30 Nisan 2019 Salı

Doğmamış İşçiler - Arzu KÖK

Doğmamış İşçiler

İşçileri öldüreceksiniz,
      öldüremiyorsanız döveceksiniz,
               dövemiyorsanız söveceksiniz.


 Soma’da olduğu gibi…
1 Mayıs’ta olduğu gibi…
Tüm yöneticilerin söylediği gibi…
Dünya işçi ölümleri sıralamasının dediği gibi…
Türkiye iş kazalarında en fazla insanın hayatını kaybettiği ülkeler sıralamasında birinci…

Her zaman deniliyor ki iş yerlerinde meydana gelen ölümler görmezlikten geliniyor diye. Koca bir yalan bu söylenenler. Nasıl görmezden gelinebilir ki efendim, hele ki ölümlerin üzerini örtmek bu kadar zor bir iş iken? Yaşanan olaylar karşısında sessizce beklendiğini, hiçbir şey yapılmadığını düşünenler ise daha da çok yanılıyorlar. Bu yapılanlar, gördüklerimiz sadece ve sadece oyunun kuralı. Ne yapabilirler ki işler yetiştirilmelidir.

Gayri Safi Milli Hasıla, tüm “saf”lığımıza rağmen artmak, kişi başına düş(mey)en gelir yükselmek zorundadır. Bakınız ne güzel ihracat(ımız) artmıyor mu? Kapitalizmde şov bitmemelidir. Makineler gümbürdemek, kaslar gerilmek zorundadır. İşte olması gereken asıl zorunluluk budur. Saf bir şekilde tedbir alınmasını beklerken  “üzücü olaylar yaşanmaya devam edecek” ya da “inşallah tedbir alınır” gibi sözleri işitiyor olmamızın da nedeni budur. Zira kapitalizmin vicdanı yoktur. Şov her şeye rağmen devam etmelidir, edecektir. Aksi halde işçiler dışındaki birileri zarar görür. Hem maazallah onlar zarar görürse halimiz nice olur?

“Doğmamış Çocuğa Mektup” adında yıllar önce okuduğum bir kitap vardı. İş kazasında hayatını kaybeden bir işçinin hamile bir eşi olabileceğini düşündüm de aklıma geldi birden. “Acaba bu mektubu Maden ocağındaki göçükte eşini kaybeden bir anne yazmış olsaydı ne yazardı diye?” düşündüm. “Çocuğum, kızım ya da oğlum babasız doğacak, babasız büyüyeceksin” diye başlardı mektuba sanırım. Ama ya sonrası? Nasıl getirirdi gerisini mektubun?

“Yazık ki senin için de benim için de bir tufan olacak yaşamımız…  Bir şeyler yarım kaldı ortada, ben de anlayamadım. İşe gidiyorum diye çıktı bir sabah erkenden baban… Başka bir yere de gitmezdi zaten… Hiçbir kötü alışkanlığı da yoktu. Ama… Sanırım işe gittiği için öldü baban, işçi olduğu için… İşçi ne demek diye soracaksın şimdi evladım. Nasıl olsa öğreneceksin günü geldiğinde ama şu kadarını söyleyeyim sana, yaşamak adına başkaları için çalışanlara işçi denir… Kimileri işçi olduğunu bilmez ya da reddeder, kimileri ise bunu çok kutsal sayar, kimileri ise hiç önemsemez veya aşağılar, ama şu kadarı açık ki onlar olmasa… Şu etrafına bak… Göz alabildiğine genişçe bak… Hadi şimdilik senin yerine ben bakayım, işte tüm bunlar da olmazdı… Olmazdı ama zaten bizim de olmadı….Amcanların da yok, dayınların da… Babanın iş arkadaşlarının da yok… Galiba işe gittikleri için hiç olmamış…. Hiç de olmayacak…

Aslında bu yokluk halinin onlar da farkında, mesela yılda bir kez bayram seyran diyerek kutlama yapmaya,  haklarını aramaya kalkıyorlar… Diyeceksin ki ne cesur babam varmış… Yok çocuğum yok… Evet gerçi cesurdu cesur olmasına ama… Dayakları, biber gazlarını, copları yiyip sularını içip geliyorlardı eve… “Biber gazı da ne?” diye mi sordun, boş ver şimdi, nasıl olsa sonra anlarsın, sen de bakarsın tadına… Ha bir de “ayak takımı” meselesi var… Aman sakın unutma çocuğum… İleride duyduğunda da şaşırma sakın… Yok yok senin o yumuşacık, güzel ayakların değil bahsedilen… Bazı insanlar baban gibilerinden kendi aralarında ayak takımı diye bahsederler… Muhtemelen de ilerde senden de öyle bahsedecekler… Ama sen bakma onlara… Ya da bak, bak ki iyi belle… Niye mi senden de ayak takımı diye bahsedecekler… Galiba sen de baban gibi işe gideceğin için çocuğum…”

Ne kadar zor eşini bir iş kazasında kaybeden bir annenin çocuğuyla babası hakkında konuşmasını, dertleşmesini kestirmek. Duyguların ağırlığı, gerçekliğin acımasızlığı kadarmış. Böyle durumlarda daha iyi anlıyor insan bunu.

Doğmamış işçiler rahat uyuyun diyemiyorum sizlere. Zira her gün en az bir işçi ölüm haberi geliyor Türkiye’nin dört bir tarafından... Keşke hiçbir işçinin çocuğu yetim kalmaz, hiçbir işçinin eşi, hiçbir anne benzer ağırlığı taşımak zorunda kalmaz. Keşke hiçbir işçinin ölmeyeceği günler olsa. Keşke hiçbir çocuk hele ki doğmadan yetim kalmasa…

Arzu KÖK

20 Nisan 2019 Cumartesi

Gelecek Önünde Ayağa Kalkmak…- Arzu KÖK

Gelecek Önünde Ayağa Kalkmak…

Bir gün işten çıkmış, yorgun bir halde, eve gidebilmek adına metroya bindim. Akşam saatiydi, iş çıkışı ve dershane öğrencilerinin dağılma saatiydi. Doğal olarak ayakta gitmek durumundaydım. Karşıda yaşı seksenin üzerinde olduğu belli olan bir bayan oturuyordu. Her haliyle aydın bir insan olduğu görülüyordu, etkilemişti beni. Oturuşu, duruşu, insanlara sevgiyle bakan gözleri… Elimde olmadan sıcak bir tebessüm eşliğinde başımla selam verdim, karşılık verdi hemen ardından. 

 İlk durağa kadar sorunsuz gittikten sonra o durakta büyük olasılıkla 9-10 yaşlarında bir öğrenci bindi metroya. Ama kazağının bir kısmı pantolon içerisinde, bir kısmı dışarıda, montu neredeyse düşecek üzerinden ve son derece de bitkin, bezgin bir çocuk. Elinde kocaman ve ağır olduğu her halinden belli sırt çantasını yerde sürükleyerek bindi metroya. 

Az önce selam verdiğim, yaşı seksenin üzerinde olan bayan çocuğu yanına çağırdı ve “Sen çok yorulmuşsun evladım gel, otur buraya” diyerek yerini ona verdi. Ben dahil metrodaki herkes şaşkınlık içerisindeydi. Yanına yaklaştım ve bu yaptığının nedenini sordum. Aldığım yanıt muhteşemdi: “Bak canım, ben geldim gidiyorum. Bu çocuksa bizim geleceğimiz. Ben sadece gelecek önünde ayağa kalktım.” 

O bayan gerçek bir Atatürkçüydü bana göre. Zira Atatürk gibi geleceğin önünde ayağa kalmayı bilmişti. Atatürk 23 Nisan gününü çocuklara armağan ederken biliyordu onların değerini. Geleceği kuracak ve kurulan Cumhuriyeti yaşatacak olanlar onlardı çünkü. Çocuklar önemliydi. Onlar mutlu olmalı, iyi eğitim almalı, iyi bakılmalı, korunmalıydı. Ulu Önder bugünü onlara armağan ederek, vasiyet ediyordu bir anlamda “İyi bakın geleceğe” diye. Ama yerine getiremedik bu vasiyeti… 

 Çocukları sevmediler hiç. Atatürk çocukların önemine parmak bastığı halde sevmediler onları. Çünkü onların varlığından bile haberleri yok, olsa bile gözlerinin gördüğü yok zaten. Her zaman çok mühim başka işleri var, kimi güya vatanı milleti kurtarma peşinde, kimi dergi, gazete basıp gençleri coplatma işinde, kimi daha fazla rant elde etmek için şehirleri köstebek yuvasına çevirmek peşinde. Çocukları değil sevmeye, görmeye bile tahammülleri yok. Oysa çocuklar onların yüzünden ölüyor, onları sevmedikleri, onlara azıcık da olsa değer vermedikleri için ölüyorlar. Hepsi de suçludurlar. Suçlular. Çocukların küçücük elleri onların yakalarına yapışıp onları sanık sandalyesine oturtamayacaklar belki ama, onlar bu kadar büyüdükleri, çocukluktan bu kadar uzaklaştıkları için vicdanlarda hep suçlu olarak kalmaya mahkûm olacaklar.

Bu kadar çabuk büyümeselerdi, belki emirlerindeki kurşunlar, bombalar ufacık çocukları delik deşik edemeyecekti. İçlerinde bir parça çocukluk kalmış olsaydı, rögarlardan içeri peş peşe çocukların düşüp ölmesine izin vermezlerdi.  Bir an geçmişe dalıp çocukluk günlerinizi hatırlayabilselerdi, geçen yıllarda bir gezi sırasında ölen 30 çocuk belki bu yıl da kutlayabileceklerdi 23 Nisan’ı coşkuyla. Yanmış bir çocuk hastane kapılarında parası yok diye ağlar vaziyette bekletilmeyecekti. Çocuklar yok yere hapishanelere tıkılmayacaktı. Hiç çocuk işçimiz olmayacaktı. Çocuklar gebe kalmayacaktı, küçük yaşta evlendirilerek ya da daha da acısı tecavüze uğrayarak.

 Büyüklerin veya kendilerini çok büyük görenlerin bu bayramı kutlamaya hakları yok. Bu anlamda da ikiyüzlülük yapmamaları ve biraz olsun utanmaları varsa gidip kendileri hakkında suç duyurusunda bulunmaları gerekir. Ancak hala tüm bunlar onları rahatsız etmiyor ki rahat koltuklarında güle güle, izzet ve ikbal ile oturuyorlar. Ne diyelim; “ Buyrun devletlim, makam da sizin koltuk da! “ kullanın dilediğiniz kadar. Ancak unutulmamalıdır ki hiçbir şeyin garantisi yoktur. Devran dönebilir bir gün. Geleceğin sahibi çocuklar gün gelir sorar hesabını bu yaptıklarınızın.

Bu bayram da şarkılar söyleyecekler. Ancak lütfen büyük makam sahipleri; sakın ola ki onların şarkılarına katılmayın, hatta bayramlarını bile kutlamaya kalkışmayın! O sanki sonradan tutturulmuş iğreti gülüşlerinizle, o yapmacık sevgilerinizle ve yapmacık hareketlerinizle çocuklara yaklaşmayın. Zira sizler geleceğin önünde ayağa kalkmayı bilemediniz. İşte o nedenledir ki sizleri görünce değil bizlerin çocukların bile yüzü gülmüyor. Yani “Neşe dolmuyor insan.”

Arzu KÖK

3 Nisan 2019 Çarşamba

Visionary - Arzu KÖK

Visionary 

“Arnold LUDWIG adında ABD’li bir Psikiyatri Profesörü 18 yıllık bir çalışma sonucunda “KING of the MOUNTAIN” isimli bir kitap yazmış. Kitapta bir bölüm var; “In one of the most comprehensive and insightful studies of political leadership ever undertaken.” İsminden anlaşılacağı üzere dünyada ülke yönetmiş politikacılarla ilgili bir kitap…

 Bu eser 20. yy’ da Dünya liderleri ile ilgili bir seri araştırmayı kapsıyor. Dünyadaki liderler arasında 2000 (iki bin) kişiyi belli ama aynı ölçütlere göre değerlendirmiş…

Ülkeleri yönetmiş, Saddam’dan Kaddafi’ye, Mao’dan Roosevelt’e, De Gaulle’den Nehru’ya, Churchill’den Hitler’e, Mussolini’den Mandela’ya, Stalin’den Nasır’a ve Arafat’a kadar hepsini incelemiş…

Bu kapsamlı araştırma sonunda öne çıkan belli başlı 377 devlet adamını yukarıda ifade ettiğim gibi belli ölçütlere göre değerlendirmiş… Öne çıkan liderlerin hepsine aynı olmak üzere 200 kadar değişik kıstas uygulamış, bu kıstaslara göre, 1’den 31’e kadar değişken puanlar vererek değerlendirmiş ve bir sıralama yapmış…

Uyguladığı testin tam adı, “Political Greatness Scale” (PGS) olarak tanımlamış.

Buna göre bir sıralama yapmış. Örneğin; en çok Roosevelt ve Mao 30’ar puan almışken, Nehru 25, Churchill 22, Golda Meir 12, Fidel Castro 23, Lenin 28, Khomeini 23, Kennedy 15 puan almış...

Sadece tek bir lider; 31 puanla ilk sırayı almış… Bu lider de “Visionary” sıfatıyla, 20. yy’ın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı unvanına layık görülmüş… 

Kim mi o lider?  Tabii ki; Mustafa Kemal ATATÜRK “

Gördüğünüz gibi dünyada O’nun büyüklüğünü kabul etmeyen, meziyetlerini övmeyen hiçbir ülke, araştırmacı, bilim adamı yok gibidir. Bu gazetelerde bir haber değeri gibi görülüp algılanmadı benim ülkemde. Nedense bu benzeri haberler göz ardı ediliyor sürekli. Çünkü, nedense ülkemizde silinmeye çalışılıyor Mustafa Kemal Atatürk. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar silmek mümkün olmayacaktır. 

Son zamanlarda özellikle, ömrünün 40 yılını kuru ekmekle savaşın ortasında geçirmiş, tüm dünyanın önünde saygı ile bugün bile eğildiği Mustafa Kemal Atatürk ü beğenmez, bir de utanmadan ona laf eder oldular. Bir de çıkıp Mustafa Kemal Atatürk ‘diktatör’ demekteler. Oysa diktatörlerin ortak özellikleri:

- Dikte ederler, danışmazlar. 
- Hesap sorarlar, hesap vermezler. 
- Genelde sivildirler, ama mareşal üniforması giyerler. 
- Güçlerini halktan değil, silahtan alırlar. 
- Egemen olan halkın iradesi değil, onun iradesidir. 
- Gösterişte bir meclis var ise de diktatörün o Meclisi her an fesih yetkisi vardır.
- Milyonlarca kişinin sürülmesine veya katline, tek başlarına karar verebilirler. 
- Tek başlarına ölüp giderler. 
- Arkalarında da sadece milyonlarca kişinin nefretini bırakırlar.

Oysa, Mustafa Kemal Atatürk…

Dikte etmek yerine, kongrelere gidip, görüş ve yetki aldı. TBMM’ni açarak, “halk egemenliği” ne dayanan bir devlet kurdu. Hesap soran değil, hesap sorulan oldu. Başkomutanlık yetkisi bile her 3 ayda bir, yeniden oylandı, onaylandı, öyle verildi. Mareşaldi, emekli olunca bir daha üniforma giymedi. Gücünü silahtan değil, halkının sonsuz sevgi ve güveninden aldı. Daima halkının arasına katıldı, halktan biri oldu, bundan asla çekinmedi. Çoğu kez, gösterdiği adayları Meclis’in onaylamadığı oldu, saygıyla karşıladı. TBMM’ni fesih yetkisi yoktu. Çok partili düzene geçilmesi için çok uğraş verdi. Bir diktatör bunu neden yapsın ki? Ölünceye kadar, ulusu ve vatanı için nefes verdi - nefes aldı.

Yoktan bir ulus, yoktan bir devlet yarattı. Barışı yalnız kendi ulusu için değil, tüm insanlık için önemsedi. “Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça, cinayettir!” diyen tek askerdi. Savaş paktları kuran bir “diktatör”değil, barış paktları kuran bir “devlet adamı” oldu. Emperyalizme karşı savaştı, emperyalistlerden en büyük saygıyı gördü. Bağımsızlık mücadelesi veren tüm sömürgelere umut ışığı oldu. 1 Kasım 1937 Meclis Açılış Nutku’nda; “…Efendiler, topraksız çiftçiyi topraklandırma kanununu çıkarınız…” diye yakardı ama başarılı olamadı. Çünkü bir diktatör gücü yoktu. Öldüğünde ise tüm Türkiye ve dünya gözyaşı döktü. Bugün bile O’na duyulan sevgi ve saygı yitirilmemiştir.

Şimdi diyoruz ki lütfen çocuklarımıza Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru anlatalım. Atatürk, dünyanın kabul ettiği 100 yılda bir geldiği söylenen bir dehadır ki felsefesini ve yaptıklarını artık bu topluma, özellikle de çocuklarımıza doğru anlatmak gerekmektedir. Zira bu ülkenin aydınlık yarınlara çıkmasının tek yolu Mustafa Kemal Atatürk’ün felsefesi yanında topluma ve siyasete bakış açısıdır.

 Şu sıralar yapılamasa bile O’nu doğru anlatmak, biliyoruz ki bu ülke evladının yüreğinden Mustafa Kemal Atatürk sevgisini atmak asla ama asla olası olmayacaktır. Kimse boşuna uğraşmasın bu sevgiyi yok etmek adına… Zira Mustafa Kemal Atatürk sevgisi bambaşka bir sevgidir…

Arzu KÖK