15 Mart 2016 Salı

AN-KARA -Arzu Kök

AN-KARA


“Bir pazar sabahıydı Ankara kar altında 
Zemheri ayazıydı yaz güneşi koynunda 
Ucuz can pazarıydı kalemim düştü kana 
Zalimler pusudaydı bedenim paramparça 
Ucuz can pazarıydı kalemim düştü kana
Uğurlar olsun uğurlar olsun 
Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun 
Bir keskin kalem bir kırık gözlük 
Yürekli yiğitlere hatıran olsun”

Uğur Mumcu’nun ardından seslendirildi bu sözler. Ankara’da evinin önünde zalimce öldürülmüştü. Ankara’da Pazar günlerini hep o olayla anar olduk. Aradan yıllar geçti; yine bir Pazar ve Ankara… Ama bu sefer ölen bir kişi değil, onlarcaydı… Akşam evine gitmeye çalışan, masum…

 Yine bir Pazar günüydü. Sabah değil akşamdı. Öyle hep anlatıldığı gibi sisli ve puslu değildi hava. Günlük güneşlik harika bir günün akşam saatleriydi. Gününü arkadaşlarıyla güzel geçirmiş olmanın mutluluğuyla evine dönmeye çalışan, yanındakilerle kahkaha atan güzel insanlar nereden bileceklerdi ki birazdan başlarına gelecekleri. O güzel gün birazdan cehenneme dönecek, cesetler saçılacak ortalığa, kan gölüne dönecekti her şey. Oyun oynamaya gelmişti Azrail. Ortalığı tarumar edecekti. Hizmetkârları o kadar çoktu ki… 

Çığlıklar, feryatlar zerreden arş’a yükseldi bir anda. Yer, gök ağladı. Bu oyun büyük oyun, kalleşçe bir oyun. Madem bu hep söylendiği gibi batının oyunuydu, geleneğiydi de biz neden izin verdik? Demek ki biz istedik, biz bize zulmettik, biz bizi öldürdük. Bu oyun sürdüğünde sıra her an bize de gelebilirdi oysa ve geldi, geliyor.

Her gün o meydanda olan ben o gün orada değildim. Evdeydim. Televizyon izlemeyi sevmem ama o gün açık televizyon. Bir anda ekranda kırmızı üzerine beyaz, sarı üzerine siyah ‘Son Dakika’ yazıları geçmeye başladı. Kabusum oldu bu benim. O iki kelimeyi görmek, duymak istemiyorum artık. Siren sesi işitmek istemiyorum!

Kendimi arafta hissediyorum. Son beş ayda Ankara’da üçüncü bombalı saldırı gerçekleşmiş diyorlar. Yıkılıyorum. Sorular hücum ediyor beynime:

Nasıl bir dava olabilir ki, doğacak bebeği için alışverişe giden bir ailenin ölümüne sebebiyet veren?

Nasıl bir özgürlük olabilir ki, okumak uğruna ailesinden uzakta yaşayan, ailesine yük olmamak adına çalışan ve evine dönmeye hazırlanan bir insanın özgürlüğüne engel olacak ölüme sebebiyet veren?
.
Nasıl bir vicdan olabilir ki, belki de uzaktan da olsa bir yakınına şöyle ya da böyle yardım etmiş olan bir kişinin ölümüne sebebiyet veren?

Nasıl bir insanlık olabilir ki, belki de şu gök kubbe altında aynı mahallenin, aynı şehrin ya da aynı coğrafyanın havasını soluyup suyunu içen insanın ölümüne sebebiyet veren?

Nasıl bir demokrasi anlayışı olabilir ki, gerek ülkemizin içinde, gerekse dışında büyük bir özenle yönetilen insan kılığında akıl ve izanını kaybetmiş, fikri ve bedeni uyuşturulmuş, kukla haline getirilmiş, hayvanlaştırılmış insanlar tarafından yapılan eylemin müsebbibini bilmeden, birlik ve beraberlik içinde olmak gerekirken insanları siyasi franksiyonlara bölerek “o”cu , “bu” cu diyerek tasnif etmek?

Yüreğim ve usum kendi içinde bunları düşünürken telefonlar çalmaya başladı ardı ardına. Sağolsun eş-dost halimi hatırımı soruyordu. ‘İYİYİM’ demeye utandım. Aklıma Ahmet ERHAN’ın ‘Bugün de ölmedim anne’ şiiri geldi. 

“Üstüme bir silah doğruldu sandım 
Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın 
Korktum, güldüm, kendime kızdım 
Bu gün de ölmedim anne. “ 

‘İyiyim’ derken, utanır oldum artık, yaşıyor olmaktan utanır... 

Doğmak kutsaldı oysa; bu güne dek. Annesinin karnında ölen yavrusuna dek, güzeldi yaşamak. Rengi maviydi düşün. Umudun, özgürlüğün, mutluluğun… Âşkın ve sevdanın rengi maviydi. Yoktu denizi Ankara’nın. Fakat gökyüzü öyle maviydi ki. Deniz kadar özgür, barış kadar huzur vardı havasında.

Denizi anlamlandıramaz belki Ankara’nın taşları. Fakat özgürlüğü, fakat umudu öyle güzel bilirdi ki… Ezbere söylerdi evelallah özgürlük türkülerini… Susturdular. En güzel şarkısını söylüyorken üstelik… Bir Pazar günü. Mavi bir pazar günü. Özgür, mavi bir pazar günü. Boş verin ya hepsini! Sıradan bir gün. Bir gün… 

Neydi en temel hakkı kadının? Erkeğin en temel hakkı neydi? Çocuğun en temel hakkı neydi? Yaşlının? Engellinin? Annenin? İnsanın… İnsanın en temel hakkı neydi? Hakkımız neydi? Hakkımız ne bizim?

Yaşamak. Altı üstü yaşamak… İyi ya da kötü… 

Taziye yeri memleket ve taziye yeri yüreğim. Yazmak bile eziyet aslında bugün. Kelimelerin kifayetsiz. 

Arzu Kök

7 Mart 2016 Pazartesi

Cadı Avına Son!.. - Arzu Kök

Cadı Avına Son!..

8 Mart 2016’ı karşılarken,  kadınlar savaşa, eşitsizliğe, emek düşmanlığına, hak gasplarına, şiddete ve yoksulluğa karşı direnmeye devam ediyor. Bu günü kutlamak için bir araya geldiklerinde ise toma, şiddet ve plastik mermilerle karşılanıyorlar. Kadın sokulmak istendiği kalıpların dışında olduğu sürece her türlü şiddete maruz kalabilmeyi kendisi istemiştir iktidarlara göre. 

Ortaçağdan bu yana kadın olmak ‘cadı’ ilan edilmek için yeter bir önkoşul olarak kabul edildi. Geceleri süpürgelerine binip giden, şeytanın toplantısının baş konuğu, sürekli isyan eden, dinin kurallarına uymayan, klasik normları sevmeyenler olarak anıldı hep kadınlar… 


Hem feodalizmin hem kapitalizmin; hem din kurumlarının hem burjuvazinin; kurucusu oldukları halkçı tıbbı ve halk hareketlerini tasfiye etmek istediği kadınlar… Cadı avları ile bedenleri, emekleri, cinsellikleri devletin ve sermayenin denetimine sokulan kadınlar…

Suçlama oydu ki cadılar büyücüydü. Yani doğum yardımı yapıyor, gebeliği önlüyor, erkekleri tahrik ediyor, tanrıya küfür ediyor, dini inkâr ediyor, politik kışkırtmalarda bulunuyor, örgütleniyordu. Önceleri erkeksiz, dul ve yaşlı kadınlardı. Kurucusu oldukları halk tıbbının öznesi ve taşıyıcısıydılar. Yalnızca onlar değil 13. ve 17. yüzyıllar arasında otoriteyle uyumsuz olan tüm kadınlar cadı damgası yedi. Öyle ki sonunda bir kadına “cadı” demek için suçlamanın ne olduğu bile önemsizleşmeye başladı.

Cadı avları ile kadının bedeni, emeği, cinselliği devletin ve sermayenin kontrolüne geçirilmeye başlandı. Avrupa’da 14. yüzyılda başlayan cadılık davaları, 15. yüzyılda kadınların kışkırttığı halk ayaklanmaları ile birlikte arttı. Yaklaşık iki yüz bin kadının cadılıkla suçlandığı ve neredeyse tamamının öldürüldüğü, hapishanelerde öldüğü veya işkenceler nedeniyle kendilerini öldürdükleri biliniyor. Cadılıkla itham edilenlerin yüzde 85’inin kadın olduğu ifade edilirken geriye kalanların bu kadınların eşleri ve çocukları olduğu söyleniyor. 

İngilizcesi “witch” olan cadı kelimesinin kökeni “wise”. Yani “bilge”. İlkel toplumlarda toplayıcılık yapan kadın, doğanın bilgisine hakim olmaya başlamış, topladıkları ve bunların bilgisine sahip oldukça şifa verici hale gelmiştir. Özel bostanlar ekmiş, tıbbı geliştirmiş ve sahip olduğu bilgiyi yeni kadın nesillere aktarmaya başlamış ve toplumda büyük bir saygınlık kazanmıştır. 13. yüzyıldan sonra ise bu bilge kadınlar cadı oluverdi. Çünkü onlar insan bedenini, otları, nesneleri kurcalıyordu. Din ise hastalığı günah sonucu Tanrı’nın verdiği bir ceza olarak görüyor ve onun tedavisini aramayı küfür kabul ediyordu. Ruhun, batılın öncelikli olduğu inanç dünyası için bedeni incelemek, onun verdiği tepkileri araştırmaktan daha tehlikeli ne olabilirdi? Hele bu beden yoksulların ve kadınların bedeniyse…


Üstelik cadılar, okuryazar bile değildi. Okumuş erkek doktorlar dururken bu kadınlar da ne oluyordu? Hem o erkek doktorlara statü kazandırmak da gerekiyordu. Krallar da eril tıbbı kurumsallaştırmak istiyor ve tıbbın sadece soylularla ilgilenmesi isteniyordu. Erkek doktorlar bile, 13. yüzyılda günah çıkarmaya rıza göstermeyeni tedavi edemiyor, 14. yüzyılda ruha zarar vermeden tedavi etmeleri şart koşuluyordu. Bu kadınlara da ne oluyordu? Haliyle aristokratlar tarafından cezalandırılmaları şarttı.

Cadılar bedenle uğraşıyorlardı. Kilise onların şeytanla sevişip, zevk aldıklarını sonra bu zevki erkeklere de taşıdıklarını söylüyordu. Cadılar, hem sevişiyorlar, hazzı ve arzuyu biliyorlar hem de gebeliği önlüyorlardı. Doğururken acı çekilmesi gerektiğini söyleyen kiliseye rağmen, sancıyı azaltan ilaçlar buluyorlardı. İktidarların döl yatağından ibaret olmasını istediği, yeniden üretim için ihtiyaç duyduğu kadın bedeni, cadıların bilgisi ile erkeklerin değil kadınların denetimindeydi. Kadın bedenine hakim olamayan erkek ise çıldırıyordu bu duruma. İşte cadılık için bir neden daha…

15. yüzyılın sonlarında feodalizmin yıkılması ve kapitalizmin gelişmeye başlaması sınıf mücadelesi tarihi için dönüm notasıydı ancak kadınlar için başka bir anlamı vardı. Para ilişkisini ortaya çıkaran bu yeni durum, üretimin yeniden üretimden koparılması demekti. Halk mülksüzleşiyor, kadınlar bakım emeğine mahkûm ediliyor ve hiç ücret almayan işçiler olarak yoksul halkın içinde daha da yoksul bir sınıfı oluşturmaya başlıyordu.

Toprakların özelleşmesi ile ortak alanlar da yok oluyordu. Kadınların doğanın bilgisini birbirleri ile paylaştıkları, sosyal yaşama katıldıkları alanlar yitiriliyordu birer birer.  Daha az toprağa sahip olan kadınlar için bu ortak alanlar oldukça önemliydi. Ellerinden alınmıştı…

Tarımın ticarileştirilmesiyle verim artmış ancak erişim azalmıştı. Yiyecek isyanlarını başlatanlar da kadınlar oldu. Hatta sadece kadınlar tarafından gerçekleştirilen isyanlar bile vardı. Ve tabii onlar da cadı oluverdi. İşkence gördüler, yakıldılar…


Cadılar, tüm din kurumları için ve burjuvazi için de tehlikeydi. Feodalizm de kapitalizm de kadınların kurucusu olduğu halkçı tıbbı ve halk hareketlerini tasfiye etmek istiyordu. Bunların neden olduğu cadı avına, kadın bedeni ve emeği denetim altına alınarak 17. yüzyılda son verildi güya… Ancak o gün bu gündür şekil değiştirmiş de olsa sürüyor bu cadı avı… 

Çünkü iş gücü alanında küçümsenen kadının yeri mutfağıydı ve tek bir toplumsal rolü vardı onlara göre; annelik. Dışına çıkanlar cezayı hak etmiştir onlara göre. Meryem Ana günahsız bir anne olarak saygı görürken, gerçek kadınlar bozuk, günahkâr bir doğaya sahip oldukları gerekçesiyle işkence görüp öldürülüyor o gün bu gündür. 

Kadının toplumdaki kaderi doğayla ortaktı. Kadın, işçi çocuk doğurmalı, doğa ise sonsuz bir kaynak olduğu için sonuna kadar sömürülmeliydi… Ve karar verildi: Başladı cadı avı… Günümüze kadar da farklı şekillerde sürüyor bu cadı avı. Cadı avına son!..

Kadınlar ölüyor diyorum
"Tek başına dışarıdaymış" diyor
Kadınlar ölüyor diyorum
"Nasıl giyinmiş" diyor
Kadınlar ölüyor diyorum
"Soyu sopu, dini, ırkı neymiş" diyor
Yahu ‘Kadın’ diyorum, öldü...
Umutları, hayalleri, geleceği öldü...
Annesi öldü, babası öldü...
İnsanlık öldü...
"Eziyet edile edile öldü" diyorum
Bakıyor öylece
Sürüyor cadı avı
Susuyor...
Susuyoruz


Arzu Kök

3 Mart 2016 Perşembe

ANAYASA - Arzu Kök

  ANAYASA

Ünlü siyasal bilimci M. Duverger demokrasilerdeki en önemli hastalıklardan birini; "siyasal iktidarların yasalarla sahip oldukları yetkilerine hayran olmaları" ifadesiyle tanımlar. Psikolojinin, bu ruh haline koyduğu teşhis ise "siyasal megalomani"dir: Kendini, kendi siyasal kudretini, başkalarından daha büyük ve daha üstün görme hali. 

 Siyasal iktidarları yoldan çıkaran ve daha sonra ise "narsisizm" yani "kendi kendisine âşık olma illeti" denilen hastalık bu megalomaniden kaynaklanır.

Kanun yaparak kendi yetkilerini sınırlamayı bilen ve dünyanın ilk büyük kanun koyucuları arasında özel bir yeri olan, zamanın Cihan Padişahı, Kanuni Sultan Süleyman, o harikulade ifadesiyle; " Halk içinde muteber bir nesne yok, devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi... " derken sağlıklı olmanın ve sağlıklı düşünmenin ne kadar yüce bir değer olduğunu, gerçekten büyük olanların, büyük makamlarda otururken bile büyüklük illetine düşmemeleri gerektiğini ne güzel ifade etmişlerdi. Yeni Osmanlıcılık tezini savunanlar ise bu Osmanlı padişahının sözünden de ders almıyorlar.

Siyasal megalomani illetine yakalanan iktidarların ya da siyasal otoritenin bu ruh hali içinde yapabilecekleri hataları anlatırken de M. Duverger; "Anayasaların en doğru yorumlarının sadece kendileri tarafından yapılabileceğine inanmak, bu düşünceleri eyleme geçirmek en büyük hatalardandır ve bu tutum asla demokrasiyle bağdaşmaz." demektedir. 

Aslında anayasalar, değişmez değiştirilemez değildir. Değişen dünya ve ülke şartları, milletin ihtiyaçları ve çağın gerçekleri anayasalara elbette yansımalıdır. Bu ne kadar doğru ise, Anayasaların sık sık değiştirilmelerinin yanlışlığı da o derece doğrudur. Ne çare ki, bizim gibi olaylı demokrasilerde bu iş sık sık başımıza gelmektedir. Bunda mevcut bir Anayasa'nın yapılış biçimini eleştirenlerin kendi ellerine imkân geçtiği vakit yeni bir Anayasa için aynı hatalara düşmelerinin çok büyük bir rolü vardır.

Kendilerini üstün ve farklı görenler, gündeme ve topluma egemen olmak isteyenler, kendilerinden başka kimseyi tanımayanlar, demokrasiyi yalnızca oy sayısına bağlayanlar, yaşadıkları toplumun sesini duymazlıktan gelip uluslararası entegrasyona biat etmekten kaçınmayanlar, varlıklarını sağlayan toplumdaki sömürü düzenini özde olağan kabul edip sözde açılım gösterileri düzenleyenler, hukuk ve adaleti kendilerine özgü kabul edenler, değiştirmek istedikleri Anayasa’ya uymadan anayasacılık oyunu oynuyorlar.


Peki ama durum böyleyken görevlerinin asaleti ve kişiliklerinin gereği olarak sükutu tercih edenlerin görüşlerini nereden bileceğiz? Bir Anayasa Mahkememiz var. Ancak görüşlerini ille de bir "yargı" konusu olduğunda öğreniyoruz. Gerçi yargı konusu söz konusu olup karar verildiğinde dahi Cumhurbaşkanı tanımadığını ifade ediyor… 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Batı Afrika ülkelerini kapsayacak beş günlük yurtdışı seyahati öncesi Anayasa Mahkemesi’ni (AYM) topa tutuyor ve Erdem Gül ve Can Dündar’la ilgili kararına ilişkin “Uymuyorum, saygı duymuyorum” diyor. Ardından Erdoğan, "Yerel mahkeme bu karara direnebilirdi. Bizim 13-14 yıllık iktidarlarımız medyanın fikir ve düşünce özgürlüğü bakımından en ideal duruma ulaştığı dönemdir. Bizim dönemimiz cezaevlerinin gazetecilerle doldurulduğu dönem değildir. Bu dönemler bizden önceki dönemlerdir. Bizim iktidarımızda bunlar cezaevlerinden çıkmıştır, bizim yaptığımız yasal düzenlemelerle çıktılar. Yanlış yaptık herhalde" diye devam ediyor. Bu söylem ile de Cumhurbaşkanı Türkiye'nin en yüksek yargı kurumunun kararını tanımadığını söylemek bir tarafa mahkemelere de tanımamaları talimatını veriyordu açıkça.  Zaten halkın gözünde hiç güvenin kalmadığı hukuk, ayaklar altına alınıyordu bu sözlerle. 

Durum böyleyken Anayasa; ünlü bilim adamlarının, düşünürlerin uyarıları doğrultusunda mı değiştirilecek? Yoksa sadece belirli bir kesimin istek ve arzuları doğrultusunda mı? Ya da milli gerçeklere göre mi? Ya da, öyle değil de; "Dediğim dedik, çaldığım düdük, sen küçük ben büyük... " diyerek mi? 

O da, olmayacak bir şey değil ülkemizde? Olur olmasına ama, nükteler filozofu Nasreddin Hoca: "Olmaz... " diyenlere karşı: "Ben yaptım oldu... " uyarısını da dikkate almak gerekir. Zira bizim politikacılarımız hep bunu örnek alagelmişlerdir.

“Anayasa ihlalleri”yle alevlenen Anayasa değişikliği konusu, hangi güven unsuruyla tartışılacaktır? Bu değişiklikler, hukuk devletini yok sayarak, “kanun devleti” yaklaşımı ve dayatmasıyla yapılacaksa, Anayasa’nın bu yeni kuralları toplumda nasıl huzur ve güven yaratacak?

Anayasa, kimilerinin, istediği zaman ve yerde, istediği şekilde üzerinde oynanacak yazboz tahtası değildir. Gerekliliği, zaman ve mekânı, Anayasa’ya uygun değiştirme yöntemi, katılımı, müzakeresi, uzlaşması sağlanamazsa, değişiklik önerileriniz yerinde bile olsa, yeterli desteği bulamaz, kural bazında değişiklik tartışmalarına girilemez. Çözüm ise hiç zor değil: Biraz ciddiyet ve saygı lütfen.

Bazı şeyleri öğrenmek çok pahalıya mal oluyor. Bunu daha önceleri gördük. Şimdi ise öğrendiklerimizi uygulama zamanı gelmedi mi? Yine pahalıya getirmeyelim işi… Çok şeyler kaybedeceğimiz ortada iken hele… Zira bu ülkede Anayasa’dan önce bazı kafaların değişmesi çok daha doğru olacaktır…



                                                                                             ARZU KÖK