolay mı?

‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesini baş tacı etmemizi  isteyen Atatürk’ün isteğinin tam tersi yapıldı. Hem ülkede hem dünyada barış inşa edilemedi. Komşuların neredeyse hepsi ile ilişkilerimiz kötü durumda. Ülkede adı konmamış bir iç savaş var, yüzlerce sivil ve asker ölüyor. Bombalar, silahlar susmuyor. Barış söylemlerinin yerini savaş çığırtkanlığı aldı. Sokak ortasında patlayan bombalar, ölen onlarca can… Bunun yanında teröristlerle çatışırken kaybettiğimiz asker ve polisler… Bir de unutmadan Suriye’ye girildi bu yıl. Ülke içerisinde aldığımız ölüm haberleri yetmezmiş gibi bir de oradan ölüm haberleri gelmeye başladı ardı ardına…

Açıkçası bu yıl gelişen güzel diyebileceğim, göğsümü kabartacak hiçbir şey yaşanmadı. Hep üzüntü hep keder… Kısaca sana kötü olanları aktarayım istersen:

Üniversiteler büyük oranda bitti… Binlerce akademisyen işten atıldı. Bilim üst sıralardaki yerini, cehalete bırakma yoluna girdi…
  
Son açıklanan rakamlara göre asgari ücret, bir ailenin açlık sınırının bile altında; 1362 TL. İnsanlar açlık ve yoksullukla mücadele veriyor. Bu da yetmiyormuş gibi gelecek adına tek umutları olan evlatları teröre kurban gitti…

Dolar sürekli yükseldi. Ekonomi giderek kötüleşti. 

Yargı çöktü adeta. Halkın yargıya, adalete zerre kadar güveni kalmadı.

15 Temmuz’da bir darbe girişimi yapıldı. Önlenen girişim sonrasında ise TSK büyük yara aldı. Pek çok komutan tutuklandı. Öyle ki artık uçak kaldıracak pilot kalmadı. Buna rağmen hem teröristlerle hem de Suriye’de ülke adına kahramanca çarpışıyorlar. Ha unutmadan askeri arazilerin bir çoğu da TOKİ’ye devredilmiş. Yani artık o güzelim arazilerin üzerinde ağaçlar değil çirkin binalar görülecek. Ne acı…

Kadınlar, çocuklar yine bu yıl da artan oranda tecavüze maruz kaldı. Ardından da öldürüldü birçoğu. Bir de bunlar yetmezmiş gibi yurtlarda cayır cayır yandı çocuklarımız. Yine pek çok kadın cinayeti işlendi. Çocuklar katledildi…

Sadece haber yaptıkları için gazeteciler suçlu sayıldı. Onlarca gazeteci şuan hapis yatıyor. Gazetelere, televizyon kanallarına saldırılar düzenlendi, saldırıyı yapanlar adeta ödüllendirildi. Pek çok televizyon kanalı, gazete, dergi kapatıldı.

Bütün bunların yanında yüz binlerin sevgilisi olmuş Tarık Akan, Bertan Onaran, Oya Aydoğan, Naşide Göktürk, Romalı Perihan, Vedat Türkali, Mehmet Aydın, Hakkı Devrim, Remzi Evren, Nezih Tuncay, Ülkü Erakalın, Tanju Gürsu, Attila Özdemiroğlu, Ergüder Yoldaş, Yiğit Okur, Tahsin Yücel, Halil İnancık, Erdal Tosun kadar önemli değerleri kaybetmeme ne dersin 2016? Bir de bunlar yetmezmiş gibi Düşen bir uçakla birlikte Rus Kızılordu Korosu’nun tüm üyelerini kaybettik. Yani müziğinden vuruldu dünya…

Kısacası 2016 yılı içerisinde kapitalizmin kirli, vahşi yüzü daha bir görünür hale geldi. Kapitalizmin çarklarını döndürebilmek için olmazsa olmaz hırsızlıklar, yolsuzluklar, işçi katliamları, doğa talanı, ırkçılık, ayrımcılık, savaş ve şiddet yaşamın her alanında yerini aldı bir şekilde. Bu sistemin insanlık için ne kadar büyük bir tehdit olduğu daha geniş kitlelerce fark edilmeye başlandı. Buna karşılık sistemin uygulayıcısı olan siyasi iktidarlar, kapitalizmin ve kendilerinin kaybolmaya başlayan ideolojik meşruiyetlerini korumak için baskı ve şiddet politikalarına ağırlık verdiler.

Demem o ki iyisiyle, kötüsüyle ben görevimi tamamladım. Artık görevi sana devretme zamanı geldi. Açıkçası sana öyle güzel bir ortam bırakmıyorum. Ama yine de umutsuzlukla görevi devralmanı istemem. Önündeki koskoca 12 ayın benimkinden daha sevimsiz olmayacağını umuyorum. Umarım benim başaramadığımı başarır, tüm insanlığa barış, kardeşlik ve huzur getirirsin. 

Umarım sen: 

Cephaneleri yakıp yerlerine kütüphaneler kurulmasını sağlayabilirsin…

Komşusu aç uyuyanların, uykularından uyanıp, paylaşmanın çoğaltıcı etkisine inanmalarını sağlayabilirsin…

Hangi siyasi görüşten hangi dini inanıştan olursa olsun aynı fikre ve inanışa sahip olmayanlara saygı duymanın gerekliliğini gösterebilir, empati kurdurabilirsin… 

İnsanların çevrelerinde olup bitenlere duyarlı olmalarını sağlayabilirsin… 

Kadınlara hak ettikleri saygının gösterilmesini, atık tecavüze uğramamalarını ve öldürülmemelerini sağlayabilirsin…

Ve çocuklarınızı daha iyi koruyabilirsin... 

Sorunların kalp kırarak, şiddetle değil tatlı dille halledilmesini sağlayabilirsin… 

Dünyayı ve ülkemizi, sevgiye ve barışa inana insanlarla doldurmayı başarabilirsin…

Farkındayım, çok şey istedim senden. Bunlar aslında benim gelirken hayal ettiklerimdi, başaramadım. Belki bencillik bu yaptığım ama senden istiyorum bu sefer bunları…

Benden bu kadar.  

Hadi bana eyvallah…”

Barış içinde, insanların ölmediği bir yıl dileğiyle… 

Mutlu yıllar…


Arzu KÖK

12 Aralık 2016 Pazartesi

Düşünüyorum da - Arzu KÖK

Düşünüyorum da…


Bir türlü anlamlandıramıyorum doğrusu; “Neler oldu, neler oluyor güzel ülkemin insanlarına?”

Üniversiteler dökülüyor. 
Binlerce akademisyen işten atıldı.  
Son açıklanan rakamlara göre asgari ücret, bir ailenin açlık sınırının bile altında; 1362 TL.
Dolar sürekli yükseliyor.
Ekonomi giderek kötüleşiyor.
Yargı çökmüş. 
TSK büyük yara almış, uçak kaldıracak pilot yok. 
Çatışmalarda her gün onlarca çocuğumuzu toprağa veriyoruz.
Komşularımızla savaş halindeyiz.
Türkiye’nin tek bir dostu kalmamış.
Bombalar patlıyor sokaklarımızda
Onlarca masum canımızı toprağa veriyoruz.
Kadınlarımız, çocuklarımız tecavüze uğruyor.
Bağımsız yargının, bağımsız medyanın, sivil toplumun yani demokrasinin, özgürlüklerin yok ediliyor.

 Ama umurunda değil çoğumuzun. Bir ölüm sessizliği sarmış dört bir yanımızı. Oysa istemez misiniz ülke yönetiminde, sorunların çözümünde sizin de katkınız olsun? Sizin de fikriniz, düşünceniz, yaklaşımınız hesaba katılsın. Size hiç ama hiç kimse haksızlık yapmasın, bir haksızlığa uğradığınızda sesiniz duyulsun. Siz bunları hak etmiyor musunuz? Söyleyin bana…

‘Demokrasi’ , ‘Özgürlük’, ‘İyi eğitim’, ‘Barış’, ‘Bağımsız medya’,  ‘Bağımsız yargı’ söylemlerini dile getirenlere düşman gibi bakıyorsunuz adeta. Şimdi söyleyin bakalım bunların neresi kötü? Hepimizin can damarı değil mi bu değerler? Bu can damarları birer birer koparılıp atılıyor ama siz farkında bile değilsiniz.

Her gün onlarca şehit cenazesi geliyor. Bombalar patlıyor sokaklarımızda. Evlatlarımız birer birer ölüyor. Herkesin evladı gidiyor diye de düşünmeyin, ölen sizin bizim gibi garibanların çocukları. Siz hiç şehit olan zengin çocuğu, siyasetçi çocuğu gördün mü? Göremezsiniz. Çünkü onların evlatları hep huzur içinde. Ama sizin, bizim üzerimizden vatan millet edebiyatıyla evlatlarımızı toprağa göndermemizi sağlıyorlar. Çocuklarımız yaşasın diye ‘Barış İstiyoruz’ feryatları atılıyor… Ama yine de duymuyorsunuz, görmüyorsunuz.

Seçim zamanlarında gelip bizlerden oy istiyorlar. Sonra oyumuzu alıp bizlerin aleyhine işler çeviriyorlar. Bunlar bizim adımıza denetlensin, gün ışığına çıksın istemez miyiz? Bir haksızlığa uğradığımızda gidecek, sesimizi duyuracak bir kapımız olsun istemez miyiz? Bize yapılan haksızlıkları bütün ülkeye duyursun, o haksızlıktan dönülmesini sağlasın istemez miyiz? Gücü elinde bulunduranlara karşı bir güvencemiz olsun istemez miyiz? Ancak bize sigorta olacak medya kuruluşları birer birer kapatılıyor, yazar, çizerleri hapse atılıyor, siz öylece bakıyorsunuz. “Bağımsız medya istiyoruz” çığlıkları bu nedenle atılıyor ama umurunuzda değil bu da.

Sizin oylarınızla iktidar olanlar senin paranı çaldıklarında, sana haksızlık yaptıklarında, hepimizin hakkı olan ülke zenginliklerini eşe dosta peşkeş çektiklerinde, sizin adınıza onlara hesap soracak bir mercii olsa fena mı olur? Artık bu ülkede parası pulu olanın değil, hakkın borusunun ötme zamanı gelmedi mi? İşte bu yüzden ‘Yargı bağımsız olmalı’ diye çığlıklar atılıyor her gün. Ama  bir türlü duymuyorsunuz. 


Gücü, parası yerinde olanlar çocuklarını özel kolejlere gönderiyor, yeri geldiğinde yurt dışına yolluyor iyi bir eğitim adına. Özel ders aldırıyor. Peki ya bizim çocuklarımız? En büyük bedeli onlar ödüyor. Berbat bir eğitim sisteminin mağdurlarıdır hepsi. İşte bu yüzden  ‘Eğitim sistemi düzeltilmeli’ diye bağırılıyor. Mağdur olan bizim evlatlarımız olmasına rağmen duymuyorsunuz bu çığlıkları. 

Birilerinin sizin dininize, ırkınıza, giyim tarzınıza, nasıl yaşayacağınıza, kaç çocuk yapacağınızaa, ne yiyip ne içeceğinize, ne giyip giymeyeceğinize, neye inanıp inanmayacağınıza karışmasından sıkılmadınız mı? Sizin özgür iradenize ne oldu? Muktedirin size bir yaşam tarzı dayatmasının önüne geçmek için, hepimizin insan gibi bir yaşam sürmesi için, kendi aklınızla, kendi iradenizle hareket etmeniz için “Özgürlüklerden yanayız” diye bağırılıyor. Ama umurunuzda değil.

Bu vurdumduymazlık nereden geldi anlayamıyorum açıkçası. Yukarıda saydıklarımın hiç biri umurunuzda değil. Çünkü sadece elinizdeki bir lokma ekmeği düşünüyor ve sadece o lokmayı kaybetmeme mücadelesi veriyorsunuz. Ama farkında olmanız gereken bir şey var: Tüm bu değerlerin varlığı sizin elinizdeki o lokma ile ilgili. O lokma elinizden gitmesin diye önemli bu değerler. Şunu bilmelisiniz ki; bağımsız medyası olmayan, bağımsız yargısı olmayan, özgür ve demokrat olmayan, kendi çocuklarına iyi eğitim veremeyen bir ülke ekonomik olarak da zayıflamaya ve çökmeye mahkumdur. Çünkü böylesi ülkelere yatırımcı gelmez. İnsanlar iş yapmaktan korkar hale gelir. Böylece de ekonomi zayıflar. Siz daha da yoksullaşırsınız ve sonunda kaybedersiniz elindeki o lokmayı da. Olan size olur  yine.

Bu nedenledir ki “Ben sadece kendi çocuklarımı ve onların geleceklerini düşünmek zorundayım” gibi bir savunmayı bırakıp isteklerinizi sıralamalısınız. Sizler de haykırmalısınız en gür sesinizle yukarıdaki söylemleri. Zira bu toprakların sahipleri sizlersiniz ve bu topraklarda AKP, CHP, HDP, MHP ya da başka partilere oy veren Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Musevi, Laz, Arap, Süryani, Müslüman, Hristiyan, Sünni, Alevi, inançlı, inançsız herkesin, barış ve huzur içinde yaşayabileceği bir ülkeyi istemek en doğal hakkıdır.

“Savaş istemiyoruz, şehit istemiyoruz, çocuklarımızın ölmesini, öldürmesini, birbirlerine silah çekmesini istemiyoruz…” diye haykırmak ve bu talebiniz gerçekleşene kadar mücadele etmeniz kadar doğal bir şey yoktur. Düşman cephelere bölünmemizi sağlayacak herkese, her şeye dur demesini bilmemiz gerekiyor. Hepimizin tek isteği işimizde gücümüzde, huzur içinde, özgürce yaşamak değil mi?

Hiçbirimizin ücretinin, maaşının elinden alınmamasını, emeğimizin, hakkımızın haksız kararlar sonucu elimizden gitmemesini istememiz doğal değil mi? İş kazalarından ölmek istemememiz suç mu? Çocuklarımızın eğitimlerinin aksamamasını, gençlerimizin sokaklarda heba olmamalarını istememiz en doğal hakkımız değil mi?  Suçlandığımızda suçumuzun ne olduğunu bilmek hakkımız değil mi? Kimin adına, neye göre karar verildiğini bilmek, darbeyle, terörle hiçbir ilgimiz yokken yalan ihbarlarla, sahte delillerle sorgusuz sualsiz işimizden olmamak, meslekten uzaklaştırılmamak, çoluk çocuğumuzla açlığa mahkûm edilmemek hakkımız değil mi? Neden suskunuz o zaman anlayamıyorum. Kimileri sizin için Ömer Hayyam’ın 


“Cellâdına aşık olmuşsa bir millet, 
İster ezan ister çan dinlet. 
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstehaktır ona her türlü zillet.”

dörtlüğünü söyleyip, celladınıza aşık olduğunuzu, bu aşkın gözünüzü kör edip, vicdanınızı yok ettiğini söylüyor. İnanmak istemiyorum…

Hepimiz biliyoruz ki vurdumduymazlıkla, çıkarcılıkla, kolaycılıkla hiç kimse bir yere varamamıştır. Unutmayın bizler partileri iktidar yaparken onlardan bu değerleri bize sağlamalarını ve korumalarını isteriz. Eğer yapmıyorlarsa da onlara haklarımızı ve isteklerimizi iletmek, yeri geldiğinde kayıpları yeniden kazanmak adına mücadele etmek de en doğal hakkımız olmalıdır. Zira eğer bugün bunu yapamazsak biliyorum ki ileride evlatlarımız bizden hesap soracaklar. Biz ne yapacağız? Boynumuzu büküp susacak mıyız? 

İşte böylesi düşünceler doluştu bugün beynime. Çok sorular sordum, yanıtladım bir çoğunu kendimce. Ama o kadar çok cevapsız soru ve duyarsız insan var ki çaresiz kaldım. Siz ne dersiniz?


Arzu KÖK

3 Aralık 2016 Cumartesi

Yangın Ülkesinin Yanan Çocukları - Arzu KÖK

Yangın Ülkesinin Yanan Çocukları…


"Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın" diyor Albert Camus. Gerçekten de öyle. Bir ülkede insanlar yıllarca mutlu mesut yaşayıp yaşlandığında ölüyorsa, depremde, madende, iş kazasında, masumca otururken yanarak ya da üzerlerine bomba atılarak ölmüyorsa gelişmiş ülkedir o. Aksi durumda ise çok kötü bir yerdedir o ülke. Türkiye nerede peki?


 İnsan canı, hayatı çok ucuzladı yazıktır ki ülkemizde. Hem de çok çok ucuzladı. Hatta öyle ki, sudan, ekmekten, benzinden, ulaşımdan, her şeyden ucuz. Cebinde parası olmayanlar için her şeyden ucuz insanın değeri. Üstelik yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk fark etmeden… İstikrarlı bir şekilde kaybediyoruz canlarımızı. Kimimiz patlayarak, kimimiz hain pusuda, kimimiz yanarak, kimimiz hız meraklısı bir zengin eliyle, kimimiz denetimsiz asansörün yere çakılmasıyla, kimimiz madende göçük altında, kimimiz depremde, kimimiz selde ölüyoruz. Bir de bunların yanında eğer kadın ya da çocuksanız tecavüzle gelen bir ölüm var, bir de töre…

Ölüm Allah’ın emri ama bizdeki ölümler daha çok kul eliyle… Her şeyden ucuz bizde ölmek. Hatta öyle ki hiçbir can bir koltuk etmiyor. Yüzlerce can gidiyor bir koltuk gitmiyor. Çok değil, daha birkaç gün önce on iki can gitti. On bir çocuk, bir kadın görevli ama yine de gitmez tek bir koltuk gitmeyecek. Yayın yasağı destekli tepkisizlik başladı hiç gecikmeden. Yine bulunacak birkaç günah keçisi, olay kadere bağlanacak, yeni ölümlere kadar sessizliğe gömülecek herkes… 

Yangınlar ülkesinin yanan çocukları olduk adeta.” Ateş sadece düştüğü yeri yakar” derler de öyle mi olmalı? Hepimizi yakıyor aslında. Sustukça da daha çok yanıyoruz. Ya tek tek ya da çok çok.. Sustuğumuz yangınlar kadar yangın çıkarılıyor yeniden, yeniden… Nazım HİKMET “Kız Çocuğu” isimli şiirinde;  “Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu, bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu” diyordu. Şimdi benim ülkem yangın yeri olmuş, külleri savruluyor yüzümüze yüzümüze… Nasıl Hasan Hüseyin’in dediği gibi bal eyleyelim acıyı?


Önlenmesi olası nedenlerden ötürü çocuklar devletin koruması altında birer birer, onar onar ölüyor. Ancak önlenemiyor bir türlü. Ardından kavuşturulan kollar ile “KADER” diyerek celladın can almasının yolunu kesmek yerine sırtını sıvazlıyorlar… Böyle bir durumda umutlar yeserir mi? Ağıtları duydukça güler mi yüzü insanların? 

- 1993’te Sivas’ta bir otelde çocuklar dahil otuz beş insan ise “Tekbir” eşliğinde yakılmıştı. 

- 2015’de, Kulp’ta altı çocuk, “Tekbir” getirmeyi öğrenirken yandı. 

- 2008’de Konya’da on dokuz kızımız, ellerinde Kuran ile namaz kılarken kül oldu. 

- Şimdi Aladağ’da on bir kız çocuğu ve bir eğitmen bir cemaat yurdunun kilitlenmiş kapılarının ardında yandılar. Koca bir kora dönüştü yangın vicdanlarda. O gün kızlarımıza cehennemi yaşatanlar şimdi onun için “mekânın cennet olsun” diyor. Ne acı değil mi?

Oyuna duran masum çocuklarımız, devletin oyunlarında kül olup savruluyor. Yangın yerinde, tuzak gibi oyunlar kuruluyor çocuklarımıza. Çocuk yaşamlarına kurulan oyunların ölümlerine neden oluyor. Kim koruyacak peki bu çocukları? 

Çocuklar, Aladağ’da cemaatlere ait bir yurtta yanarak öldü. Hepsi çevre köylerden yoksul aile çocuklarıydı ve öldüler yangınlar ülkesinde. Daha önceki yangınlardaki gibi, yanmış canlarının kokusu sardı bizi. Diller lâl oldu, “Kaza değil, cinayettir“ diyemedi hiç kimse.  Oysa “Özel Yurtlar Yönetmenliği”nde deniliyor ki; “Yurtlar sadece Lise ve Yüksek Öğretim öğrencileri için açılabilir!” Oysa Aladağ’da yanan çocuklarımız ortaokul öğrencisiydi. 

Aslında her ölüm vicdanlara bir uyarı, yüreklere bir sızı, akıllara iz, adalete göz olarak var. Ateşte yananların umuda dönüşmesi gereken ağıtları söylensin, ölümlerin sayısı azalsın, hatta bitsin diye var. İşte o nedenle hasıraltı edilmemeli bu sosyal cinayetler. Aklanmamalıdır sorumlular. Bu yurtlar kapatılmalıdır. Bu sosyal olayların avukatı vicdanlar olmalı ve savunmalı önlenebilecek cinayetlerden ölümleri. Yangın yerine dönen ülkemizde ölmesin diye çocuklarımız adaletin ve vicdanın savunması okunmalı en yüksek perdeden ki, sağırlaşmış vicdanların kulakları açılsın, perdelenmiş gözler açılsın diye…

Aslında o gün çocukların bedenini saran ateş, yangının değil, devletin ateşiydi. Kimi elindeki kalemle, kimi çantasıyla, kimi Kuran’ı ile yandı. Kimi yazı yazarken, kimi şarkılar söylerken, kimi resim yaparken yandı. Biri semah dönerken, diğeri namaz kılarken yanıyor. Yangın yerine dönüşmüş ülkemizde çocuklarımız ölüyor… Peki ya öldürenler?


Yakın zamana dek çocuklarına bayram armağan eden ülke olmak en büyük övünç  kaynağımızdı! Şimdilerde evlatlarını yakan ülke olmanın utancı içindeyiz... 

Yangın ülkesinde yaşıyoruz artık. Bulutlar kararmış… Utanarak, nefessiz kucakladı toprak; o yanmış, masum yavrularımızı. Yeter olsun bu acılar. Bu sessizce vedalaşmalar bitsin artık. Toprağı bir daha utandırmamak adına kör, sağır, dilsiz, korkak olmamalı vicdanlar ki sıra onlara ve çocuklarına gelmesin… Ucuz olmasın artık insan hayatı…



Arzu KÖK