26 Temmuz 2019 Cuma

Eğitim Sınıfta Kaldı… - Arzu KÖK

Eğitim Sınıfta Kaldı…

Eğitim sisteminin içler acısı durumunu ortaya koyan YKS verilerine göre, üniversite sınavında 628 bin 796 aday puan barajının altında kaldı. Sınava giren 15 bin öğrenci yarım net dahi yapamadı. 

 Üniversite sınavında barajı aşamayanların sayısı 2018 yılına göre daha da artmış durumda. Düşünsenize eğer YKS bir lise bitirme sınavı olsaydı yüz binlerce öğrenci liseden mezun olamayacaktı. Bu sonuçlara rağmen hem MEB hem de YÖK sessizliğini koruyor, bu çocuklar bu soruları nasıl yapamıyor diye sormuyorlar bile kendi kendilerine.  

Neyse halın çıksın falın misali. Kendi yaptığımız sınavlarda bile tel tel dökülür hale gelmişiz. Düşünün ki bu kadar düşük ortalamalarla geçilen sınavlarla üniversiteye girenler arasından doktorlar, mühendisler, ekonomistler, öğretmenler çıkacak. Tamamen eğitim sisteminin aynası bu sonuç.

ÖSYM yayınladığı 2019 sınavı ortalama doğrularına bakarsak;

Matematik:40 soruda 4.7 doğru
Fizik: 14 soruda 1.03 doğru
Kimya: 13 soruda 0.96 doğru
Biyoloji: 13 soruda 1.29 doğru
Türk Dili ve Edebiyatı: 24 soruda 4.9 doğru

Ne kadar içler acısı değil mi? Ama durum bu ne yazık ki… Bence eğitim sistemimiz sınıfta kalmış…

Kısaca özetlersek; Ortalama bir lise mezunumuz 4 işlem yapamıyor halde. Kendi dilini anlayıp, kendisini ifade edemez konumda. Fiziği, kimyayı, biyolojiyi ise hiç sormayın… Ve bu ortalama lise mezunlarından dünya hakkında fikir üretmesi, ülke ekonomisi tartışması, bilime yön vermesi falan bekleniyor…


Sayılar, oranlar, üste çıkanlar, altta kalanlar… Bir de bunların üzerine açıkta kalıp beklemeye alınanlar, beklediği okul yerine beklemediği yerlere kaydı yapılanlar…
Aslında tüm bu sonuçlar; eğitim emekçilerinin, sendikaların bütün öneri ve uyarılarına kulaklarını tıkayan, öğrenci ve velilerin taleplerini görmezden gelen, 16 yılda eğitimi yap-boz tahtasına çeviren ve tümüyle bilimsel temelden, akılcılıktan yoksun hale getirenlerin yarattığı bir sonuçtur.  

Bütün yayınlanan veriler aslında adayların ve öğrencilerin değil, eğitim politikalarının başarısızlığını göstermektedir. Bu tablo, siyasi iktidarın, öğrencinin ilgi, yetenek ve yaratıcılığını geliştirmek yerine, kendisine sadakatle itaat edecek nesiller yaratma arzusunun sonucudur!... Okullaşma politikasından, öğretim programlarını oluşturmaya; öğretmen yetiştirme sisteminden, öğretmenlerin hak gasplarına; demokratik ve evrensel değerlerin yok sayılmasından, siyasi iktidarın yürüttüğü toplum mühendisliğine; devlet okullarına kaynak aktarılmazken, özel okullara öğrenci başına verilen binlerce TL’lik teşviklere kadar çok sayıda faktör bu tablonun oluşmasının temelini teşkil etmiştir.

Eskiden, hükümet değişikliklerine bağlı olarak eğitimde değişen politik tercihlerin etkisinden bahsedilebiliyordu. İktidar partilerinin eğitim politikalarına göre doğru ya da yanlış yenilikler gerçekleşebiliyordu. Her gelen, kendi isteklerine göre eğitime bir şekil vermenin derdine düşebiliyordu. Fakat yıllardır aynı partinin yönetimi altındayken bu kadar sık değişiklik yapılmasını nasıl izah edeceğiz? Tabii bir de son 16 yılda değişen eğitim sistemleri yanında neredeyse bir o kadar da Eğitim Bakanı değişikliğine ne diyeceksiniz?


Tüm bunlar aslında eğitimle ilgili meselelerin sistemsel ve bütüncül olarak ele alınmamasından kaynaklanıyor. Bu nedenle de sürekli değişen ve tutarsızlaşan bir eğitim sistemi üretiliyor. Peki, bu kadar belirsizleşen bir atmosferde, bir adım önümüzü dahi görmeden nasıl yol alabiliriz? Alamayız, alamıyoruz. Artık “Kervan yolda düzülür” de diyemiyoruz çünkü ortada ne kervan kaldı ne de yol. Mecnun gibi çöllerde dolaşıp duruyoruz...

Hepimiz kaygı doluyuz. Kaygımız, bu karanlık tablonun daha da derinleşmesidir. Bu nedenle bir an önce akılcı önlemlerin alınması gerekliliği söz konusudur. Bu karanlıktan çıkışın tek yolu, demokratik bir siyasi atmosferin sağlanması ve eğitimin kamusal, parasız, bilimsel, laik, nitelikli ve anadilinde örgütlenmesinin hedeflenmesinden geçer.

Çocuklarımızın bu durumu hiç mi birilerinin vicdanını sızlatmıyor, merak ediyorum doğrusu. Uykularını kaygısızca uyuyabiliyorlar mı? Hani bizler çocuklarımız adına uyuyamıyoruz da…

Aslında tüm bu sonuçlar açık bir alarm olsa da belki de çıkış yolu için bir atılımın da fitili olur diye umuyoruz. Zira bunca ana baba, genç ve çocuğun üzüldüğü yeter!... 
Artık eğitimin kamusal, parasız, bilimsel, laik, nitelikli bir şekilde organize etmenin bir yolu bulunmalıdır… Yoksa gelecekte ülkemizi, çocuklarımızı çok kötü günler bekleyecek… İzin vermeyin!...

Arzu KÖK

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Tohumu Ekebilecek Var mı? - Arzu KÖK

Tohumu Ekebilecek Var mı?

Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşer ki, dayanamayıp bir armut çalar...

Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkarırlar. Hırsız İmparator'un huzuruna çıkarılınca ona şöyle der;

"Değerli efendim, çok açtım, dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affederseniz size paha biçilemez bir armağanım olacak."

İmparator dudak büker; "Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?"

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzatır ve: "Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz."

İmparator kahkaha atarak; "Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni." der.

Yoksul adam; "Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım. Bu tohumu ancak, ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz."

İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle; "Ben İmparator'um bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin de altın meyveleri görelim." der.

Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telâş içerisinde İmparator'a dönüp itiraz eder. "Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu haznedar başı eksin."

Haznedar başı da hemen bir bahane bulur ve bu görevi başkasına devreder.
Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçınır.
Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşünür. Başı önünde başbakana, haznedara ve bütün görevlilere dik dik bakar ve; "Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." der.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için atar. Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izler...

Sonra da gülerek; "Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter." der kafası önünde…

Bu öyküyü her okuduğumda bana neler çağrıştırdığını bilmem açıklamama gerek var mı? Zira eminim ki hepinizde bende çağrıştırdığı tarzda duygular çağrıştırıyordur. Türkiye de yazık ki ortalık toz duman. Neyin doğru, netin yanlış olduğunu bilemez hale geldik. Siyasiler bir türlü söylüyor, medya bir türlü, yurtdışından farklı haberler… Hangisi doğru belli değil… Ve birileri bir eli yağda bir eli balda yaşarken ülkenin büyük kesimi açlık sınırının altında yaşamak zorunda…

Şimdi soruyorum sizlere: “Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde tohumu ekebilecek kimse var mı?”

Arzu KÖK

14 Temmuz 2019 Pazar

Ağaç Dikme Bayramı - Arzu KÖK

Ağaç Dikme Bayramı

Dünya Doğal Kaynaklar Enstitüsünün Birleşmiş Milletler (BM) dahil 40'tan fazla kurumla birlikte hazırladığı "Küresel Orman Takip ve Uyarı Sistemi"ne göre 2001-2017 arasında Türkiye'nin 425 bin hektar ağaç örtüsünü kaybettiğini belirtti. Bu ise yüzölçümü en büyük illerimizden biri olan Erzurum kadar bir bölge demektir. En çok orman kaybının yaşandığı bölgeler ise, İstanbul, Antalya olarak göze çarpmakta.


 Yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı Çölleşme ve Erozyonla Mücadele (ÇEM) Genel Müdürlüğü ile TÜBİTAK-BİLGEM tarafından yapılan Türkiye’de çölleşme modeli teknik raporu, ülke topraklarındaki çölleşme riskinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Rapora göre Türkiye arazilerinin yüzde 80’ine yakın bir kısmı orta ve yüksek çölleşme riski altında bulunuyor.  

Yukarıda verdiğim iki rapor da aslında durumu özetler nitelikte. Çölleşmeye doğru gidiyoruz ama ağaç kesmekten, orman yakmaktan da geri durmuyoruz. 

Türkiye topraklarının yüzde 48’i çölleşme riski altında. Son 40 yılda sulak alanlarımızın yarısını yitirdik. Akarsuları, gölleri kurutmakla kalmıyoruz, kirletiyoruz da. Çevre Mühendisleri Odası’nın son raporunda şöyle diyor: “Türkiye’nin tatlı su kaynaklarının yüzde 76’sı kirli. Menderes, Kızılırmak, Sakarya, Gediz, Ergene kanalizasyona dönüşmüş durumda.” 

Cumhuriyetin ilk yıllarında 44 milyon hektarla ülke yüzölçümünün yüzde 56’sını oluşturan mera ve çayır alanları, 14.6 milyon hektara inerek yüzde 19’a gerilemiş. 26 yılda 4.1 milyon hektar tarım arazisini kaybettik. Var olan tarım arazilerin yüzde 59’u erozyon tehdidi altında. Oysa ne diyor TEMA: “Toprağı korumak, yaşamı korumaktır.” 80’li yıllardı. Çöl çekirgeleri Afrika’yı kavuruyordu. Bu haber üzerine “Biz de bu çekirgeler gibiyiz” demişti dostum; “Öylesine tüketiyoruz ki doğayı, geriye bir çöl bırakıyoruz.” 

Oysa, “Yeryüzü bize atalarımızdan miras kalmamıştı, onu çocuklarımızdan ödünç almıştık.” Öyle diyordu Kızılderili atasözü. Şimdi soruyorum: Çocuklarımıza bırakacağımız miras bu mu? Çölleşmiş bir Türkiye mi?

Son günlerde sosyal medyada “Ağaç Dikme Bayramı İlan Edilsin” diye bir kampanya başladı. Çevreci dostlar orman katliamlarına dikkat çekip, ağaç dikerek karşı durma telaşına düşmüşler. Çok güzel bir talep. Ancak bunun için bayrama ihtiyaç var mı? Bu insanlar yaşadıkları ilde her ay bir araya gelip o ilin bir bölgesini ağaçlandırsa daha güzel olmaz mı? Zira herkes biliyor ki bu ülkede Orman Haftası’nda daha çok ağaç katlediliyor. Bu nedenledir ki bir bayram ilan edilmesini beklemektense sosyal medyada toparlanıp ayda bir yaşadıkları ilin bir bölgesini ağaçlandırmak daha doğru olmaz mı?

Birilerinden bir şey isteme devri bitti diye düşünüyorum. Onun yerine harekete geçmeli. Mesela Ankara’da ODTÜ’de kesilen her ağacın yerine yenisini dikmekle, İstanbul’un yok edilen ormanlarını yenileme çalışmalarına veya yanan ormanlarımızın arazilerine ağaç dikmekle başlanabilir, ne dersiniz?

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her şey Yaradılıştan beri değişmez bir düzene, esas ve kurallara bağlanmıştır. Fakat ne yazık ki okumuşu da halkı da o düzeni, esasları, kuralları merak etmiyor, öğrenmiyor. İşin kolayını bulmuş: Her şeyi Allah’a bırakıyor. Ya dua ediyor, ya beddua… 

Aslında insan başına gelecekleri belirleyendir. Eğer öyle olmasaydı, Yaradan, kafatasının içine şekilsiz, biçimsiz bir top et koyardı beyin yerine. Ne kol ne bacak verirdi. Ancak insanımız, merak etmiyor, okumuyor, öğrenmiyor, iş yapmıyor… Sadece söz üretip, bir iş yapmıyor ama kendini dünyanın en mükemmel yaratığı görüyor. Sonra da ortalıkta, “Ben Müslümanım", hele ki "Ben Atatürkçüyüm” diye dolaşıyor.

İşte tüm bu nedenlerden ödülü kesilen her ağacın, yanan her ormanın sorumlusu da bizleriz. O nedenle artık aklımızı başımıza almak ve bir şeyler yapmalıyız. Yukarıda da dediğim gibi kimseden beklemeden. Kendi çabamızla, bir araya gelerek… Yani bizler için aslında her gün “Ağaç Dikme Bayramı” olmalı…


Arzu KÖK