29 Aralık 2019 Pazar

2020’nin Yıldız Falı - Arzu KÖK


2020’nin Yıldız Falı

Her yeni yıl bir öncekine göre sitem yüklü geçegelmiştir.

Gelecek yeni yıl her ne kadar umut barındırıyor gibi algılansa da yine de geleceğe duyulan merakın etkisiyle yıldız fallarına kaçamak bakışlar atılır çoğu zaman…

Ülkemizde özellikle son yıllarda artan bu yıldız falı merakına biz de katılalım dedim ve sizler için yıldız falına bir göz atalım dedik:

Geçtiğimiz yılları kolektif protein sağanağı altında geçiren siyasilerin yıldız haritasına baktığımızda hücrelerinde, protein takviyesiyle meydana gelen bir güçlenme görülmekte…

Enerji fazlası, serbest dolaşım ve önüne gelene saldırma hakkı verilen polislerin kol ve bacak kaslarına da ekstra kuvvet olarak yansıyacak...

Yıldız enerjisindeki yükselme ve değişmeler; yürüyüşünü, oturup kalkmasını beğenmedikleri, sakal ve bıyıkları örf ve adetlere aykırı olanlar üzerinde bir baskı yaratacak…

Sert gezegen geçişlerinin etkisinden olsa gerek, yükselen muhalif seslere karşı duyulan tahammülsüzlük bu yıl da coplama, gözaltı ve tutuklamalarla sürecek gibi gözüküyor.

İşten atılmalar devam edecek…

Akıl tutulmaya, vicdanlar körelmeye, ahlak tükenmeye dönecek yüzünü…
Hukuk yerle bir edilmeyi sürdürecek…

Medyatik çığırtkanlıklar ve karartmalarla gerçeğin avazı kısılmaya devam edilecek…
Kabadayılıklarla diplomatik zarafetin dili yerle bir edilecek…

Tarım arazilerinde binalar yükselmeye devam edecek ve bizler ithal buğdaya, pirince…vb… muhtaç olmaya devam edeceğiz…

Hayvancılık cenneti olan ülkemize dışarıdan et getirtmeyi sürdüreceğiz…

En güzel ormanlarımızı, doğa cenneti olarak isimlendirilecek yerlerimize maden ocakları veya termik santral kurulup yok edilmelerinin önünü açmaya devam edilecek…

Simitle beslenmeye endeksli asgari ücretli yaşam, egemenliğini sürdürecek…

Açlık ve yoksulluk sınırları TV ekranları ve haber sitelerinden halkın inatla gözüne sokularak “Tevekkül Allah” nutukları atılacak. Toplumsal muhalefetin sesini kısmaya odaklanacaklar yine…

Barınma, ulaşım, sağlık ve eğitim haklarında yeni gasplar bekleniyor…

Çatınız her an başınıza yıkılabilir, aile hekiminiz kapsama alanı dışında kalabilir, otobüs güzergâhınız değiştirebilir ve medrese eğitimiyle baş başa kalabilirsiniz…

Yolda yürürken veya işten eve dönerken başınıza bir şey düşebilir ya da bir bombanın kurbanı olabilirsiniz…

Ülke bir savaşa sokulabilir, şehit cenazeleri sıraya dizilebilir…

Belki içiniz karardı buraya kadar. Ancak yıldız haritasında tek net kalan nokta ise iktidarın ve kapitalist düzenin ortak söyleminin süreceğini gösteriyor ve bizlere yine denilecek ki:

“Konuşma!...
Çalış!...
Nefes al ama yaşama!..
Sakın ha itiraz etme bir şeye!...”

Yıldız haritası bunları söylerken diyorlar ki yeni bir yıla girecekmişiz. Yalan… Vallahi de billahi de yalan… Yıllardır bitmeyen bir yıl yaşamaktayız zaten biz. Bu gidişle daha uzun süre de bitmeyecek bir yıl… Hatta diyorlar ki Türkiye’nin sonu da…

Ahmet Erhan’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandığı derlemesindeki şu mısralar unutulur gibi değil:

“Ülkemin üzerindeki bu alacakaranlık
Bu belirsizlik, bu umarsızlık, bu korku biterse eğer
Halkım bu ufkun nereye uzanacağını bilirse bir gün
Şiirler yazarım o zaman, saf ve belki de
Oyun olsun diye boş, anlamsız…”

Şimdi beyhude geçen bir yılın “bitmeyen kakafoni”si sürerken ufuklar öyle daralmış ve içler öylesine kararmış ki, “saf ve belki de oyun olsun diye boş, anlamsız şiirler”in değil, coşku dolu, anlamlı marşların özlemi dağlıyorken ciğerleri, yıl bitmiş sayılır mı?

Yine de direnç yıldızınızın hiç sönmemesi dileğiyle…

Mutlu yıllar…

                                                                         Arzu KÖK

24 Kasım 2019 Pazar

1921 Maarif Kongresi - Arzu KÖK


1921 Maarif Kongresi

Eğitim sistemimizin geldiği durumu düşününce aklıma 1921 Maarif kongresi geldi ve paylaşmak istedim.

1921 yılında Ankara'da toplanan Maarif Kongresi'nin eğitim tarihimiz içinde önemli bir yeri vardır. Bu kongre; okul ve öğrenci mevcudunu tespit etmek, bu konuda yapılması gereken çalışmaları belirlemek ve eğitime millî bir yön vermek amacıyla toplanmıştır. Eğitim tarihimizde bir dönemin başlangıcı olarak görülmesi gereken  kongrede Atatürk;  eğitim, bilim ve kültür alanındaki düşüncelerini, yapılacak inkılâpların esaslarını, öğretmenler için neler düşündüğünü ve onlardan neler beklediğini anlatan tarihî bir konuşma yapmıştır. Yeni kurulan devletin çağdaşlaşma yolunda da ilerlemiştir.

 I. Dünya Savaşında Çanakkale ve başka cephelerde büyük zaferler kazandığı halde, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti yenik sayılmış ve başkent İstanbul ile topraklarından birçok yeri işgal edilmeye başlanılmıştı. Kurtuluş Savaşı Dönemi'nde (1919-1922) yürütülen bağımsızlık mücadelesi, eğitimi de derinden etkilemiştir. Bununla beraber eğitim,  bu mücadeleye önemli katkılarda bulunmuştur. 

TBMM'nin açılışından hemen sonra, 6 Mayıs 1920'de Maarif Vekilliği adıyla yeni bir teşkilât kurularak eğitimin millî bir sisteme göre ele alınması kabul edilmiştir. 25 Kasım 1920'de mecliste alınan bir kararla öğretmen ve öğrencilerin askerlik yükümlülükleri ertelenmiş, 15 Temmuz 1921'de savaşın en yoğun olduğu bir dönemde Ankara'da Maarif Kongresi toplanmıştır.

Atatürk, toplumun yeniden biçimlendirilmesinde en önemli itici kuvvet olarak görülen eğitim alanında da aynı ilkeye uyulmasını, ilim ve fennin gösterdiği yoldan şaşılmamasını özellikle istemiş, hatta emretmiştir. Bu tutumuyla Atatürk, Türkiye'nin çağdaş bir devlet hâline gelmesini önleyen engelleri, tam bir cesaretle yıkıp atabilen, akıl ve bilim çağına geçmenin tek kurtuluş yolu olduğunu tam bir berraklıkla görüp bu gerçeği tam bir açıklıkla gözler önüne seren bir liderdir.

Atatürk için tükenmez inanç kaynağı, yüreğini kaplayan derin millet sevgisi ile Türk gençliğine duyduğu sonsuz güvendir. O, Türk Milleti'nin ve Türk gençliğinin başaracağına dair inancını kaybetmemiştir. Atatürk'ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan en eski belge, 1918 yılı Mayıs ayında, bir fotoğrafın üzerine kendi el yazısıyla yazdıklarıdır. Burada Atatürk, gençliğe olan inancını ve duygularını şu sözlerle ifade etmiştir: "Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payansız muhabbetim değil; bu günün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeye ve aramağa çalışan bir gençlik gördüğümdendir"

İlk TBMM döneminde Maarif Vekâleti görevine sırasıyla Rıza Nur, Hamdullah Suphi, Mehmet Vehbi ve İsmail Sefa Bey'ler getirilmiştir. Her biri eğitim ve öğretimin yeniden teşkilatlandırılması, müfredatların yeniden oluşturulması ve özellikle de öğretmen yetiştirilmesi meselelerinde önemli gayretler göstermiş ve o günün şartlarında tüm imkânları seferber etmişlerdir.

Milli eğitim politikasının temel amaçları belirlendiğinde ilk planlı faaliyet olarak mevcut okulların açık tutulması ve iyi idare edilmesi hedeflenmiştir. Mustafa Kemal'in yeni oluşumda öğretmenlerin rolü ve önemini en baştan beri önemseyerek savaş esnasında bir "Maarif Kongresi" tertiplenmesini istemesi de öğretmenlerin o günkü toplumsal konumu ve değerini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Öğretmenlerin en az cephe gerisindeki milli ruhu ve manevi enerjiyi yüksek tutması kadar, eğitim öğretimin kendini yenileyebilmesi ve yeni bir hukuki çerçeve içerisinde devamlılığının sağlanması için atılması gerekli adımları belirlemesi bakımından da "I. Maarif Kongresi" oldukça anlamlıdır.

TBMM'nin açılışını müteakip eğitimle ilgili ilk sistemli hareket olarak tanımlanabilecek Maarif Kongresi, Kütahya- Eskişehir Savaşları'ndaki mağlubiyetin ardından Sakarya Savaşı'na hazırlık döneminde yapılmıştır.

Hâkimiyet-i Milliye, 31 Mayıs 1921 ve 13 Temmuz 1921 tarihli haberlerinde Maarif kongresi ifadesini kullanmaktadır. Ertesi günkü haberde de Maarif Kongresi'nin 15 Temmuz'da açılacağı bildirilmektedir. Genellikle ilk ve ortaöğretim kademelerinin hedefi ve programı hakkında tartışmaların yapıldığı bu kongrede Atatürk, eğitim için harcanan çabaların gelecekteki eğitimin temellerini atmaya yetmeyeceğini; gerekli vasıtalara sahip olununcaya kadar geçecek olan devrede itina ile çizilmiş bir eğitim programı uygulanıp eğitim örgütünün en verimli şekilde çalıştırılacağını belirtmiş; kongrenin ilerleyen günlerinde ise öğretimin sadeleştirilmesi, uygulamalı hale getirilmesi ve yörelere göre çeşitlendirilmesi istenmiştir.

Maarif Kongresi, yurdun her tarafından gelen 250'den fazla erkek ve kadın öğretmeni bir araya getirmiştir. Kongreyi Mustafa Kemal cepheden gelerek açmış ve çok önemli bir açılış konuşması yapmıştır. Kongrenin açılışına uzun bir başyazı ayıran Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, daha önceki iki İnönü savaşı ve başlamak üzere olan Sakarya savaşını kastederek, "Mustafa Kemal Paşa, Üçüncü Yunan taarruzunun en ateşli zamanında muallim ordusunun gelecek vazifesiyle meşgul bulunuyor. Bu asil ve yüce örnek Türk tarihinin benzeri ender bulunan kıymetli hatıralarından biri olacaktır" demiştir.

Atatürk kongreyi son derece önemli tespitler yaptığı açılış konuşmasıyla, bizzat kendisi başlatarak kongreye verdiği önemi bir kez daha ortaya koymuş ve konuşmasında:

"Muhterem Hanımlar; Efendiler!

Asırların mahmul olduğu derin bir ihmali idarinin bünye-i devlette vücuda getirdiği yaraları tedaviye masruf olacak himmetlerin en büyüğünü hiç şüphesiz irfan yolunda ibzal etmemiz lazımdır.

İrfanı memleket için tahsis edilebilen şey müstakbel maarifimize mabi- hilistinad olacak bir temel kurmağa kâfi değildir. Ancak vasi ve kafi şerait ve vesaite malik oluncaya kadar geçecek eyyam-ı cidalde dahi kemal-i dikkat ve itina ile işlenip çizilmiş bir milli terbiye programı vücuda getirmeğe ve mevcut maarif teşkilatımızı bugünden müsmir bir faaliyetle çalıştıracak esasları ihzar etmeğe hasr-ı mesai eylemeliyiz.

Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin tarihi tedenniyatında en mühim bir amil olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsafı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür kastediyorum. Çünkü dehayı milliyemizin inkişaf-ı tamı ancak böyle bir kültür ile temin olunabilir. Lalettayin bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.

İşte biz, bu kongrenizden yalnız, çizilmiş eski yollarda alelade yürümenin tarzı hakkında müdavele-i efkâr etmeğe değil, belki serdettiğim şeraiti haiz yeni bir sanat ve marifet yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni nesli yürütmek için rehber olmak gibi mukaddes bir hizmet bekliyoruz...

İstikbal için hazırlanan evlad-ı vatana, hiçbir müşkül karşısında serfuru etmeyerek kemal-i sabır ve metanetle çalışmalarını ve tahsildeki çocuklarımızın ebeveynine de yavrularının ikmal-i tahsil için her fedakârlığı ihtiyardan çekinmelerini tavsiye ederim... Milletimizin saf seciyesi istidat ile malidir. Ancak bu tabi istidati inkişaf ettirebilecek usullerle mücehhez vatandaşlar lazımdır. Bu vazifede sizlere teveccüh ediyor. 
Hükümet-i Milliyemizin kemal-i ciddiyet ve samimiyetle arzu ettiği derecede, Türkiye muallime ve muallimlerinin hayat ve refahını henüz temin edememekte olduğunu bilirim. Fakat milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhte eden heyeti mübeccelenizin bugünün vaziyetini nazarı itibara alacağından ve her müşkülü iktiham ile bu yolda gayet metinane yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatidir. Bunda muvaffak olmanızı cenabı haktan temenni ederim".

Atatürk'ün de sözlerinden anlaşılacağı üzere yeni Türk Devleti'nin eğitim anlayışı, özgün bir kültür yaratma, pozitivist ve millî olma çizgisindedir. Yine aynı kongrede, bakanlık tarafından halk mektepleri hakkında düzenlenen bir projeyle, çocukları hayat içinde başarılı olacak bir kabiliyette yetiştirmek için yeni bir programın hazırlanmasının zorunluluğu tartışılır; dört sene olan ilköğrenimin beş seneye çıkarılması uygun görülerek, o zamana kadar uygulanan ilköğretim programlarının uygulanabilir olmadığı, altı senelik iptidai okullarında okutulan birçok derse ihtiyaç olmadığı, halk eğitimi için yüksek programların değil, halkın daha çok ihtiyaç duyduğu ve istediği lisan, din ve hesap gibi derslerin okutulmasıyla yetinilmesini, halk eğitiminin ancak bu şekilde sağlanabileceğini, köylü ve kentlilerin ihtiyaçlarının farklı olması sebebiyle ilkokul programlarının buna göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiği; projede yer alan meslek derslerinin ilkokullarda bütünüyle öğretilmesinin mümkün olmadığı, ancak sanat ve bir iş için kabiliyetlerin esas olduğu ve kız okullarına, kızların ev kadını olabilmeleri için gerekli pratik bilgilerin konulması gerektiği belirtilir.

Genellikle ilk ve ortaöğretim kademelerinin hedefi ve programı hakkında tartışmaların yapıldığı bu kongrede M. Kemal, bugün eğitim için harcanan çabaların, gelecekteki eğitimin temellerini atmaya yetmeyeceğini; gerekli vasıtalara sahip olununcaya kadar geçecek olan devrede itina ile çizilmiş bir eğitim programı uygulanıp, eğitim örgütünün en verimli şekilde çalıştırılacağını belirtiyordu.

Kongrenin daha sonraki günlerinde öğretimin sadeleştirilmesi uygulamalı hale getirilmesi ve yörelere göre çeşitlendirilmesi isteniyordu. Kongrede bir konuşma yapan Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey ise, bu doğrultuda şöyle konuşuyordu: "Maarif siyasetimiz, milletin kitle-i esasiyesini teşkil eden çiftçi ve işçi sınıfının her şeyden evvel nazar-ı dikkat önünde tutulmasına ve yeni istikametin bu umdeye dayanmasına bağlıdır. Anadolu gene bir sanat merkezi olacaktır. Halkın geçimini yükseltecek ve ıslah edecek nazarî ve amelî bilgiyi vermek hedeftir".

Özellikle kongreye kadın ve erkek öğretmenlerin karma olarak katılmaları, Mecliste Hamdullah Suphi Bey'e karşı sert eleştirilere neden olmuş, Bakan görevden çekilmiştir. Hamdullah Suphi Bey hakkında verilen soru önergesinde Maarif Kongresi iki bakımdan eleştiri konusu olmuştur: Kongre için harcanan para ve kongreye kadın öğretmenlerin de katılmış olması. Bakan harcanan para konusunda açıklamalar yapmış, kongrenin karma olması konusunda da açıklama yapmaya hazırlanırken bundan vazgeçmiştir. Bay ve Bayan öğretmenlerin kongrede bir arada bulunmalarına tepki gösteren muhafazakâr mebuslara karşı Mustafa Kemal Paşa tepki göstermiştir.

Maarif Kongresi'nin ikinci toplantısı Dârülmuallimîn binasındaki konferans salonunda Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey'in başkanlığında yapılmıştır. Bakanlık tarafından halk mektepleri hakkında düzenlenen bir proje tartışılmıştır. Bu projede, çocukları hayat içinde başarılı olacak bir kabiliyette yetiştirmek için bir programın hazırlanmasına ihtiyaç olduğu belirtilmiş ve dört sene olan ilköğrenimin beş seneye çıkarılması uygun görülmüştür. Projede yer alan meslek derslerinin ilkokullarda bütünüyle öğretilmesinin mümkün olmadığı, ancak sanat ve bir iş için kabiliyetlerin esas olduğu ve kız okullarının, kızların ev kadını olabilmeleri için gerekli pratik bilgilerin konulması gerektiği belirtilmiştir.

Maarif Kongresi 3. toplantısında "Ortaöğretim" konusu ele alınmış ve orta dereceli okul programlarını ve özellikle idadî teşkilatı tartışılmıştır. Kongrenin son toplantısında ilk ve ortaöğretimin hedefi ve programı hakkında yapılan tartışmalar sonucunda tam bir görüş birliği sağlanmış, kongreye katılanların tümü eğitimi sadeleştirmek, uygulanabilir hâle getirmek ve mahallîleştirmek gerektiği üzerinde fikir birliğine varmıştır.

Maarif Kongresi, önceden kararlaştırıldığı kadar bir süre çalışamadığı gibi, gündemindeki konuların hepsini inceleyememiş, incelenen konular da yeterli bir derinlikte ele alınamamıştır. Bunun nedeni, savaşın bütün şiddetiyle devam etmekte olmasıdır. Ancak bu şartlara rağmen, ilk ve ortaöğretime ilişkin bazı önemli konular tartışılmıştır.

Maarif Kongresinde her ne kadar önemli bir karar alınamamışsa da dönemin ağır savaş koşulları altında Türkiye'nin önemli eğitim sorunlarına bu kadar geniş bir katılımcı kitlesiyle tartışılması çok önemli bir olaydır. Kongrede Sivas Maarif Müdürü Osman Nuri Bey'in Mustafa Kemal'e delegeler adına verdiği cevap ve İstanbul'daki Muallimler Cemiyeti genel kurulunun kongreye gönderdiği mesaj, o dönemin öğretmen anlayışını göstermesi açısından önemlidir. Gerek Anadolu'daki, gerek İstanbul'daki öğretmenler, bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın öncüsü olmaları gerektiğinin bilincindedirler. Bu konuda, hükümetle ve eğitim bakanlığı ile aynı  görüştedirler. Yurtsever bir gençlik yetiştirmeye ve savaşın getirdiği yokluklara karşı dayanmaya hazırlıklıdırlar. Öğretmenlerin birliği için çalışmaktadırlar.

1921 Maarif Kongresi, yeni bir kültürel eğitim hamlesi olarak Türk eğitim tarihine kaydedilmiştir. Türk eğitim tarihinde çok önemli yere sahip olan 1921 Maarif Kongresi, 20 yüzyıl başlarında ortaya çıkan milliyetçilik akımının yarattığı birikimle kültür ve eğitimde Batı'ya ve ortaçağ değerlerine direnişi sembolize etmektedir.

15 Temmuz 1921'de toplanan Maarif Kongresi, TBMM Hükümeti'nin ikinci eğitim bakanı olan Hamdullah Suphi'nin eseridir. Hamdullah Suphi kongrede, kendisinin daha önce çeşitli vesilelerle dile getirdiği görüşleri ve bakanlığının tasarılarını kabul ettirmiştir. Kongreye Anadolu'nun değişik yerlerinden ancak çoğunluğu Ankara'dan olmak üzere 180 - 250 arasında kişi katılmış ve kongreyi Atatürk, ulusal eğitimin temellerini açıklayan konuşması ile açmış, bu konuşma ve mevcut koşullarda bir eğitim kongresi toplanması, o günün basınında övgüyle ve takdirle karşılanmıştır. İki hafta sürmesi planlanan kongre, Yunanlıların Anadolu içlerine doğru ilerlemesi üzerine çalışmalarını yarıda keserek dağılmıştır.

1921 Maarif Kongresi, diğer eğitim kurultayları gibi danışma mahiyetindedir. İlk ve orta öğretimin hem içeriğini, hem öğretim sürelerini tartışmış, ancak varılan sonuçları uygulayamamıştır.

Atatürk'e göre millî eğitim, bağımsızlık savaşı kadar önemlidir. O, bunu Yunanlıların Kütahya-Eskişehir üzerinden Ankara'ya doğru saldırıya geçtikleri günlerde ispat etmiştir. Düşman bütün gücüyle saldırıya geçtiği sırada, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara'da, millî eğitim-öğretim seferberliğini de başlatmıştır. Bu hareketiyle hem eğitim-öğretime verdiği önemi göstermiş, hem de iç ve dış kamuoyuna Türk Ordusu'nun başarıya ulaşacağına emin olduğu imajını vermiştir. Bu dünya tarihinde hiç bir ülkenin yapmadığı, hiç bir devlet adamının düşünmeye cesaret edemediği bir harekettir.

Atatürk, hayatı boyunca eğitime ve eğitimcilere önem vermiş, her fırsatta öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini yüceltmiştir. 1921 de toplanan Maarif Kongresi bunun en büyük ispatıdır bu yönüyle de Türk eğitim tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir.

1921 Maarif Kongresi, dünyanın yeni koşullarında, vatanı, ulusal birliği bir bütün olarak ulusal varlığı tehlike altında olan Türk Ulusu için, yeniden dirilişe güç verecek önemli bir olgudur. Türk Milleti için kurtuluş savaşının önemi ne kadar büyükse, bu savaşın en bunalımlı günlerinde toplanan Maarif Kongresi'nin de Türk eğitim tarihi açısından önemi büyüktür ve milli eğitim ve kültür politikalarının mihenk taşını oluşturmaktadır.

Kaynakça

Akyüz, Y. (2009). Türk Eğitim Tarihi (M.Ö. 1000-M.S. 2009), 14. Baskı, Pegem Akademi Yayıncılık, Ankara.
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri (ASD), Cilt I-III (Açıklamalı Dizin İle) (2006), 5. Baskı, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, Ankara.
Hakimiyet-i Milliye Gazetesi:21 Temmuz 1921, Maarif Kongresi, Pek Veciz Bir Nutuk.
Karagözoğlu, G. (1985), "Atatürk'ün Eğitim Savası",  Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:2, Sayı:4, s. 193-213, Ankara.
Milli Eğitim Şuraları (1939-1993) , (1995), T. C. Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Şûra Genel Sekreterliği. Millî Eğitim Basımevi, Ankara.
Tonguç, İ. H. (1946), İlköğretim Kavramı, Remzi Kitabevi, İstanbul.


Arzu KÖK

28 Ekim 2019 Pazartesi

Anadolu ve Cumhuriyet - Arzu KÖK


Anadolu ve Cumhuriyet

Türkiye’m! Anadolu’m, güzel vatanım! Sen ne bereketli bir topraksın ki yüzyıllardır ne sofralar sundun Anadolu insanına, neler neler. Bizler çoğaldıkça bereketin arttı, bitirmek isteyenlere inat. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” varsa benim güzel vatanımın, bizlere sunduklarının “sonsuza kadar” hatırı yok mudur? Bu nedenledir ki bu vatana “bıçak sokanlar” ya nankördür ya da gafildir. Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!…

Ey Anadolu’m, güzel yurdum! Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize, kaderi kaderimize benzeyen ölümsüz vatanım… Ağrı’da dik başlı, Güneyde Fırat coşkulu, Toroslarda sümbül kokulu, Antalya’da dört mevsim yazlı, Erzurum’da “on bir ay yirmi dokuz gün kışlı” güzel Türkiye’m… Zonguldak’ta kömür gözlü, Isparta’da gül yüzlü Anadolu’m… Sen bin yıldır doğanlarımıza beşik, ölenlerimize mezar oldun. Bizler de beşikten mezara kadar sana sahip çıkacağız.

Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… Uzak değil, dün gibi yakın. İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Düşmanlar sarmış dört yanımızı. Kıskıvrak yakalamışlar bizi. Sonra: Biri Dicle, biri Fırat, biri Sakarya… Anadolu’nun bağrında ayağa kalkan üç kardeş ırmak şaha kalkmış. Akmış üzerine üzerine düşmanın, bozmuş dengeyi. Önderi olmuş  Atatürk bu büyük akışın. İşte bu akışın meyvesidir Cumhuriyet. Bilmeyenler ne bilsin ama bilenlere bin selam olsun!…

Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… Uzak değil, dün gibi yakın. İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Gök çökmüş üstümüze, yer yarılmış, yutmuş bizi. İngiliz’i, Fransız’ı, Yunan’ı kıskıvrak yakalamış, sarmış dört bir yanımızı. “Nene Hatun”, “Hasan Tahsin”, “Yörük Ali Efe”, ”Şerife Bacı”, “Sütçü İmam”, “Adsız Kahraman”…vb… öyle mücadele edip alt üst etmiş ki düşmanı, bozulmuş dengeler. Önderi olmuş Atatürk bu yeni dengenin, bayramıdır Cumhuriyet.

Mustafa Kemal, Anadolu’muzu kahreden iki yıkıcı gücü nasıl ezdiğini haykırıp Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderine Cumhuriyet bayrağını dikmişti. Bu İki yıkıcı güç: emperyalizm ve saltanattan başkası değildi. Neydi emperyalizm? “Serbest rekabetçi mantığını almış, iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.” Saltanat neydi? “Kadim tefeci – bezirgan sermayenin her türlü gelişimini sonuna kadar destekleyen derebeylik biçimiydi.” Bu iki güç ortak olmuştu benim yurdumda. Ne yazık ki emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı. İşte bu birlikteliği bozdu Atatürk ve kurdu Cumhuriyet’i.

Bu nedenledir ki Türkiye’de “Cumhuriyet” demek: “Türk Ulus’unun bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurulan bir savunma kalesi demektir.” Bu durum perçinlensin diyedir ki Türkiye’nin devrimci Anayasasında, "her madde üçte iki çoğunlukla değiştirilebilirdi.” Ama hiç bir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde “Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu” maddesidir. Şimdilerde ise emperyalistlerin baskılarıyla kaldırılmaya çalışılıyor bu maddeler.

Türkiye’m! Güzel Anadolu’m, vatanım! Bir gün bir Ferhat, sendeki bir güzele sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi… Ey güzel yurdum! Biz sendeki bir değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız… Senin için dağları değil, çağları bile deleriz. Uğrunda bir değil bin kere ölürüz. Atatürk gibi canımızı koyarız ortaya. Binlerce kahramanımız gibi dize getiririz tüm düşmanları. Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Düşman sarmış dört bir yanı. Bağlamışlar elimizi kolumuzu. Sonra: Biri Yunus, biri Hacı Bektaş-ı Veli… Anadolu’nun aynı yöne bakan iki anlamlı gözü… İki gözün hedefe bakışı bozmuş dengeyi. İşte o bakışın önderidir Atatürk. Hedefiyse Cumhuriyet… Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun.

Görünen o ki önümüzdeki yollar belli: Ya Atatürk’ün bizlere gösterdiği ışıklı yolların sonundaki aydınlık geleceğe gideceğiz ya da karanlıkların içindeki geri kalmışlıkla sürüklenecek ve yitip gideceğiz… Seçim sizin, bizim, hepimizin!... Karar verin; geç kalmadan…

Bu güzel vatanımızın değerini bilip sonuna kadar Cumhuriyet’i korumaya kararlı milyonlara selâm olsun…



Arzu KÖK

10 Eylül 2019 Salı

Kaz Dağları ve Knidos - Arzu KÖK

Kaz Dağları ve Knidos

Yunanlı Coğrafyacı STRABON “Tanrı, sevdiği kulunun uzun ömürlü olmasını isterse DATÇA’ ya gönderir” der. Herkes de bilir ki yurdumuzda oksijeni bakımından en temiz yer Kaz Dağları’ndan sonra DATÇA gelir. 1857 yılında Datça’yı, şimdi de pek çok mitolojik olaya sahne olmuş Kaz Dağları’nı soyuyorlar. 

Nehirleri, yeraltı sularını zehirliyorlar. 195 bin ağacı kestiler. Geleceğimizi yok ediyorlar. Ve bu katliamı Türk işçileriyle yapıyorlar. Tıpkı, Knidos’u soyan Charles Newton gibi Kanada şirketi de Türk işçilerden çok memnun. Zira şirketin CEO’su John McCluskey geçtiğimiz günlerde Türk işçilerin çok iyi çalıştığını söyleyerek, onlardan övgüyle söz etti.

Charles Newton “Halikarnassos, Knidos ve Didima’da Keşifler Tarihi” kitabında çok güzel anlatır bu durumu. Biz biraz hikayeleştirerek anlatalım.

“Yıl 1857..

Knidos açıklarına İngiliz Kraliyet Donanmasının “Supply” isimli bir savaş gemisi demir attı.

Gelen arkeolog Charles Newton’du.

Yanında 200 tayfa ve 2000 sterlin vardı. Charles Newton, çift kürekli küçük bir keşif teknesiyle Knidos sahillerine çıktı ve kampı kurdu... Köylüler hemen Mehmet Ali Ağa’ya haber ulaştırdılar. Başka kime gitsinler. Belediye yok, kaymakam yok, jandarma yok. O yıllarda ağa demek devlet demek.

Ağa önce bir haberci gönderdi, Newton’a. Haberci yanında hediye olarak 10 tavuk getirmişti. Ardından Mehmet Ali Ağa ve adamları Knidos’a ulaştı.

Onların yanında da yine hediye olarak bir koyun, onlarca yumurta, bal ve incir vardı.
Hırsız hediyelerle karşılandı.

Charles Newton derdini anlattı.

Kazılar için Mehmet Ali Ağa’dan 100 adam istedi.

Ağa, hemen kabul etti. Ancak, onun da Newton’dan iki isteği vardı.

Biri, Reşadiye’de yapacağı cami inşaatı için Knidos’tan çıkacak taşlar. Diğeri, düşmanı olan Muğla Ağası’nın İzmir paşası tarafından uyarılması için destek.

Newton “bakarız” dedi.

Birkaç gün sonra Mehmet Ali Ağa, Datça köylerinden iri yapılı 100 insanı Knidos kazılarında çalışmaları için Charles Newton’a verdi.

Newton işçilere çok düşük ücret veriyordu. Ancak, işçiler parayı aldıkları zaman şaşırıyordu.

Çünkü çoğu hayatlarında ilk kez para görmüştü. Charles Newton bir ara 50 Datçalı işçiyi bir süreliğine Didim’deki kazılara götürmüş, o işçilerden çoğu hayatlarında ilk kez yarımadadan dışarı çıktıklarını söylemişti.

Mehmet Ali Ağa’nın desteği ve onun emrine verdiği 100 Datçalı ile Newton 384 günde Knidos’u talan etti. 10 tonluk Knidos Aslanı ve Oturan Demeter heykellerinin çıkarılması ve 212 sandık tarihi eserin gemiye taşınmasında hep Datçalı köylüler çalıştı. Soyulduklarını bilmiyorlardı.

Devlet onları ağaya teslim etmişti.

Boğaz tokluğuna çalışıyorlar, İngilizler ne derse yapıyorlardı. “

Newton anılarında Datçalı işçilerin çok iyi çalıştığını söyleyerek, onlardan övgüyle söz ediyordu.

Aradan 162 yıl geçti.

Yıl 2019. Kanadalı maden şirketi Alamos Gold devletin verdiği izinle Kaz Dağları’nı yerle bir ediyor. Yüzlerce dönümü kazdılar, yıktılar. Siyanürle toprağı mahvedecekler ama bizim işçilerimizi övmeden geçemiyorlar: “Türkler taş taşımakta çok iyiler!” 

Değişen bir şey yok değil mi? Bizim olanı almak, çalmak için yine bizim saf, masum insanlarımızdan faydalanıyorlar. Bu arada onlar bizim zenginliklerimizi çalıp gidiyorlar. Evet büyük bir tepki var şu an ama yazık ki durdurulup iptal edilmesine yetmiyor. Belki Türk işçilerimiz onlarla çalışmazsa… Bir umut işte…

Arzu KÖK

3 Eylül 2019 Salı

Toplumu Ayrıştırmak…- Arzu KÖK

Toplumu Ayrıştırmak…

30 Ağustos Zafer Bayramı bu yıl Cuma gününe denk geldi ve Cuma günleri camilerde Cuma Namazı sonrası hutbe okunur. Bu hutbe hepimizin malumu olduğu üzere Diyanet İşleri Başkanlığında hazırlanır ve camilerde okunur. Ancak 30 Ağustos Zafer Bayramımızın olduğu gün Mustafa Kemal’in ismi bile telaffuz edilmedi. Bu ise cami cemaati içerisinde doğal olarak tepki uyandırdı. Bunun üzerine camiyi terk etmek isteyenlerle kalanlar arasında bir arbede yaşandı. 

 Milli değerleri tartışma konusu yapmak sanıyoruz ki toplumu ayrıştırmanın bir başka yolu. Ancak camilerin bölünmesinin, yaşanacak ayrışmanın bedeli çok büyük olur. Ya kimse bunun farkında değil ya da kasten yapılıyor. Nedeni ise meçhul…

Oysa herkes bilir ki; okul bilgiyi; cami manevi değerleri; kışla vatan duygusunu ortaklaştıran yerlerdir. Okul, kışla ve cami gibi değerler bir yandan manevi ve milli değerleri ortaklaştırırken diğer yandan insanları sosyalleştirir. Bu yüzden de sorumlu devlet yöneticileri haklı olarak kışlaya, okula, camiye ve adalet sarayına siyasetin sokulmaması gerektiğini söylerler. 

Bir arada yaşayan insanlar diğerleriyle olan ortak yanlarını fark ettikçe birbirleriyle daha sıcak ilişki içine girerler. Birbirlerinin ortak yanlarını fark eden insanlarda dayanışma, fedakârlık ve yardımlaşma duygusu da gelişir. Aynı coğrafyada yaşamak, aynı inancı paylaşmak ve nihayet aynı tarihe sahip olmak da insanlar arasındaki ortaklığı artırır. Türk milletine düşmanlık besleyenler bu nedenle birleştirmeyi değil ayırmayı; bütünleştirmeyi değil ayrıştırmayı tarihi strateji olarak kullanmışlardır.  “Böl ve yönet” ya da “ayır ve buyur”  stratejisi bu gerçeğin ürünüdür. 

Türk milleti, kendisine rehberlik etmiş olan bütün milli, manevi önder ve değerlerini ayrıştırarak değil birleştirerek millet olmuştur. Tarih boyunca ayrıştırmalar, farklılaştırmalar ve ötekileştirmeler hep parçalamış ve bölmüştür. Şimdi yeniden bir ayrıştırma söz konusudur ki bu ülkemiz için bir felaket demektir. Ancak son yıllarda uygulanan politikalarla; 

1- Empati yoksunu ve bencil
2- Şımarık ve kibirli
3- Genelleme, yaftalama manyağı
4- Mikro düzeyde duyarlı makro düzeyde umursamaz

kişilikte insanlar ile doldu toplum. Bu insanlar;

- Kendi fikrinde ve zikrinde olmayan herkesi horgörür, kötü davranır, adaletle yaklaşmaz. 
- Herhangi bir makam, statü, ünvan, para, şöhret, vb… dünyalık dopingleri alan bireyler kendilerini bir şey sanır hale geliyor. Alt kademede de böyle üste de…
- Doktor olur her şeyi o bilir, esnaf olur en iyi ekonomist odur, öğretmen olur kendi sorunlarını savunanı benimsemez. 
- Mal ve makam ile kendini yukarda ya da aşağıda hisseder bu nedenle daima eziktir. 
- Ülkedeki herkesi sınıflandırır ve notunu da, davranışını da bu sınıflandırmanın sonunda kararlaştırır. Kısaca insanı sevmez, Yaradandan ötürü sever görünür sadece ama sevmez özünde… 
- Ülkede ne yolsuzluk olmuş, ne adaletsizlik umurunda değildir ama maaşından 100 tl kesilse ana avrat söver, memleket mum gibi erir, o tepkisizdir. 

Oysa topluma yeniden anımsatılmalıdır ki bizim birlik beraberliğimiz zaten var. Bizim Allah'ımız bir, Bayrağımız bir, toprağımız bir, vatanımız bir, tarihimiz bir, kültür ve medeniyet kaynaklarımız bir, mukaddeslerimize sevgimiz-saygımız bir... Olumsuzluklarla yolsuzluklara tepkimiz bir, daha dürüst bir toplum, daha kararlı ve kaliteli bir Türkiye özlemimiz bir, savaşlara karşı çıkışımız birdir. Bu anlamda yüzlerce birlik noktasına sahibiz. Buna karşılık farklı noktalarımız o kadar fazla değil. Çok çok mezhebimiz farklı, cemaatimiz-tarikatımız farklı, kıyafetimiz farklı, siyasetimiz farklıdır. Belki biraz da öncelikli sorunlarımızla hizmet tarzımız ve anlatım metodumuz  farklılık gösteriyor. Ancak bu farklılıkların hiçbiri birlik beraberliğimizi sağlayan değerlerden önemli değildir. Olamaz da…

Çatışma konularına mesafeli davranmalı ve birlikte yaşamayı, özümüze dönmeyi başarmalıyız. Ayrıştırmanın önünde durmalıyız. Özellikle dış düşmanların kışkırtmalarıyla körüklenen bu ayrışmadan Kuvâyi Milliye döneminde oluşturulan büyük uzlaşmayı yeniden sağlamalıyız. Türk toplumunun yapısında olan imece kültürünü yaygınlaşmalı, birlikteliğin güzelliği anlatılmalıdır. Ülkemizin bir toplumsal barışa ihtiyacı vardır.

Son zamanlarda hep yeni parti çalışmalarından bahsediliyor, çalışıyor birileri bu anlamda. Ancak bu ülkenin yeni bir partiden çok toplumsal barışa ihtiyacı vardır. Bu toplumsal barış sağlandığında halkımız birlikteliğin önemini kavrayacak ve ülkemiz tüm sorunlarından da kurtulma yolu bulacaktır. Belki de bu yüzden istenmiyor bu ülkede toplumsal barış… Ne dersiniz?...

Arzu KÖK

25 Ağustos 2019 Pazar

Ölmek İstemiyorum!... - Arzu KÖK

Ölmek İstemiyorum!...

10 yaşındaki kızının “Anne lütfen ölme!” diye haykırışı hiçbirimizin kulaklarından silinmesin istiyorum. Yarın hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmeyelim istiyorum. Emine’nin “Ölmek istemiyorum!” çığlığı kadın katliamlarının son çığlığı olsun istiyorum. Ama olmuyor. 

 “Ölmek istemiyorum!” çığlığı son yıllarda öldürülen tüm kadınların çığlığı, “Anne lütfen ölme!” haykırışı ise annesiz kalan tüm çocukların feryadıydı aslında. Ancak gözler kapalı, kulaklar sağır. Görmüyorlar, duymuyorlar, bu çığlıklar son bulsun diye çaba harcamıyorlar.

Türkler kırım ve kıyımla Müslüman yapıldıktan Atatürk'e gelinceye kadar hiçbir devlet yöneticisi; kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduğu konusunda bir tek adım atmamıştır. İşte tüm bu ölümler de bunun sonucu değil mi?

İslam şeriatı; kadınları alıp satılan bir meta yerine koymuştur. Tarihte hiçbir hükümdar cariye kepazeliğine karşı olmadığı gibi; istediğini istediği zaman yatağına almak için hareminde yüzlerce cariye bulundurmuştur. Hülle gibi kadının onurunu ayaklar altına alan uygulamayı sürdürmüş; Erkeklere üç kez boşsun; diyerek karısını sokağa atma ayrıcalığı tanımıştır. Mahkemede bir erkeğin tanıklığına iki kadının tanıklığını şart koşmuş; mirasta kadının payını erkeğin yarısına indirgemiştir. Ayrıca: Erkeklere kusurlu bulduğu karısını dövmeye varıncaya kadar zor kullanma hakkı tanımıştır.

Medeni Kanun bütün bunlara son veren ve kadınlarımızı erkeklerle eşit yurtaşlar olarak tüm dünyaya ilan eden bir ilkeler anıtıdır. Ancak hiçe sayılmaktadır günümüzde. İslam şeriatı uygulanır olmuştur. Sonuç mu “Ölmek istemiyorum!”çığlıkları atarak ölen kadınlar.

Rakel Dink'in zihnimize kazınmış o cümlesini hiç unutmayalım: "Bir bebekten katil yaratan karanlık..." Ogün Samast da, çocuğunun önünde eşini en zalim biçimde katleden vicdanı ölü katil de bir zamanlar bebekti. Onları katil yapan süreçler farklıdır. Fakat onları katil yapan süreçler vardır ve bu madde her yönüyle tartışılmalıdır. Bugün tanık olduğumuz vahşet ne ilk ne de son olacak yazık ki. O nedenle bir insan nasıl bu hale gelir, bunu konuşmak gerek; toplumsal bakımdan, hakim sosyo kültürel durum bakımından, değişen üretim ve tüketim alışkanlıkları bakımından, bütün hususiyetleriyle konuşmak gerekiyor.

Kadın cinayetlerinin artması ve hatta dehşetengiz şekillerde gerçekleşmesinin sebepleri nelerdir? Örneğin bundan elli yıl önce o günkü nüfus içinde bu şekilde işlenen cinayet oranı neydi, bugün ne? Tabii ki bu tartışmanın istisnası katillerin akıl hastası olduğu olaylardır. Ancak burada da hastalığın genetik mi olduğu yoksa sosyal nedenlere mi dayandığı sorusu çıkıyor karşımıza.

Gündemimizdeki yerini hep canlı tutan bir konudur toplumumuzun yozlaşması. Televizyon ve internet bu yozlaşmanın lokomotofidir. Bu lokomotif çirkin ama işlevsel mimariyle, tüketim alanındaki ağır kapitalist propagandayla, kadın-erkek ilişkisinin muhtevasına kötücül ameliyatlar yaparak yukarıdan aşağıya bir dizayna hizmet ediyor. Yukarda küresel serbest piyasa egemenleri, aşağıda insanlıktan çıkarılmış bir kişinin kızı önünde o kızın annesinin boğazını kesmesi ve bu vahşetin bizlere izletilmesi. Ne tarafından baksanız korkunç.

Çocuk doğar doğmaz en çok cinsiyeti ilgilendirir anne ve babaları... Hatta şimdilerde, doğmadan önce merak ediliyor! Anneler bile oğlu olmayı talep eder inandığı güçlerden! Babalar kızım bir bardak su ver der on yaşındaki kızına da, ikizi oğluna layık görmez su vermeleri! Anne ağabeyine karşı gelen kızının başına dünyaları yıkar da, ablasına karşı gelen oğluna “erkek oldu benim oğlum” der onurlandırır, kızına “sen sus o erkek” diyerek aşağılar kızını!

İlkokulda kızlara hep çiçek rolü verilir, erkekler savaşçı! Koşarak ortalığı toza boğan erkek çocuğu, “oğlum neden ortalığı toza beliyorsun” diye azarlayan öğretmen, kız çocuğu “kızım utanmıyor musun, erkek gibi hareketler yapmaya” diye azarlar! Ortaokulda kız öğrencinin sırasına oturan erkek çocuk erkekçe azarlanır, kızlar ise utanma meselesi yapılarak! Lisede kızlı erkekli dolaşanlardan kızımıza, “başına bir iş gelmesinden korkmuyor musun” diye nasihat ederiz, oğlumuzun başına bir iş gelmesinden zerre kadar endişemiz olmaz!

Evlilik çağında, başlık parası olmadığı yerlerde bile kızımıza değer biçeriz, düğünde hangi takı ve hangi eşyaları alacaksınız diye! Dünyalar güzeli bir kızımızı yakışıklı sevgilisine layık görmeyiz eğer çulsuz tabir ettiğimiz yoksullardan biriyse! Evlenince, erkeğin kahvede veya barda zaman geçirmesi defo sayılmaz ama kadının geç gelmesi hem komşuları tarafından ayıplanır, hem de yasalar karşısında boşanmaya kadar vardırır işi! Erkek ayrılmak istiyorsa kadından, iki tanık veya her hangi bir resimle işi bağlar da; kadın bir sürü zırvalıkları kanıt olarak gösterse bile zorlaşır ayrılıklar... Ayrılsa bile erkeğin namusu olarak kalır ahlaksız belleklerimiz ve yasalar nezdinde!

Cumhurbaşkanı çıkıp, “ben kadınla erkeğin eşit olacağını kabul etmiyorum” 
diyebiliyorsa... Yargıçlar, birlikte içki içmişse tecavüze uğraması normaldir der! Diyanet kadının diz kapağını bile şehvet unsuru görüp, “annenin diz kapağından tahrik olmak normaldir” derse, normal giyimli kadına sapıklar saldırır ve sapık olarak adlandırılmak yerine, “dişi kuyruk sallamasa” benzeri ahlaksız benzetmeler beyinlere kazınır! Aile bakanı “bir kereden bir şey olmaz” derse cinsel saldırılar ve kadın cinayetleri normalleşir! Sürekli şiddet gören bir kadın evi terk edince, çevresi ve akrabalarının baskıları yetmiyormuş gibi, birde televizyon kanallarında “çocuğunu nasıl bıraktın” diyen proğramlara maruz kalıyorsa, kadınlar her zaman ölümle burun buruna yaşamak zorunda kalır! Tüm bunların sonunda da kadınlarımız ölmek durumunda kalır. Ne yazık ki öldürenler de hak ettikleri cezayı almaz, bir süre sonra salıverilirler hiçbir şey yapmamış gibi… Bir sonraki ölüme kadar da sessizliğe gömülür yeniden kamuoyu…

Bugüne kadar öldürülen tüm kadınlar sesleniyor bize:

“Ölmek istemiyorum!” diye feryat ederken ben çaresiz, işkencelerle soldurulurken tenim, karabasanlara teslim olurken uykularım, çalınırken çocukluğum, sermaye edilirken körpe bedenim, sizler kör, sağır kaldınız. Bugün öldürülüyorsam eğer bilin ki en az öldüren kadar suçlusunuz hepiniz. Uyanın artık!...

Arzu KÖK

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Satılan, Kirletilen Cennet - Arzu KÖK

Satılan, Kirletilen Cennet

İnsanlarımıza cenneti vaad ediyorlar her gün. Ama cennetten farksız olan güzel ülkem yok ediliyor, satılıyor parsel parsel. Kimlere mi, rant sağlayıcılara tabii ki. Maden şirketlerine, termik santral açmak isteyenlere, nükleer santrallere,  inşaat sektörüne… vb…

 "Bize dünya üzerinde cenneti vaat edenler cehennem dışında hiçbir şeyi üretememiş olanlardır."  diyor Karl Popper. Türkiye’de olanları düşündüğünüzde ne kadar haklı olduğunu görebiliyoruz. Anayasamızda "Türkiye Cumhuriyeti'nin milli marşı İstiklal Marşı’dır" diye bir hüküm var. Bu durumda İstiklal Marşımızın anayasal bir manzume olduğunu söyleyebiliriz. Ve herkes bilir ki marşımızda bir mısra; "Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı" der. Peki bu durumda bir vatan parçasını ne karşılığında olursa olsun yabancılara vermek pardon satmak Anayasa'ya temelden aykırı değil mi? Bu bir anayasal suç değil mi? Ama nedense bu suç son zamanlarda en çok işlenen suç durumunda.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, son 5 yılda 6292 sayılı kanun kapsamında 1 milyar 170 milyon metrekare büyüklüğünde 245.337 adet taşınmazın satıldığını açıkladı. 6292 sayılı kanun, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesi ve Hazine'ye ait tarım arazilerinin satışını öngörüyor. (Şimdi bir düşünün isterseniz son zamanlarda çıkan yangınların neden özellikle deniz manzaralı yerlerde çıktığını.)

Son 5 yılda satışı yapılan Hazine arazileri, mera alanı olmaktan çıkarılıp satışı yapılan araziler ve kirada bulunan Hazine arazilerine ilişkin önergeyi cevaplayan Bakan Kurum şöyle dedi: “2015-2019 döneminde; 6292 sayılı kanunun 6'ncı maddesi uygulamaları kapsamında toplam yüzölçümü yaklaşık 561.7 milyon metrekare olan toplam 166 bin 452 adet, 6292 Sayılı Kanunun 12 madde uygulamaları kapsamında toplam yüzölçümü yaklaşık 541.7 milyon metrekare olan 48 bin 358 adet, diğer hükümlere göre toplam yüzölçümü yaklaşık  66.4 milyon metrekare olmak üzere 30 bin 527 adet taşınmazın satış işlemi gerçekleştirilmiştir.”

İktidar son olarak önceki gün aralarında Bodrum Bitez'deki ve Kuşadası'ndaki taşınmazların olduğu değerli Hazine arazilerini satışa çıkarmıştı. AOÇ taşınmazları satışa çıkarıldı. Sivas Divriği'deki hidroelektrik santrallerin ise özelleştirilmesinin önü açılmıştı. Toplam 29 taşınmazın biri Adıyaman Besni'de, 2'si Aydın Kuşadası'nda, 2'si İstanbul Büyükçekmece'de bulunuyor. İzmir Karşıyaka Şemikler ile Menderes Gümüldür'de de araziler özelleştirme kapsamına alındı. Mersin Anamur'da 7, Erdemli'de 3 taşınmaz özelleştirilecek. Muğla'da ise özelleştirme kapsamına alınan 12 taşınmaz var. Bunlardan 6'sı Bodrum Gökçebel'de, diğer 6'sı ise Bodrum Bitez'de bulunuyor. Özelleştirme kapsamındaki taşınmazların büyüklükleri ise 873 metrekare ile 45 bin 961 metrekare arasında değişiyor. Peki sizce neler olacak o arazilere?

Mavi ile yeşilin iç içe geçtiği, Anadolu uygarlıklarının derin izlerini taşıyan bir ülke oysaki ülkemiz. İşte bu canım ülkem yazıktır ki bir bina yığınına dönüştürülüyor her geçen gün. Sonra orman yangınları sayesinde peyzajı bozuluyor. Arılara bal yaptıran envai çeşit bitki örtüsü yok edilip doğanın ekolojik dengesi bozuluyor. Yangınlarda yanan ağaçlar sanki öç alır gibi yağmurlarla beraber köklerinde bulunan verimli toprakları yağmur sularıyla beraber denize yolluyor. Bir bakıma kızgınlıklarını suyla söndürme çabasına girmiş gibi görünüyorlar. Doğal olarak zaman içerisinde bunlar deniz kıyısında küçük adacıklar olarak çıkacaklar karşımıza. Tıpkı Dalyan Kaunos, Selçuk Efes limanlarında olduğu gibi… Kurulan balık çiftlikleriyle denizlerimizin de doğal dengesi bozulma yoluna girmiştir. 

Her alanda yaratılan kirlilik doğal çevrenin de olumsuz yönde etkilenmesine, kâr hırsı ve yağma politikaları insan yaşamının çekilmez hale gelmesine neden olmaktadır. Doğal felaket diye adlandırılan sel ve depremler ciddi kayıplara neden olurken, ozon tabakasının tahribatı küresel ısınma ve iklim değişikliklerini, yoğun bir şekilde devam eden erozyon tarım alanlarının ortadan kalkmasını, hava ve su kirliliği beraberinde bitki ve canlı türlerinin her geçen gün tükenmesine işaret etmektedir.

Emekçilerin insani taleplerini duymazlıktan gelenler, ulus ötesi sermayenin istediği güvenceleri hızla yasallaştırmakta ve ulusal hukukun denetimi ortadan kaldırılmaktadır. Özellikle son yıllarda, çevrenin korunmasına dönük uluslararası ve ulusal çevre mevzuatıyla ilgili yasaları ihlal etmek alışkanlık haline getirilmiştir. 

Yaşanabilir doğal çevrenin korunmasıyla ilgili yasalar ya uygulanmamakta ya da komik cezalarla geçiştirilerek çevrenin katledilmesine göz yumulmaktadır. Ne yazık ki toplumda olması gereken çevre bilinci ise, konu ciddiye alınmadığı için hobi olarak kalmaktadır.

Ancak bugünlerde çevre ve doğa duyarlılığı zirvede... Çünkü Burdur'daki Salda Gölü'nden Çanakkale'deki Kazdağları'na kadar katliam var, vahşet var, dehşet var, barbarlık var!!!

Tertemiz göller, "park" adı altında yok edilmeye çalışılıyor, Kazdağları'nda doğa vahşeti "siyanür"le birlikte aynı zamanda ekosistemi vuruyor, çevreyi katlediyor, insanlığı tehdit ediyor...

Tüm bunlara göz yuman ya da bu kararlara imza atanlara sormak istiyorum: Çocuklarınızı nasıl bir havayı solutarak büyüteceksiniz? Nükleerden, termikten kirlenen gıdalarla beslenmelerine nasıl göz yumacaksınız? İçtiği suyun doğal olduğu konusunda net olabilecek misiniz? 

Meydanlarda vatan, millet, toprak diye bas bas bağırıyorsunuz ama iş ranta geldiğinde en değerli kamusal varlıklarımızı bile satışa çıkarıyorsunuz. Yazıktır ki hiçbir değer, hiçbir mantık, hiçbir itiraz durduramıyor sizleri. Zeytinlikler, mera ve kıyılarla ilgili Meclis’e sunulan şu son yasa tasarısı tam da böyle bir örnek. Tepkiler üzerine değişiklik yapıldı, buna göre güya zeytinliklerin imara açılması yasaklandı, ama maden sahası ve sanayi tesisi için sonuna kadar izin veriliyor. (Kazdağları en güzel örnek tabii ki?

Türkiye’de 118 yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı bulunuyor. Bu korkunç bir rakam. Türkiye'deki madenlerle en çok ilgilenen şirketlerden biri de Rothschild ailesinin kontrolünde olan Rio Tinto şirketi. Şirketin Türkiye'deki varlığı çok eskiye dayanıyor: 1889! Yanlış okumadınız, evet: 1889!

Sayısız örnekte gördüğümüz gibi, madene, sanayiye izin vermek zaten bir bölgenin dokusunu, ekolojisini mahvedecek hareketler değil midir? Peşi sıra bir torba yasa daha çıkarılarak imara da başka faaliyetlere de açılmayacağının bir garantisi var mı? 

Turizm artık resmen yerlerde geziyor. Turizmciler kan ağlıyor, Batılı turist ayağını kesti. Kıyılara tatile gelen yok. Ama ne gam değil mi? Kıyıları da açarız imara olur biter… Madencilik öyle değil nasılsa; maşallah altın yumurtlayan tavuk mübarek. 117 milyon zeytin ağacı tehdit altında mıymış, kimin umurunda? Bütün kıyıları kele çevir, imara aç, patronlara ihaleleri dağıt; kazansın garibanlar. Nasılsa yakında Tunus’tan, Yunanistan’dan ithal ederiz zeytini de. Buğdayı, balı, pamuğu, samanı…vb… olduğu gibi. O da sorun mu yani? Maden sektörü kadar kazandıran başka ne var ki?

Lütfen cevap verin: “Çocuklarınız maden yiyerek mi beslenecek?”

Gezegeni, suyu, toprağı, hayvanı, insanı sırf kâr sağlamak üzerinden değerlendiren bir anlayış, sadece bilimsel gerçeklerden, akıl ve mantıktan yoksun değil, maneviyattan da nasibini almamış sayılır oysa. Hadi maneviyatı geçelim… Kuran’daki doğa sevgisi ve önemini anlatan ayetlerden, İslam âlimlerinin bu konudaki sözlerinden örnekler verecektim ama vazgeçtim. Çünkü biliyorum ki bunları defalarca da yazsam bir faydası olmayacak.

Yalnız sonra kimseler sızlanmasın: ‘Hava çok kirli, çocuklarımız nasıl nefes alacak?’ diye. Ekolojik yıkımın yarattığı tahribatlardan dolayı siz ve çocuklarınız kim bilir hangi hastalıklara yakalanacak, düşündünüz mü?

Gerçi bende ki de soru değil mi? Tepedekiler olarak kendi çocuklarınız için nasılsa bir yaşam alanı düşünmüşsünüzdür. Ne mutlu size… Hayırlı işler…

Nasılsa gariban halk kimin umurunda… Nasılsa halk geçin kavgasında günü kurtarma çabası içerisinde; size itiraz da etmezler… 

Aydınlar mı? Onu göreceğiz işte…

Arzu KÖK


26 Temmuz 2019 Cuma

Eğitim Sınıfta Kaldı… - Arzu KÖK

Eğitim Sınıfta Kaldı…

Eğitim sisteminin içler acısı durumunu ortaya koyan YKS verilerine göre, üniversite sınavında 628 bin 796 aday puan barajının altında kaldı. Sınava giren 15 bin öğrenci yarım net dahi yapamadı. 

 Üniversite sınavında barajı aşamayanların sayısı 2018 yılına göre daha da artmış durumda. Düşünsenize eğer YKS bir lise bitirme sınavı olsaydı yüz binlerce öğrenci liseden mezun olamayacaktı. Bu sonuçlara rağmen hem MEB hem de YÖK sessizliğini koruyor, bu çocuklar bu soruları nasıl yapamıyor diye sormuyorlar bile kendi kendilerine.  

Neyse halın çıksın falın misali. Kendi yaptığımız sınavlarda bile tel tel dökülür hale gelmişiz. Düşünün ki bu kadar düşük ortalamalarla geçilen sınavlarla üniversiteye girenler arasından doktorlar, mühendisler, ekonomistler, öğretmenler çıkacak. Tamamen eğitim sisteminin aynası bu sonuç.

ÖSYM yayınladığı 2019 sınavı ortalama doğrularına bakarsak;

Matematik:40 soruda 4.7 doğru
Fizik: 14 soruda 1.03 doğru
Kimya: 13 soruda 0.96 doğru
Biyoloji: 13 soruda 1.29 doğru
Türk Dili ve Edebiyatı: 24 soruda 4.9 doğru

Ne kadar içler acısı değil mi? Ama durum bu ne yazık ki… Bence eğitim sistemimiz sınıfta kalmış…

Kısaca özetlersek; Ortalama bir lise mezunumuz 4 işlem yapamıyor halde. Kendi dilini anlayıp, kendisini ifade edemez konumda. Fiziği, kimyayı, biyolojiyi ise hiç sormayın… Ve bu ortalama lise mezunlarından dünya hakkında fikir üretmesi, ülke ekonomisi tartışması, bilime yön vermesi falan bekleniyor…


Sayılar, oranlar, üste çıkanlar, altta kalanlar… Bir de bunların üzerine açıkta kalıp beklemeye alınanlar, beklediği okul yerine beklemediği yerlere kaydı yapılanlar…
Aslında tüm bu sonuçlar; eğitim emekçilerinin, sendikaların bütün öneri ve uyarılarına kulaklarını tıkayan, öğrenci ve velilerin taleplerini görmezden gelen, 16 yılda eğitimi yap-boz tahtasına çeviren ve tümüyle bilimsel temelden, akılcılıktan yoksun hale getirenlerin yarattığı bir sonuçtur.  

Bütün yayınlanan veriler aslında adayların ve öğrencilerin değil, eğitim politikalarının başarısızlığını göstermektedir. Bu tablo, siyasi iktidarın, öğrencinin ilgi, yetenek ve yaratıcılığını geliştirmek yerine, kendisine sadakatle itaat edecek nesiller yaratma arzusunun sonucudur!... Okullaşma politikasından, öğretim programlarını oluşturmaya; öğretmen yetiştirme sisteminden, öğretmenlerin hak gasplarına; demokratik ve evrensel değerlerin yok sayılmasından, siyasi iktidarın yürüttüğü toplum mühendisliğine; devlet okullarına kaynak aktarılmazken, özel okullara öğrenci başına verilen binlerce TL’lik teşviklere kadar çok sayıda faktör bu tablonun oluşmasının temelini teşkil etmiştir.

Eskiden, hükümet değişikliklerine bağlı olarak eğitimde değişen politik tercihlerin etkisinden bahsedilebiliyordu. İktidar partilerinin eğitim politikalarına göre doğru ya da yanlış yenilikler gerçekleşebiliyordu. Her gelen, kendi isteklerine göre eğitime bir şekil vermenin derdine düşebiliyordu. Fakat yıllardır aynı partinin yönetimi altındayken bu kadar sık değişiklik yapılmasını nasıl izah edeceğiz? Tabii bir de son 16 yılda değişen eğitim sistemleri yanında neredeyse bir o kadar da Eğitim Bakanı değişikliğine ne diyeceksiniz?


Tüm bunlar aslında eğitimle ilgili meselelerin sistemsel ve bütüncül olarak ele alınmamasından kaynaklanıyor. Bu nedenle de sürekli değişen ve tutarsızlaşan bir eğitim sistemi üretiliyor. Peki, bu kadar belirsizleşen bir atmosferde, bir adım önümüzü dahi görmeden nasıl yol alabiliriz? Alamayız, alamıyoruz. Artık “Kervan yolda düzülür” de diyemiyoruz çünkü ortada ne kervan kaldı ne de yol. Mecnun gibi çöllerde dolaşıp duruyoruz...

Hepimiz kaygı doluyuz. Kaygımız, bu karanlık tablonun daha da derinleşmesidir. Bu nedenle bir an önce akılcı önlemlerin alınması gerekliliği söz konusudur. Bu karanlıktan çıkışın tek yolu, demokratik bir siyasi atmosferin sağlanması ve eğitimin kamusal, parasız, bilimsel, laik, nitelikli ve anadilinde örgütlenmesinin hedeflenmesinden geçer.

Çocuklarımızın bu durumu hiç mi birilerinin vicdanını sızlatmıyor, merak ediyorum doğrusu. Uykularını kaygısızca uyuyabiliyorlar mı? Hani bizler çocuklarımız adına uyuyamıyoruz da…

Aslında tüm bu sonuçlar açık bir alarm olsa da belki de çıkış yolu için bir atılımın da fitili olur diye umuyoruz. Zira bunca ana baba, genç ve çocuğun üzüldüğü yeter!... 
Artık eğitimin kamusal, parasız, bilimsel, laik, nitelikli bir şekilde organize etmenin bir yolu bulunmalıdır… Yoksa gelecekte ülkemizi, çocuklarımızı çok kötü günler bekleyecek… İzin vermeyin!...

Arzu KÖK