18 Haziran 2016 Cumartesi

Çağdaş Kölelik - Arzu KÖK

Çağdaş Kölelik

Başlığı okuduğunuzda kızacaksınız belki de. Diyeceksiniz ki kölelik kalkalı çok oldu. Peki sizce kölelik gerçekten kalktı mı? Yoksa hepimiz, her geçen gün köleleşmekte miyiz? Hemen karşı çıkıp “ Ben kimsenin kölesi değilim” dediğinizi duyar gibiyim. Ama ne kadar karşı çıkarsanız çıkın, hepimiz, hepiniz “çağdaş köleleriz”. İş yerinde patronunuzun, normal yaşamınızda; cebinizdeki cüzdanda duran, size güven veren kredi kartlarınızın, dolayısıyla da bankaların…

 Nedir ana sebep? Para… Para başlangıçta emeğin ve üretimin karşılığı olsun diye, mal ve hizmet takas sisteminin zorluğundan kurtulmak için devreye sokulmuş olsa da, kapitalizm sistemini ortaya koyanlar tarafından dünyanın bütün kaynaklarını sömürme aracı olarak kullanılmıştır. Bu da başlı başına kölelik değil mi zaten? 

Yine diyeceksiniz ki “Köle iradesi dışında alınıp satılabilendir…” Peki siz değil misiniz? Patronunuz maaş vererek sizi satın almıyor mu? Onun isteklerini harfiyen uygulamak zorunda ve durumunda değil misiniz? Kredi kartlarınızın bir kölesi değil misiniz? Peki köleliğin belli başlı ortak özellikleri nelerdir? Özgürlüklerin kısıtlanması, emeğin sömürülmesi değil midir? Geçmişte kölelere yapılanları okudukça nasıl üzülüyor ve insanlık dışı olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? Oysa şimdi de sizler birer kölesiniz: Çağdaş köleler… Sistemin getirdiği ve gerektirdiği şartlarda kölesiniz…

İleri teknoloji ve küresel kapitalizm, sürekli telkinler yaparak, toplum mühendisliğini kullanarak bilinçaltını işgal etmeye, beyin yıkamaya devam ediyor... ‘Daha fazlasına sahip olun’ algısını bilinçaltına işliyor… Bir an için düşünün 45 dakikalık film ya da dizi, araya giren reklam kuşaklarıyla tam 2 saat sürüyor… Bilinçaltı işgal sistemiyle herkese; 'daha çok sahip ol, daha çok iste, sahip olduğun şeyler seni tatmin etmez, daha fazlasını almalısın’ diyor… Bilinçaltına bunu o kadar etkili işliyorlar ki beyin adeta işgale uğruyor; çoğu insan irade dışı davranış ve istemlere itiliyor. Birey bu sayede de ‘tükettiren’ sermayenin sömürgesi oluveriyor. Bilinmeyen ama aslında çok iyi bilinen bir ‘güç’ tarafından yönetiliyor ve bireyin egosu esir ediliyor...

Sonuçta mutlak bir tüketim toplumu oluşuyor… Sınırsız istemler ve doyumsuzluk ön plana çıkıyor. Friedrich Nietzsche’in çağdaş kölelik konusunda: “İnsanlar geçmişte de olduğu gibi köleler ve özgürler diye ikiye ayrılır. İster devlet adamı olsun, ister tüccar, memur ya da akademisyen, kendine gününün üçte ikisinden azını ayıran herkes köledir'' diyor.  Şimdi söyleyin bakalım siz kendinize ne kadar zaman ayırabiliyorsunuz? Yoksa siz bir çağdaş köle misiniz?

Tarihe baktığımızda eski zamanların köleleri, köle olduklarını biliyorlardı ve bir gün kurtulma umutları vardı. Bir eşya gibi köle adıyla alınıp satılırlardı. Yükümlülükleri çoktu, ağır işlerde çalıştırılırlardı, hiçbir hakları yoktu. Günümüzle kıyasladığımızda en azından açlık sorunları yoktu. Aç ve açıkta kalma dertleri yoktu. Oysaki modern zamanların köleleri böyle mi? Günümüzün çağdaş köleliği de çağ atlamış, isim değiştirmiş. Özünde ise değişen bir şey yok. 

Modernizm, birtakım kolaylıkları, olanakları ve yenilikleri beraberinde getirmiş olsa da aslında eskinin kölelik anlayışını silip atmamıştır. Eski zamanlarda kralların adamlarının, elinde kılıçla insan öldürmesi ile, emperyalizmin ve sömürgeciliğin kimyasal silahla, bombayla insan öldürmesi arasında bir fark var mı?Tarlalarda ırgat olarak çalışan, deve ve at bakıcılığı yapan köleyle, modern fabrikalarda karın tokluğuna çalışıp patronlarını mutlu ve zengin eden işçilerin arasında ne fark var?

Eski zamanlarda efendilerin daha namuslu, daha dürüst; modern zamanlarda ise namussuz ve hilekâr olduklarını söyleyebilir miyiz? At arabasına binen insanlarda daha az merhamet ve insanlık, uçak ya da otomobile binen insanlarda daha çok sevgi, merhamet ve insanlık olduğunu mu söyleyebilir miyiz? Güler yüz ve merhametin tıraşlı yüzlerde, sevgi, adalet ve doğruluğun kravatlı adamlarda bulunduğunu söyleyebilir miyiz? 

O zamanlar kölelerin efendileri belliydi. Peki, çağdaş kölelerin efendileri kim? Şimdi bilinen ama görünmeyen efendiler var. Çağdaş köleler, köle olduklarının farkında olmadıkları için birileri onları uyandırıncaya kadar köle olarak yaşamaya mahkûm kalacak gibi görünüyorlar. Çoğu zaman da sonsuza kadar köleliğe mahkûmdurlar. Efendilerini tanımadıkları için, bu bilince sahip olmadıkları için, kölelikten kurtulma çabaları da olmayacaktır. Çağdaş kölelere efendilerini kim gösterecek? Burada suçlu kim? Köleler mi? Efendiler mi?

Alışveriş merkezlerinin, bankaların, eğlence yerlerinin, şatafatlı çarşıların tapınılacak yerler, maddenin, zevk ve paranın tapınılan olarak kabul edildiği güya çağdaş dönemler yaşıyoruz. Bu çağdaş(!) dönem ise her insanı çağdaş bir köle durumuna getirdi. Ama ne yazıktır ki bu durumdan kurtulma çabası da yok insanların. Gün geçtikçe belli bir davası olmayan, fikirsiz; her zaman emir almaya alışık, güçlüye boyun eğen, itiraz etmeyi bilmeyen, sorgulamayan, düşünmeyen, koyun kişilikli, ezik ruhlu insanların sayısı artıyor.  

Voltair’e ait bir söz var; ‘‘Kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler yalnızca kölelerdir.’’ 

Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz?



Arzu KÖK

13 Haziran 2016 Pazartesi

Nereye - Arzu Kök

Nereye?

Eksiklikler, rahatsızlıklar, aldatmalar, verimsizlik, akıl dışılık hüküm sürmekte ülkemde son zamanlarda. Yazık ki bunların hepsi de güzel ülkemde doğal sayılır oldu artık. Dünyanın pek çok yerinde yok bunlar. Bizde ise adeta bir kural olmuş gibi…

Belirli kalıplar ve anlayışların bezdirdiği, tehditleriyle korkuttuğu insanlar sayesinde de varlığını sürdürmeye devam ediyor. Gölgesinden çekinen insanlar, söz söylemekten korkanlar sisteme can katıyor, değişmezliğin, gericiliğin garantisi oluyorlar. Düne baktığımızda toplumumuz belki az daha ileri, ama olması gerektiğinden çok çok daha geri…

 Olması gereken; konuşan, istekleri olan, isteklerinin gereğini yapan, hakkını arayan, haksızlığa isyan eden, ne kendisine ne de başkasına haksızlık yapılmasına izin vermeyen insanlar ve onlardan oluşan bir toplum. Çağı paylaşan bir toplum… 

Biz ise çok çok uzağındayız bunun… Ancak aklımızla, bilimle, emeğimizle, yüreğimizle ulaşabileceğimiz yerlere ulaşamıyoruz. Aksine küçük hesaplarla ve onu çıkmaz sokaklara götürmeye çalışanlara toplumun büyük bir kesiminin kulak vermesi ile zaman kaybediyor, hatta kendimizi bile kaybederek yok oluyoruz…

Gerçekten herkesin yakındığı ama kimsenin bir şey yapmadığı, yakınmakla yetinip, yakınmakla tatmin olduğu bir duruma geldik. Olabileceğinin en azıyla yetinmenin ortamı… 

Nereden geliyor bu özellik? Tarih boyunca ‘tebaa’ olarak kalmış olmaktan mı? Sorgulamanın, hak aramanın uzun süre engellenmiş olmasından mı, geleneklerden mi? Demokrasiye hala alışamamış olmamızdan mı?

Bunlar ve daha yaşadığımız onca soruna çözüm bulamayışımız, onların çözümsüz olmasından mıdır? Yoksa onları çözmek için bir çabamız olmayışından mıdır? Çözümsüzlüğün nedeni; Türkiye’nin kaynak darlığı, ekonomik halsizliği midir? Çözüm getirecek yüreğin, hassasiyetin, ahlakın, siyasal iradenin eksikliğinden midir?

Bu sorunlarla dünyada karşılaşan ilk ülke biz miyiz? Yeni çözümler keşfetmek için mucizevi formüllere mi ihtiyacımız var? Yoksa çoğu, başka ülkelerde de yaşanmış ve büyük ölçüde çözümlenmiş sorunların deneyimlerine gözlerimiz mi kapalı? 

Gerçekten Türkiye ve Türk halkı sorunlarını çözmek istiyor mu? Yoksa ‘bu sorunların çözümü yok’ demenin tembelliğine, bazı durumlarda kararlılığına mı kendini kaptırıyor? Olaylara, sorunlara bakıyor ama göremiyor, eliyle dokunup yüreğiyle hissedemiyor mu?

Şu güzelim, yalnız ülkemi izlerken düşünmeden edemiyorum. Acaba toplum olarak biz mi çok safız, yoksa bizi yönetenler mi çok akıllı? Ya biri ya öteki…

Her biri dörtten az çocuk yapmayan ve ardından devlet kapılarını ‘iş isteriz’ diye aşındıran çaresiz insanlar… Bir de ‘işsiz sayımız her geçen gün artıyor’ diye yakınıp, iş yaratmaya yönelik hiçbir projesi, düşüncesi olmayan bakanlar, başbakanlar…

Devlet bankalarını, kendi özel kasaları gibi kullananlar… Sonra dünyanın en yüksek oranda vergi ödeyen yoksul işçileri… Tüm dünyanın en yüksek emeklilik taksitlerini ödeyip, emekli maaşı kuyruklarına sabahın altısında girerek alan ve aldığı para market ihtiyacına bile yetmeyen, çile dolduranlar… Tüm dünyanın en yüksek sigorta primini ödeyip, eczaneden ilaç alamayan sigortalılar…

Hükümette kalabilmek uğruna, dün söylediğini bugün unutan ya da tam aksini söyleyen ‘ciddi ve sorumlu’ liderler!…

Gerçekten bizler ülke olarak, bunalımlara, çapsızlığa, kalitesizliğe mahkûm muyuz? Yoksa kendi zihnimizde, kendi bilinçaltımızda mı mahkûm ettik kendimizi?

Devlete, toplumun varlığını böylesine hor, akıl ve ahlak dışı kullanması bir görev olarak mı verildi? Yatırımlar yerine, verimsizliği finanse etmek, kutsal kitaplarda yazıyor da haberimiz mi yok? 

Bu gidişle nereye varılacak? Bileniniz var mı?


Arzu KÖK

7 Haziran 2016 Salı

ELEKTRİK ÜZERİNE - Arzu KÖK

ELEKTRİK ÜZERİNE 

Birkaç gün önce sabah 06.30’da Meclis’te bir yasa kabul edildi: Elektrik Piyasası Yasası. Bazı maddeleri anayasaya açıkça aykırılıklar taşısa da otuz altı milyon elektrik kullanıcısını ilgilendiren en önemli tarafı; elektrikteki kayıp ve kaçaklarla ilgili düzenleme, yani kayıp ve kaçak bedellerini vatandaşa iade etmeyi önleyen, paşa paşa ödemek zorunda bırakan bir düzenleme…

 Elektrikte ithal payı yüzde 62.6 gibi çok yüksek bir orana sahip. AKP’nin on dört yılda bizleri getirdiği yer burası. Rüzgâr ve güneş enerjisi dururken, bir nükleer sevdası… Türkiye, satın alma gücüne göre, en pahalı elektriği üreten altı ülkeden biri. O pahalı fiyatı hepimiz ödüyoruz. 2007’de dört kişilik bir ailenin aylık elektrik faturası 36.4 lira iken, 2016’da 90 liraya yükseliyor. İki buçuk kat artış...

Ödediğimiz elektrik faturalarının yüzde 48’i vergi, böyle bir fatura dünyanın hiçbir yerinde yok. Dolaylı vergi olduğu için elektriği kullanan herkes ödüyor, herkes elektrik kullandığına göre, herkes kazık yiyor. Dolaylı vergi olduğu ve herkes ödediği için de, çok adaletsiz. Elektrik faturalarında yüzde 48 vergi içinde sayaç okuma, sistemi kullanım bedeli, dağıtım bedeli, enerji fonu, tüketim vergisi, KDV, belediye payı, TRT payı var. Vergi için sıkça kullanılan bir söz var; “Kümesteki kazları bağırtmadan yolma sanatı…” Aynı olay Türkiye'de elektrik için de geçerli… Reva mı bu bizlere?

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; kişi başına düşen ulusal gelire göre elektrik fiyatları karşılaştırıldığında, değil AB ülkeleri arasında, dünya ülkeleri arasında elektrik fiyatlarının en yüksek olduğu ülke Türkiye’dir. Üstelik de elektrik üretiminde çok daha iyi imkânlara sahip olmasına rağmen. Ama ne yazık ki; toplumdan tepki gelmeyince; hükümet de istediği gibi at koşturuyor. Muhalefet derseniz; zaten bugünlerde onları gören de nerede olduklarını bilen de yok…

Başkalarına peşkeş çekilen elektriğin kullanımından doğan açık da git gide çok büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun için tedbir almak birilerinin işine gelmemektedir. Çünkü alınacak tedbirler, öncelikle bağımlı oldukları dış güçlere, sonra da önemli desteğini aldıkları yandaş kesimlere dayanacaktır. Bunu yapmaktansa; tam aksini yapıp, açığı oluşturanları bir şekilde koruyup, faturayı dürüst vatandaşa çıkarmak şimdilik en zararsız yöntem. Çünkü, Türk Ulusu tepki vermekte pek mahir değildir maalesef. Bu da, hükümetin arayıp da bulamadığıdır… 


Elektrik konusunun neden böylesine yüklenildi? Nasıl mı oluştu bu açıklar? Dilimizin döndüğünce kısaca anlatalım;

Bilindiği üzere elektriğin en çok tüketildiği ve sanayinin ağırlıkta olduğu Marmara Bölgesi’dir. Bu bölgede kullanılan kaçak elektriğin haddi hesabı yoktur. Ancak Hükümet pek tabii ki bu bölgedeki sanayicinin üzerine gidemez. Nasıl gitsin ki? Zira adamların hemen bütün çoğunluğu, örgütlü bir şekilde ve özellikle TÜSİAD aracılığıyla hükümete olan desteklerini açıkça ifade ediyorlar. Bu durumda hükümet nasıl olur da bunlara müdahale edebilir ki? Hem siz olsaydınız bindiğiniz dalı keser miydiniz?

Yine, konutlarda kaçak elektriğin en çok kullanıldığı bölgeler Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’dir. Fakat ne yazık ki buralara da dokunulamaz. Zira bunlara izin verilmesinin kökeninde hükümetin izlediği politikalar yatmaktadır. Bu sayede oy oranlarını arttırmadılar mı o bölgelerde. Hatta birinci parti olarak çıkmadılar mı sandıktan bir dönem. Şimdi nasıl olur da bu yörelerdeki kaçak kullanımın önünü kesebilirler ki? Katiyen olmaz. Zira hem oradaki halkın hem de ABD emperyalizminin ve güdümündeki AB’nin maşalarının ve yerli işbirlikçilerinin huzuru kaçar ki bunu asla kabul edemezler…

Ayrıca Kuzey Irak’a verilen elektriğin durumu da söz konusu. Zira o bölgeye verilen elektrik Türk insanının kullandığı fiyatın neredeyse yarısı bir fiyata verilmektedir. Yani Türk insanı kendi topraklarında üretilen elektriği, kendisine ve ülkesine kin besleyen, askerlerimizin şehit olmasına göz yuman, teröristleri vatandaşları olarak kabul edip, savunan bir ülke insanından daha pahalıya kullanıyor. Tabii doğal olarak hükümet buna da bir dur diyemez. Zira bu da politikalarının bir parçası. Yani ABD ve AB’nin dayatmaları. Bu satışa veya buralara verilecek elektriğe yapılacak zamma asla müsaade edilemez. Çünkü, ABD ve güdümündeki AB’yi kızdırmak hükümet için istenebilecek en son şeydir.

Tabii bir de sokak lambalarının faturasını ödemeyen AKP’li belediyeler var. Bu faturaları onlara ödetmek olur mu hiç? O belediyeler ki, kesinlikle sözden çıkmıyor, halka kömür ve gıda yardımı yapıyorlar. Yani bu iyilikleri karşılıksız mı kalsın? Mümkün değil. Tabii ki faturaları ödemezlerse de olur. Nasılsa hükümet ödetecek birilerini bulur. Buluyor da…

Her özelleştirmede yeni bir kazık daha giriyor hepimize. Bize kazık girerken, şirketler bayram yapıyor. Kazığın ana noktalarından biri kayıp-kaçak bedelleri. Yasanın sanki ana amaçlarından biri buradaki yeni düzenleme. Bu yasa ile şirketler kayıp-kaçak yönünden hiçbir sorumluluk üstlenmiyor ama, piyasa yine de onlara bırakılıyor. 33 milyar lira ile ilgili mahkeme kararı olduğu halde, o para iade edilmiyor. Yasanın Meclis’te görüşülmesi sırasında muhalefet partilerinin bu paranın tüketiciye iade edilmesi için verdikleri önergeler AKP oylarıyla reddediliyor. Bu can alıcı nokta Meclis’te dile getiriliyor:

“Bu yasa yirmi bir dağıtım şirketini kurtarma yasasısıdır. Bu yasa ile kendi üzerinde yük olan bu yirmi bir şirketin normalde gereken hatlarda yenileme yapmadan, kayıp-kaçak düşürülmeden, yaratılan rant şirketlerin cebine inmektedir. Sadece 2013 yılında kayıp-kaçak bedeli olarak halktan 5.85 milyar lira toplanmış, dağıtım maliyeti 3.5 milyar lira çıktıktan sonra, kalan 2.35 milyar lirayı dağıtım şirketleri cebe indirmiştir”.(Mahmut Toğrul, HDP milletvekili, 3 Haziran 2016, Meclis Tutanağı).

Sana, bana, hepimize elektrik üstünden atılan kazığın haddi hesabı yok. Sadece bunlar mı? CHP Denizli Milletvekili Kazım Arslan’ın değerlendirmesine göre:

“-Nükleer santral kurmak için kıyılar, zeytinlik alanlar, askeri arazilere girmenin önü açılıyor.
-Çevre mevzuatına aykırı yapılaşmalarda belli şirketlere 2019 yılına kadar cezadan muafiyet getiriliyor.
-Yenilenebilir enerji göz ardı ediliyor.
-Alışkanlık haline gelen “acele kamulaştırma” kapsamı genişletiliyor. (3 Haziran 2016 tarihli Meclis Tutanağı).

Yukarıda anlattıklarımız ışığında buralara ve ilgililere dokunulamayacağı çok açıktır. Bu durumda ihtiyacın karşılanabileceği en uygun alan, dürüst vatandaşlardır. Bunların, nasıl olsa sesleri çıkmıyor, örgütlü de değiller. Arkalarında dışarıdan talimatlı işbirlikçiler de yok. O halde; vurun bunlara. Zam oranını da istedikleri gibi, hatta tüm açıkları kapatacak ölçüde de tutabilirler. Her türlü vergiyi de yükleyebilirler, arazilerine santral kuracağız diye el de koyabilirler… Üç-beş mırıltı duyulur. Sadece o kadar!

Son yılların halka doğrudan yansıyan en ağır yasalarından biri ile karşı karşıyayız. “Eyyy halkımız, hayırlı olsun”. 

Mutlu musunuz şimdi?

Arzu KÖK