16 Şubat 2019 Cumartesi

Sorun Çözmek!... - Arzu KÖK

Sorun Çözmek!...

Eski dönemlerden kalan bir Rus fıkrası şöyledir:  Sovyetler Birliğinin 7 mucizesi nedir? 

1. İşsizlik yok fakat kimse çalışmıyor. 
2. Kimse çalışmıyor fakat üretimde hiç eksiklik yok. 
3. Üretim var, fakat dükkânların rafları bomboş. 
4. Raflar bomboş fakat her yerde kuyruk var.
5. Her yerde kuyruk var fakat herkes yakında bolluk olacağını söylüyor. 
6. Yakınlarda bolluk olacak fakat kimse memnun değil. 
7. Kimse memnun değil fakat herkes seçimlerde yine de oy veriyor.

 Şimdi diyeceksiniz ki bu fıkrayı neden anlattınız? Ne yapayım her dinlediğimde ya da her okuduğumda bana bir şeyler çağrıştırıyor, belki size de çağrıştırır diye anlatmışımdır ne dersiniz?

Gerçekten de ilginç bir ülkede yaşıyoruz; yolları ve köprüleri özel sektör işletiyor, domatesi ve salatalığı devlet satıyor. Ne enterasan bir durum değil mi? 

Yazık ki TÜRKİYE'DE; Et bitti!  Ot bitti!  Süt bitti!  Yumurta bitti!  DEĞİRMENİN SUYU BİTTİ!  Pancar bitti!  Buğday bitti!  Arpa bitti!  Domates bitti!  Ama tüm bunların sorumlusu soğan ve biber yetiştiricileri oldu!...

Ne diyordu Köy Enstitüsü marşı:

“Sürer, eker, biçeriz güvenip ötesine 
Milletin her kazancı milletin kesesine 
Toplandık baş çiftçinin ATATÜRK’ün sesine 
Toprakla savaş için ziraat cephesine. 
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz. 
Biz yurdun öz sahibi, efendisi Köylüsüyüz.”

Bu ülkenin kendi ürettiği değerler vardı. Kendi Tanzim Satış yerleri vardı: TARİŞ, Fiskobirlik, ÇAYKUR, Et ve Balık Kurumu, Şeker Fabrikaları… Ama sanırım ki İsmet Paşa’nın ve Bülent Ecevit’in ahları tuttu: ”kuyruklarda bekledik” siyaseti, yerini kotalı hıyar ve domates kuyruklarına bıraktı. "Ülkeyi geleceğe taşıyacağız" diyerek yola çıkanlar ne yazık ki 40 yıllık nostaljiye geri döndü. CHP özellikle 2.Dünya Savaşı sırasında ve 1974 sonrası ABD ambargosu sonucu ortaya çıkan siyasal-ekonomik düzlemde bu tür görüntülerle suçlanıyordu meydanlarda sürekli. Son durumu görünce aklıma Fuzuli geldi: "Haddini aşan zıddına dönüşür."

Evet bu gerçektir ki sebze fiyatları son aylarda büyük bir yükseliş gösterdi. Ama örnek gösterilen ürünlere baktığınızda, domates, biber ve patlıcan’ı görüyoruz. Oysa baktığınızda bunlar kış sebzesi değil ki. Uzmanlar bile bas bas her şeyin mevsiminde yenmesinin doğru olduğunu söylerken bu neyin lüksüdür ki bu mevsimde ille de istenir hale geldi. Eğer bu mevsimde bunlar lüks ise bu fiyatlar hiç de lüks değil bence. Bir de eğer gerçekten bu bir sorun ise neden geçici çözümler peşinde koşuluyor da sorunun gerçek nedenleri araştırılıp bu sorunların çözümü noktasında bir adım atılmıyor? Mesela sormak lazım:

1- Üretimin arması için ne gibi önlemler alınmaya başladı?

2- Dünyanın en verimli arazilerinin bulunduğu ülkemizde yazıktır ki, üniversiteler ile üretici çiftçi birbirinden uzaktır. Bu verimli tarım bölgelerimize öğretim üyeleri gönderip son teknolojileri tarımın hizmetine sokmalı ve ciddi bir tarım politikası belirlenecek mi?

3- Tarımın başlangıcı damızlık yerli tohumdur. Bitkisel ve hayvansal üretimde kendi damızlık tohumunuz yoksa, ne kadar iyi şartlara sahip olsanız da verimli bir üretim yapamazsınız. Neden tohum kartellerine boyun eğilip Yerli Tohum yasaklandı? Bunu yeniden gündeme alıp Tohum Üretme Çiftlikleri kuracak mısınız?

4- İklim değişikliği risklerine karşı üretim alanlarında ve bölgelerinde yapılacak önlemler düşünüldü mü?

5- Kullanılan ürünlerin çoğunun ithal olduğu tarım sektöründe (enerji-gübre-ilaç-tohum) dışa bağımlılık söz konusu. Sizler Cumhuriyetin yaptığı fabrikaları (şeker-gübre) sattığınız için yazık ki kendi çiftçinizi değil yabancı ülke çiftçilerini gönendirdiniz. Şimdi ise çiftçilerimizden fedakârlık bekliyorsunuz ki bu olmaz. Bu fabrikaları yeniden açıp çiftçinizi gönendirmeniz gerekiyor önce. İşte o zaman onlar da canla başla çalışacaklardır.

6- Üretimin kalitesi, standardizasyonu ve sınıflandırılması sağlanmalı, bunun için paketleme, soğuk hava tesisleri zorunlu hale getirilmeli ve tarla ile pazar arasındaki firenin en aza indirilmesi yönünde çalışmalar yapılacak mı?

7- Hale gelen bir ürüne uygulanan kesintiler: Stopaj %2, Komisyon %8, Komisyon KDV’si %1,44, Bağkur %2, Hamaliye %2, Toplam; %20-25. Oranlara bakar mısınız? Kısaca şöyle açıklayalım: Hale, 1000 TL’lık mal gönderin bir üreticinin eline taş çatlasın 750-800 TL geçmektedir. Bu durumda bin bir emekle hale getirdiği üründen kazanç elde edemeyen çiftçi nasıl mutlu olsun? Bunların önüne geçilebilecek mi?


8- Üretici örgütlenmesini oluşturup, etkin ve sağlıklı bir kooperatifleşmenin önünü açmak çok doğru bir tavır olmayacak mı?

Evet şimdi geçici bir çözüm bulundu ama önemli olan bundan sonrasıdır. Eğer tarımın önündeki bu engeller kalkmaz ise tarımımız eski, kendi kendine yeten konumuna gelemez ve bu sıkıntılar devam edip gider. Dışarıdan alıp elin çiftçisini zengin edeceğimize neden kendi ülkemizde tarımı destekleyip çözümü öyle aramıyoruz anlamıyorum doğrusu.

Bu ülke bizim. Bu ülke birilerin oyuncağı olmamalı. Her şeyi ile dışa bağımlılığı bitirilip kendi kendine yeten bir durumuna getirilmeli yeniden. Eğer böyle olmazsa hep oyunu kurallarına göre oynamak zorunda kalacağız, kuralları kendimiz koymak varken. 

Atatürk döneminde olduğu gibi kendi kurallarını koyan bir ülke olmak istiyoruz yeniden…

Arzu KÖK

3 Şubat 2019 Pazar

Cahillik!... - Arzu KÖK

Cahillik!...

Tarih; devletlerin bilimden, teknolojiden, savaştan veya ekonomin batmasından değil!... Tarih; cahillikten, adaletsizlikten, ahlaksızlıktan ve insanlara yaptıkları insafsız zulümlerden dolayı yok olmuş nice medeniyetlere ve devletlere şahittir!

Yaklaşık bir asırdır an çok da Atatürk sonrası, derme çatma, göstermelik bir demokrasi ile yürüyen Türkiye siyaseti, kurumsallaşmaktan uzak kalarak, lider kültü ile, toplumun algılarını pasifleştirmeyi başarmış, doğruluk, gerçek ve eşitlik gibi değerlerin içini boşaltmıştır. Toplumun adaletsiz düzene karşı kendi çıkarları uğruna gelişen duyarsızlığı insanlığı adeta utandırmaktadır.

Toplumun bel kemiğini oluşturanların, ''Dur kardeşim seni ben seçtim!'' ,''Ne için ve neden tutukluyorsun insanları?'', ''Neden sanata bu düşmanlığın?”, ''Terörle mücadele adı altında bir bölgeyi nasıl yok edersin?'' ,''Kurunun yanında nasıl yaşı yakarsın?'', Adalet neden artık mülkün temeli değil?'', ''Yoksul aile evlatları neden hep şehit?'', “Eğitim neden yüzyılların gerisine gitti?”, “Bilim neden kapı dışarı edildi?” gibi soruları kendi seçtiklerine söyleme cesareti gösteremeyen, hesap ver diyemeyen bir halk artık tüm iradesini, yani ahlaki değerlerini kaybetmiş demektir.

Bilinen bir gerçek vardır ki, zalime ortak olan, adaletsizliğe sessiz kalan, bana dokunmayan yılan bin yaşasın demese dahi, ''doğru bulmuyorum'' demekle yetinen, bir millet, bir devlet, bir siyasi parti ve en basitinden bir insan bile yok olmaya mahkumdur. Böyle bir durumda iradesini yitirmiş bir toplumun varlığından kesinlikle söz edilemez. Çünkü; İnsanı insan yapan, düşünceleri, sözleri ve kontrol edebildiği iradesidir. Ve İnsan, hak ettiği değeri, öncelikle adaletinden, bilgi birikiminden, sonra toplumsallaşma yeteneğinden dolayı alır. Ve tarihin arka bahçesi bunlarla doludur. Cehalet, adaletsizlik kötü sonuçlar doğurur.

Osmanlı İmparatorluğu cehaletten battı. İslam ülkeleri cehaletten köle oldular. 20. Yüzyıl köleliği de dünyanın bütün toplumları için cehalet üzerine kurulacak. Bilgi ve teknolojiyi üretmeyip satın alanlar, üretenlerin kölesi olmaya mahkûmdur. Bu köleler kendilerine otomobil, uçak, silah satanlarla da savaşabilir. Örneğin; Afganistan, Irak, Filistin… Bu onların gelecek perspektiflerini değiştirmez.

Bugün dünya ekonomik yaşamının temelini oluşturan teknolojide Türkiye’nin önde gittiği neredeyse hiçbir alan yok. Bazı alanlarındaki ticari başarı ileri teknoloji üreten dünyanın dışladığı üretim alanlarında yoğunlaşmaktan başka bir şey yapılmamaktadır yazık ki günümüz Türkiye’sinde.

Türkiye’nin tarihçileri nedense dünya ile yüzlerce yıl savaşmış, Osmanlı’nın karşısındaki ülkelerin sanayi, eğitim, kültür, sanat, üretim alanında bize göre ne durumda olduklarını merak edip de neden yazamıyorlar? Hiçbir kültür tarihçisi resimsiz, heykelsiz, bilimsiz, felsefesiz gelişmiş bir kültür olamayacağını düşünemiyor, yazamıyor? Kimse bizde ilk mühendis fakültesi açıldığında açıldığı zaman, Viyana’da da mühendis fakülteleri var mıydı diye merak etmedi. Kimse Rus Bilimler Akademisi’nin veya Dünya Bilimler Akademisi’nin ne zaman kurulduğunu merak etmedi.

Sayısal verilere bakıldığında eğitim Osmanlı geçmişine göre olağanüstü ileri. Çok da gösterişli. Fakat entelektüel düzeyi, bilimsel içeriği, öğretim örgütlenmesi dünya ortalamasının çok çok altında. Üstelik öğretim üyeleri icazetlerini neredeyse Amerika’dan almak zorunda. Gerçek anlamda bilim üretenlerin bir de doğruları ifade ettikleri için görevden alınmaları söz konusu. Sanatımız dünya pazarına hiç çıkamıyor, sadece birkaç musiki virtiözümüz var. Gerçek sanat kapı dışarı edilmiş, yoz bir sanat oluşturulma çabası söz konusu. Neredeyse tüm bilimlerin temeli olan felsefe tamamıyla dışlanmış benim güzel ülkemde.

Kırsal kültürün üst düzey temsilcilerinin ise Batı felsefesini bir kenara bırakın, Ortaçağ İslam felsefesinden bile haberleri yok gibi görünüyor. Tabii bir de en büyük sorunlardan bir diğeri tarih bilinci yoksunluğu. Böyle bir bilinç oluşturulması çabasını bir kenara bırakın, kırsal kültürün en göze çarpan özelliklerinden biri tarih bilinci yoksulluğudur. Böyle bir bilincin oluşması için gerekli tarih bilgisinin bile yanından geçmiyorlar. Aksine unutturulmaya çalışılan bir tarih söz konusu.

Ancak çok komiktir ki, çağdaş kültürün hiçbir alanında yeterliliği olmayan kentlere yığılmış kırsal kültürlüler nedense Avrupalı olmak istiyor. Avrupa Birliği sözü yıllarca çamaşır tozu reklamlarından daha çok kullanılır oldu. Fakat aynı adamlar Avrupalılara’ kafir’ demekten vazgeçemediler. Ömürlerinde hiçbir zaman Avrupalı gibi düşünmemiş ve düşünmek de istemeyen insanların Avrupa Birliği’ne girmek istediklerini düşünmek birçok trajikomik geliyor açıkçası. 


Emperyalist propagandanın temalarını okuma-yazma bilmeyen halka kahve retoriği ile ve bir safsata bulutu içinde yansıtıldığı bir beyin yıkama çağında yaşıyoruz. Kırsal kültürlü tarımsal toplumun temel eğilimlerine sahip olmakta devam eden, kentleşememiş Türk toplumu hiçbir şey merak etmiyor. Sadece kullanıyor. 

Mustafa Kemal’in büyüklüğünü anımsamamak olası değil. Türk tarihçilerine dünya tarihi yazdırmak isteyen, Anadolu arkeolojisini öğrenmek için Avrupa’ya Anadolulu öğrenci gönderen, Avrupa musikisi konservatuarı açan, 87 Alman profesörünü yeni açılan üniversiteye davet eden bir devlet ve kültür adamı yıllardır gelmedi. Bugünkü cehalet gösterisinin çevresinde dolanmak bile acı verici.

La Monde Diplomatique yıllarca önce ‘Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’ adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Yazar Claude Julien’in makalesinde Petain Dönemi’nde egemen olan ruh halinin bütün bir toplumsal sınıfı etkilemiş olduğunu anımsatır. Türkiye’de olan da budur. Kırsal kültür zaten üstünkörü var olan çağdaşlık düşüncesini esir ya da satın almıştır.

Böyle giderse çoktan hasta olan toplum dönüşü olanaksız bir yola girecek. Daha kim, ne bekliyor?



Arzu KÖK