28 Ekim 2017 Cumartesi

Anadolu ve Cumhuriyet - Arzu KÖK

Anadolu ve Cumhuriyet

Türkiye’m! Anadolu’m, güzel vatanım! Sen ne bereketli bir topraksın ki yüzyıllardır ne sofralar sundun Anadolu insanına, neler neler. Bizler çoğaldıkça bereketin arttı, bitirmek isteyenlere inat. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı” varsa benim güzel vatanımın, bizlere sunduklarının “sonsuza kadar” hatırı yok mudur? Bu nedenledir ki bu vatana “bıçak sokanlar” ya nankördür ya da gafildir. Bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun!…

Ey Anadolu’m, güzel yurdum! Sen, kederi kederimize, sevinci sevincimize, kaderi kaderimize benzeyen ölümsüz vatanım… Ağrı’da dik başlı, Güneyde Fırat coşkulu, Toroslarda sümbül kokulu, Antalya’da dört mevsim yazlı, Erzurum’da “on bir ay yirmi dokuz gün kışlı” güzel Türkiye’m… Zonguldak’ta kömür gözlü, Isparta’da gül yüzlü Anadolu’m… Sen bin yıldır doğanlarımıza beşik, ölenlerimize mezar oldun. Bizler de beşikten mezara kadar sana sahip çıkacağız. 

Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… Uzak değil, dün gibi yakın. İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Düşmanlar sarmış dört yanımızı. Kıskıvrak yakalamışlar bizi. Sonra: Biri Dicle, biri Fırat, biri Sakarya… Anadolu’nun bağrında ayağa kalkan üç kardeş ırmak şaha kalkmış. Akmış üzerine üzerine düşmanın, bozmuş dengeyi. Önderi olmuş Atatürk bu büyük akışın. İşte bu akışın meyvesidir Cumhuriyet. Bilmeyenler ne bilsin ama bilenlere bin selam olsun!… 

Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… Uzak değil, dün gibi yakın. İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Gök çökmüş üstümüze, yer yarılmış, yutmuş bizi. İngiliz’i, Fransız’ı, Yunan’ı kıskıvrak yakalamış, sarmış dört bir yanımızı. “Nene Hatun”, “Hasan Tahsin”, “Yörük Ali Efe”, ”Şerife Bacı”, “Sütçü İmam”, “Adsız Kahraman”…vb… öyle mücadele edip alt üst etmiş ki düşmanı, bozulmuş dengeler. Önderi olmuş Atatürk bu yeni dengenin, bayramıdır Cumhuriyet. 

Mustafa Kemal, Anadolu’muzu kahreden iki yıkıcı gücü nasıl ezdiğini haykırıp Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gönderine Cumhuriyet bayrağını dikmişti. Bu İki yıkıcı güç: emperyalizm ve saltanattan başkası değildi. Neydi emperyalizm? “Serbest rekabetçi mantığını almış, iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi.” Saltanat neydi? “Kadim tefeci – bezirgan sermayenin her türlü gelişimini sonuna kadar destekleyen derebeylik biçimiydi.” Bu iki güç ortak olmuştu benim yurdumda. Ne yazık ki emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ülkelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı. İşte bu birlikteliği bozdu Atatürk ve kurdu Cumhuriyet’i.

Bu nedenledir ki Türkiye’de “Cumhuriyet” demek: “Türk Ulus’unun bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurulan bir savunma kalesi demektir.” Bu durum perçinlensin diyedir ki Türkiye’nin devrimci Anayasasında, "her madde üçte iki çoğunlukla değiştirilebilirdi.” Ama hiç bir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde “Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu” maddesidir. Şimdilerde ise emperyalistlerin baskılarıyla kaldırılmaya çalışılıyor bu maddeler.

Türkiye’m! Güzel Anadolu’m, vatanım! Bir gün bir Ferhat, sendeki bir güzele sevdalandı. Bu sevda uğruna dağları deldi… Ey güzel yurdum! Biz sendeki bir değil, bin bir güzelliğe sevdalıyız… Senin için dağları değil, çağları bile deleriz. Uğrunda bir değil bin kere ölürüz. Atatürk gibi canımızı koyarız ortaya. Binlerce kahramanımız gibi dize getiririz tüm düşmanları. Ey Cumhuriyetim! ”Günlerden bir gün… İstiklâl Savaşı’nın zor günlerindeyiz.” Düşman sarmış dört bir yanı. Bağlamışlar elimizi kolumuzu. Sonra: Biri Yunus, biri Hacı Bektaş-ı Veli… Anadolu’nun aynı yöne bakan iki anlamlı gözü… İki gözün hedefe bakışı bozmuş dengeyi. İşte o bakışın önderidir Atatürk. Hedefiyse Cumhuriyet… Bu bakışı bilmeyenler ne bilsin, bilenlere selâm olsun. 

Görünen o ki önümüzdeki yollar belli: Ya Atatürk’ün bizlere gösterdiği ışıklı yolların sonundaki aydınlık geleceğe gideceğiz ya da karanlıkların içindeki geri kalmışlıkla sürüklenecek ve yitip gideceğiz… Seçim sizin, bizim, hepimizin!... Karar verin; geç kalmadan…

Bu güzel vatanımızın değerini bilip sonuna kadar Cumhuriyet’i korumaya kararlı milyonlara selâm olsun… 

Arzu KÖK

19 Ekim 2017 Perşembe

Ulus'u Yıkmayın!... - Arzu KÖK

Ulus’u Yıkmayın!...

Ulus, 1932 Hermann Jansen Planı’ndan beri “Protokol Alanı” olarak ilan edilmiştir. O gün bugündür de tüm belediyeler tarafından ‘koruma’ altına alınmıştır. Ancak şimdilerde belediye, acaba ne yapsak da ondan kurtulsak diye plan ve projeler üretmeye başladı. Adı ‘koruma’ olan ama o günden beridir ciddi anlamda koruma amaçlı çalışmalar yapılamadığı ya da yetersiz yapıldığı için korunamayan, giderek yok olan kültür varlıklarımız, tarihsel değerlerimiz zaman içinde birer birer yok oldu. 


 1980’lerin başında; Tarihi Kent Dokusu’nun 150 hektarlık bir kesimi Gayr-i Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun aldığı bir kararla “Kentsel, Tarihsel, Doğal ve Arkeolojik Sit Alanı” ilan edilmişti. 80’li yıllarda Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı bir yarışma sonucunda “Ulus Tarihi Kent Merkezi Koruma Islah İmar Planı” hazırlanmış, bu kapsamda hazırlanan “Kaleiçi Koruma Planı” ise yaradan yıllar geçmesine rağmen tamamlanamamıştı. 

Kamu koruma amaçlı yapılan projelerden sadece “Hacıbayram Meydan Düzenlemesi” doğru dürüst uygulanabilmişti. Ancak, Hacıbayram ve Hükümet Meydanının, giderek Ulus’un büyük bir kesiminin yaya bölgesi haline getirilmesi için Bentderesi Dolmuş Durakları alanı kamulaştırılmış, projeleri hazırlanmış, uygulamaya geçilmek üzere beklemekteydi. Böylece Ulus, Hükümet Meydanı yaya bölgesi haline gelecekti. Ancak, dolmuşçular bastırınca, Hacıbayram çevresi yine dolmuş durakları ile doldu. Hükümet meydanı ise zaten otopark olarak zaten kullanılıyordu.

1990’ların başında belirli düzeye gelen bu çalışmalar, yerel yönetimin el değiştirmesi ile başka bir yöne doğru yönlendirildi. Koruma amaçlı uygulama yapılmadı, Kaleiçi kendi kaderine terk edildi. Ulus Koruma-Islah İmar Planı uygulanmadan bir kenarda bekletildi.

Ancak 2004 tarihli belediye meclis kararı ile “Ulus Tarihi Kent Merkezi Projesi” onaylanarak kabul edildi. Alınan kararla Ulus Atatürk Heykeli etrafındaki 100. Yıl Çarşısı, Ulus Şehir Çarşısı, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü ve Anafartalar Çarşısı yıkılarak Atatürk Anıtı ile bütünleşecek kent meydanı oluşturulması planlandı. Daha sonra ise Belediye Meclisinde alınan diğer bir karar ile, Anafartalar Caddesi üzerindeki Büyükşehir Belediyesi Binası (Taş Bina), Ulus Hali ve Modern Çarşı ele alınarak bu bölgenin de yıkılarak büyük bir otopark ile “Alışveriş Merkezi” oluşturulması kararı alındı. 

Yıkılacağı ifade edilen ve yerine büyük bir İş Merkezi yapılacağı söylenen Ulus Hal Binasının olduğu yerde, 1929 yılında çıkan yangınla yok olan Osmanlı dönemine ait ahşap malzemeden inşa edilmiş “Taht’el Kal’a (Kaledibi) Çarşısı” bulunmaktaydı. Gene aynı alanda Ankara Kalesi’ne giden bir Roma Dönemi Yolunun da varlığı bilinmektedir. Bu kesimde yanan yapılar arasında Tahtakale Hamamı, Tahtakale Hanı, Haseki Camisi, Eski Belediye Binası ve Sebze Hali vardı…

Yıkılması düşünülen mekânlardan biri de “Ulus Anafartalar Çarşısı”. 1967 yılında yarışma ile inşa edilmiş… Mimarları dönemin iyi mimarlarından Ferzan Baydar, Affan Kırımlı, Tayfur Şahbaz ‘mış.

Ankara’nın ilk yürüyen merdivenli süpermarketini (Gima) barındıran, o dönemin modernizm akımlarından olan “Mies” tarzında bir modern yapı. 1960’ların sonlarında giyim-kuşam, hediyelik eşya, hatta halı, buzdolabı vb... ev eşyaları almak için hepimizin kullandığı mekân. Birçok Ankaralının çocukluk anıları… Türk Seramik Sanatı’nın ilk ustalarının tablolarıyla yaşamaya devam eden bir tarih… Füreya Koral, Seniye Fenmen, Attila Galatalı, Arif Kaptan, Cevdet Altuğ ve Nuri İyem’in eserleri çarşının iç duvarları, kolonları, merdiven boşluklarında yer alıyor. Çarşının içindeki seramik, rölyef ve resimlerde insan, doğa, doğadaki dönüşüm süreçleri, evrenin sonsuzluğu, ay kraterlerinin anlatıldığı biliniyor. Anafartalar Çarşısı’yla aynı yaşta olan ve usta isimler tarafından yapılan eserler ilk günkü haliyle ayakta duruyor. İçinde bulundurduğu eserlerle bir plastik sanatlar müzesini andırıyor adeta. 



Anafartalar Çarşısı’nın Ulus Çarşısı’na bakan kapısında Attila Galatalı’nın büyük seramik panosu çarşıya girenleri karşılarken, ikinci giriş kapısında Füreya Koral’ın çamur sanatı temeline yatan eseri yer alıyor. Diğer katlarda Füreya Koral’ın daha küçük boyutlu ikişer seramik panosunu, bir başka usta kadın seramik sanatçısı Seniye Fenmen’in ise ikişer çalışması bulunuyor. Arif Kaptan, Nuri İyem ve Cevdet Altuğ’un yapıtlarını ise çarşının birinci, ikinci ve üçüncü katlarındaki kolon ve duvarlarda sergileniyor. Yürüyen merdivenin yanındaki duvarlarda ise Cevdet Altuğ’un duvar rölyefi bulunuyor. Çarşının tarihi değeri zaten yıkılmaması gerektiğini haykırırken bir de sanatsal değeri hiçbir şey ile ölçülemeyecek bu eserlerin varlığı da Anafartalar Çarşısını  korumanın önemini haykırır gibi. Ama görünen o ki tepkisiz toplumumuz buna da göz yumacak ve bu sanatsal eserler ve tarih yok olacak…

Sadece kentle ve kentsel mekânla ilgili olduğu için değil, toplumsal ve gündelik yaşamdaki görünümleri ile her zaman politik bir alan olmuş “tarih” alanı olduğu içinde buraların yıkılması çok tehlikelidir. Bunların yok edilmesi ve yerine konması istenen anlamlar yan yana düşünüldüğünde ortaya çıkan davranış biçiminin tarih olgusuna yaklaşımının, George Orwell’in 1949 tarihli ünlü romanı “1984”ünde tasvir ettiği karanlık dünyadaki tarih anlayışına benzerliği ürkütücüdür. Romanın distopya barındıran gelecek kurgusunda totaliter bir “parti” yönetimi, tarihi gerektiği an tamamen silip istediği şekilde yeniden yazabileceği bir parşömen olarak görür. Romanın kahramanının da çalıştığı “Gerçek Bakanlığı”nda, sadece günün gazete ve kitapları gibi güncel belgeler değil, geçmişe yönelik olarak arşivlenmiş her tür yazılı belge istendiği an ve tekrar tekrar yeniden üretilir. Parti sloganı şudur: “Tarihe hâkim olan geleceğe hâkim olur: Bugüne hâkim olan ise tarihe hâkim olur”. Ne yazıktır ki bugün, Ankara kentinde fiziki çevre üzerinden yapılmaya çalışılan şey de tam olarak budur: Kentin tarihini silip yanlı tercihler üzerinden tekrar yazmak.

Bu şekilde tariflenen tehdidin Cumhuriyet dönemi mimarlık mirasını oluşturan yapıların fiziksel varlığından fazlasına yöneldiği açıktır. Öne çıkan, tüm bu yapıların tek tek mimari nitelikleriyle olduğu kadar, taşıdıkları/taşımış oldukları işlev ve barındırdıkları niyet ile hep birlikte aktardıkları anlatımın okunabilirliğine yönelik olan tehdittir. Çünkü Ankara’da Cumhuriyet dönemi mimarlık mirasının bir dökümünü okumak, aslında Cumhuriyet’in modernleşme programının kendisini tüm alt başlıklarıyla okumak demektir. 1920’lerden başlayarak inşa edilmiş her kültür, eğitim, sağlık, endüstri ya da yönetim yapısı, her banka binası, her işlevsel alan ve her meydan, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ve takip eden kuşakların hedeflerinin, hayallerinin ve çabalarının hikâyesini tamamlar. Söylediklerini herkesin, özellikle de gelecek kuşakların dinleyebileceği ve değerlendirip istedikleri sonuca varmak üzere yargılayabilecekleri şekilde duyulur kılmak ve korumak kentin bugünkü sahiplerinin temel görevlerinden olmalıdır. Ancak Ankara’da bunun tam tersi söz konusudur.

Kentsel rant üzerinden kurgulanmış sistemin, Ankara’da sadece kentin özgün tarihsel kimliğini yok etmek adına değil, yerine kurgusal ve sahte bir değer koymak adına da ilginç girişimler söz konusudur. Tarihi yargılamak, eleştirmek, geleceğin tarihten, eğer gerekiyorsa, en radikal biçimde farklı olması için çaba göstermek kuşkusuz temel bir haktır. Fakat hiçbir ulus, kent ya da birey tarihini beğenmeyerek yok sayma ve yerine gündelik heveslerin ürettiği kurgular monte etme hakkına sahip değildir. 

Tarihin belki de en utanç verici, en öfke uyandırıcı yapısı olan Auschwitz Toplama Kampı, kapısına “Bir daha asla” yazmak için korunmuş ve müzeye dönüştürülmüştür. Çünkü tarihin maddeye sinmiş anlatısı, kelimelerin söylediğinden çok daha güçlüdür. Bu nedenle de bu yapıların yıkılması değil restore edilerek, tarihi dokusu korunarak gelecek kuşaklara erişimi sağlanmalıdır… Ulus’u yıkmayın!...


Arzu KÖK

14 Ekim 2017 Cumartesi

Müftü Nikâhı - Arzu KÖK

Müftü Nikâhı

Bildiğiniz üzere, nüfus kanununda yapılacak bir değişiklikle resmi nikâh kıyma yetkisi, belediye memuru ve muhtarlardan başka il-ilçe müftülerine de genişletilmek üzeredir. Kanun tasarısı TBMM gündemindedir.

TÜİK’in 2016 yılında yaptığı araştırmaya göre bu ülkede yaşayan bireylerin yüzde 97.1’i hem resmi hem de dini nikah yaptırmış. Örneğin 2006 yılında hem resmi hem dini nikah yaptıranların oranı yüzde 85.9 imiş… 10 yıllık süre içinde uygulanan toplumu muhafazakârlaştırma uygulamalarına bakıldığında bu 10 puanlık artış hiç de şaşırtıcı değil.

Rakamlara baktığınızda: 1- Dini nikâh yaptırmanın önünde herhangi bir engel yok. 2- Bu ülkede insanlar resmi nikâhın yanında bir de dini nikâh kıydırmayı zaten bir ‘gereklilik’ olarak görüyor. Durum böyle iken bu ısrara ne gerek var?

Aslına bakarsanız halka kabul ettirmek adına sürekli savundukları gibi gerekli prosedürler yerine getirildikten sonra, nikâhı belediye memurunun kıymasıyla il-ilçe müftülerinin kıyması arasında bir sıkıntı ben de görmüyorum… Ancak keşke bu kadar masum olsaydı bu tasarı… Gözüne fener tutulan tavşan örneğindeki gibi tasarının diğer maddelerine baktığınızda bu durumun ciddi riskler taşıdığı gözlerden kaçmıyor. 

Bu tasarı ile sadece aile değil, devlet ve egemenlik parametrelerini de tahrip edecek boyutlar söz konusudur:

1) Bildiğiniz gibi ülkemizde, 16 yaşından küçük kız çocuklarının evlilikleri ve bu evlilikten doğan çocukları ve buna izin veren aileler ceza almamak adına bu durumu devlete bildirmiyorlar. Sonuç olarak bu evlilikler kayıt dışı, doğan çocuklar ise yasal olmayan bir birleşme sonunda doğan(nesebi gayri sahih) statüsünde sayılıyorlar… İşte bu yasa aslında; hacmi ve boyutları iyice artan ve toplumsal hasarların ötesine taşacak raddede tehlikeler üretmeye başlayan “nesebi gayri sahih” kapasitenin idari bir değişiklik hamlesiyle “nesebi sahihleştirme" projesidir… Tasarıya göre; bundan böyle sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların (evde doğumlar gibi) nüfus müdürlüklerine doğum bildirimi, resmî belgeye dayanarak yapmak yerine sadece sözlü beyanla yapılabilecek. Ne yazık ki son yıllarda taciz, tecavüz ve çocuk istismarı gibi iğrenç cinsel suç vakaları en üst seviyelere çıkmıştır. Bu tasarı, bu haliyle erken yaşta zorla evliliklerin ve diğer bazı cinsel suçlarla alakalı meşruiyet üretebilir... Toplumun baskısı ile geri çekilen “tecavüzcüsüyle evlendirme” yasasıyla yapılamayan şeyin yapılması anlamı da taşır bu. Çünkü bu vakaların çoğu genelde doğum nedeniyle gidilen hastanelerde kimlik çıkarma zorunluluğu nedeniyle ortaya çıkmaktaydı! Şimdi bu madde ile sözlü beyanın aslı astarını araştırmak mülki idare amirinin emriyle yapılacak araştırmanın insafına bırakılıyor. Bu iş yapılırken doğabilecek gevşeklik ve istismar alanlarıyla ilgili ne tür yaptırımların uygulanacağı konusunda ise ortada hiç bir şey yok. 


2) Mevcut İl-ilçe sayısı/müftülük sayısı ve yılda kıyılan resmi ve gayri resmi nikâh kapasitesinin aritmetiği ile bu tablonun doğurduğu iktisadi-sosyolojik durum öne çıkartılacak ve böylece müftüler resmi nikâh kıyma yetkisini alt kadrolarla paylaşmak durumunda kalacak ve bu anlamda da bir yasal düzenleme yapılacak gibi düşünüyorum nedense. Çünkü toplam il-ilçe sayısı dolayısıyla müftülüklerin sayısı ve yıllık nikâh kıyma sayısı ile müftülerin günlük iş akışı dikkate alındığında, müftülerin bu işi özellikle Doğu ve Güneydoğu'da imamlara ve “mele” denilen kişilere devretme ihtimali çok yüksek. Eğer il-ilçe müftülerinin resmi nikâh kıyma yetkisi imam-vaizlere dek indirgenecek olursa, ortaya siyasi ve toplumsal istikrarı ciddi risklere atacak bir tablo çıkar.


3) Kanun taslağında ayrıca il-ilçe idare kurul kararlarıyla soyadlarının tashih edilebilmesi veya değiştirilebilmesi gibi bir madde de var. İdari kararla nüfus kaydı değişimi, bir kitleyi tehcire kadar götürebilecek bir potansiyel taşıyor olup mevcut medeni hukuk (kişiler, aile, miras, vd.) düzenini alt üst etmekten başka problemlere de yol açacaktır. Dinî-etnik-mezhebi sivil toplumcu fay hatları, soyadlarından sterilize edilmek ya da baskıya dönüştürülerek keskinleştirilmek istenebilecektir. Bunun sonucu da her açıdan tam bir felâket olacaktır.


Kısaca yukarıda gördüğüm bazı konulardaki endişelerimi dile getirdim. İyimser olmak istiyorum ama bunun için ne yazık ki zemin çok çok zayıf. 

Son açıklanan 2016 Çocuk İstismarı Raporu’na göre son 10 yılda çocuk istismarı vakaları yüzde 700 arttı. Ama aynı dönemde çocuk istismarı vakalarında “iyi hal ve saygın tutum indirimi” rutin uygulama halini aldı. Salgın hale gelen çocuk istismarı vakalarına karşı, cinsel eğitim ve istismardan korunma eğitiminin yaygınlaştırması gerekirken eğitim cihat naraları ile giderek gericileştiriliyor. Eğitimdeki bu gerileşme ise kadın düşmanlığını daha da tetikliyor.

Yine son verilere göre Türkiye, 18 yaş altında evlendirilen kız çocukları oranında Avrupa’da birinci sırada ve neredeyse her 3 evlilikten biri çocuk evliliği.  Dini nikâh çocuk evliliklerini yaygınlaştırıyor; çocuk evliliklerinin normalleşmesi, çocuk istismarını ve erkeklerin çok-eşliliği kültürünü besliyor: Erken yaşta evlendirilen kız çocuklarının çoğu ikinci eş, kuma olarak verilmekte ne yazık ki. Şimdi söyleyin bana devletin kendi yaptığı istatistiksel sonuçlar bile böyle iken nasıl iyimser olsun insan? Nasıl bu yasaya karşı çıkmasın?

Şimdi sorarım sizlere:

Bundan sonra daha fazla kadın tecavüze uğrayacak; daha fazla genç kız, masum “Özgecan”ın uğradığı duruma maruz mu kalacak?

13 yaşındaki çocuk gelinlerin dünyasında mı yaşayacağız artık?

15 yaşındaki küçük kızın tecavüze uğradıktan sonra aile büyüklerinin bir araya gelerek anlaşması sonucu 30 yaşındaki adamla evlenmesine mi şahit olacağız? 

Küçük yaşta evlendirilen bu küçük kızların, kadınların İntiharlarına mı tanık olacağız?

Tecavüzcüsüyle evlenmek istemeyen bir kızımızın sokak ortasında namus cinayetine kurban gitmesine mi tanıklık edeceğiz? 

Karanlığa bir toprak daha mı atacağız?..


Arzu KÖK

1 Ekim 2017 Pazar

Yoksulluk - Arzu KÖK

YOKSULLUK

TÜRK-İŞ Araştırmasının Ağustos 2017 ayındaki sonucuna göre: 

      - Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.504,74 TL, 

- Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 4.901,42 TL oldu.
   
     - Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyeti ise 1.880,65 TL olarak gerçekleşti. 


Bu verilere baktığımızda Türkiye’de yoksulluğun nasıl giderek artış gösterdiğini de görebilmekteyiz. Bu yoksulluk gerçeği, son yıllarda ülkemizde derinleşiyor, boyutlanıyor, çeşitleniyor. Buna karşılık bir o kadar da görünmezleştiriliyor. 

Bundan yirmi otuz yıl öncesinde daha çok bir "acıma" gerekçesi olan yoksulluk, şimdi daha çok bir dışlama, korku, hatta nefret gerekçesi olarak çıkıyor karşımıza! Yoksul mahalleleri, yoksulluk imgesi, tekinsiz bir "varoş" terimiyle ürkünçleştiriliyor. Bu korkuyu büyütenlerin kendi zengin gettolarında yaşadığı içe kapanma ve cemaatleşme süreci, "toplum" veya "kamu" adına daha az ürkütücü değil oysa.

Dünya Bankası raporlarına göre, dünya nüfusunun beşte biri uluslar arası yoksulluk sınırlarının altında yaşıyor. Türkiye'de de giderek artan gelir eşitsizliği sonucu, yoksulların sayısı artıyor ve gün geçtikçe zengin ile yoksul arasındaki uçurum daha da derinleşiyor. Buna rağmen Türkiye’de ve dünyada sürekli yoksullukla mücadele konusu gündeme taşınıyor. Bir türlü dillerden düşmüyor. Ne yazık ki bu mücadele yalnızca sözlerde kalıyor. Çünkü aslında bu sözde mücadele yoksulluğa bir çözüm üretmekten çok yoksulluğu yönetme kaygısı taşımaktadır. Liberal politikaların hâkim olduğu bir düzende yoksullukla mücadelenin başarıya ulaşma olasılığının mümkün olmadığını artık çok iyi bilir duruma geldik yazık ki…

Yoksullukla mücadele her şeyden önce sosyal yanı güçlü bir merkezi ve yerel bütçe programıyla olanaklıdır. Bütçenin içinde yer alan eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının nicel ve niteliksel ağırlığı artırılmadan mevcut yoksulluk göstergelerinin geriletilmesi mümkün değildir. Oysa Türkiye' de uygulanan bütçe programları bu açıdan tam tersi bir gelişme göstermektedir yıllardır. Önümüzdeki dönemde de bu gidişatın tersine döneceğine dair bir umut bulunmamaktadır. Bu sadece Türkiye'ye özgü bir gelişme değildir. AB ülkelerine baktığımızda da, Avrupa' da ki birçok ülkenin bütçe yapılarının son yıllarda giderek sosyal içerikten uzaklaşmaya başladığını, sosyal dışlanma göstergelerindeki hızlı artışa rağmen bütçeler aracılığıyla bir karşı politikanın oluşturulamadığını izlemekteyiz. Bugün için AB ülkelerinde de en birincil sorun artık sosyal dışlanma olmuştur.

Tüm bu sorunlara rağmen kamu kaynaklarının yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele amaçlı yeniden dağılımının söz konusu olamamasının başında, sistemin mağdurlarının siyaset alanında uzak kalması gelmektedir. Yoksullar siyasete uzak, siyaset ise yoksulları dışlamış durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri yoksulların siyasetle olan bağını kuracak olan emek dünyasının içinde bulunduğu dinamiklerdir. Esnek çalışma, sendikasızlaşma, güvencesizlik gibi konuların yanı sıra, emek dünyası da siyasetten giderek uzaklaşmış ve bu siyasetsizliğin ikamesi toplumsal farklılıkların bir karşıtlığa dönüştürüldüğü yerden inşa edilmiştir. Bu süreç yoksullaşmayı toplumun en geniş kesimlerine kadar yayarken, yoksullukla mücadele de yeni bir form kazanmış olmuştur.

Bu yeni form, yoksulluğun yönetilmesi başlığıyla karşımıza çıkıyor. Yoksulluk bir yanıyla bütçelerden dışlanırken, mücadele alanı, toplumun kendi inisiyatiflerine bırakılıyor. Hayırseverlik, yardımlar, çadırlar, okul yapmalar, ekrandan para bağışları gibi gösterilerle toplumsal refleksler bütçeden, kamu kaynaklarından uzak tutulurken, diğer taraftan kamu kaynaklarının kendi iç kompozisyonu yeni bir biçime kavuşturuluyor. Bunların başında bütçenin iç yapısındaki gelişmeler gelmektedir. Kamu çalışanlarına ayrılan kaynakların giderek kısılması ile ortaya çıkan kaynaklar sosyal nitelikli kamu harcamalarına aktarılmakta, böylece yoksullar arasında bir yeniden bölüşüm işlevi gerçekleştirilmektedir. Oysa kamu çalışanları son yirmi yılda göreli olarak toplumun en hızlı yoksullaşan kesimini oluşturmaktadır.

Ekonomideki sermaye lehine olan düzenlemelerden taviz verilmeksizin sürdürülen bu politika yoksulluğun yönetilmesi adını alarak karşımıza çıkmaktadır. Yoksullaşan kesimleri genişleterek yoksullar arasında ikinci bir gelir dağılımı politikasıyla toplumun en alt kesimine yönelik kaynak aktarımları toplumun orta gelir gruplarından sağlanmakta, sürdürülebilir bir yoksulluk düzeyinde buluşma sağlanmaya çalışılmaktadır. Başta kamu çalışanları olmak üzere emekçilerin yüklendiği bu yeni maliyet, yoksulluk görüntülerinin yaygınlaşmasının yanı sıra yoksulluğu kalıcı hale getirmekte, yoksulluğa karşı bir mücadele alanı olarak kabul ettiğimiz sosyal yaşam düzeyinin korunmasına dair talepleri budamaktadır.

Bu taleplerin savunucusu ve bunları siyaset sahnesine taşıyacak olan yegâne güç olan emek mücadelesi de bu süreçte giderek zayıflamakta ve bu mücadelenin yerini doldurabilecek yeni dinamikler oluşamamaktadır. Önümüzdeki dönemde yoksullukla mücadele yine bu alan içine sıkışacak ve devletin uygulayacağı yoksullukla mücadele programı emekçiler üzerinden sürdürülecektir her zaman olduğu gibi. Gerçi şimdiye kadar başarılı olamamıştır ya neyse…

1992 yılında BM Genel Kurulu 17 Ekim’i yoksulluğun yok edilmesi uluslararası günü olarak belirlenmiş.. Çeşitli önlemler tanımlanmış ve yapılması gerekenler konuşulmuş ve konuşulmakta. Ne yazık ki bunlar sembolik tepkilerden öte gidemedi. Kopenhag Dünya Kalkınma Zirvesiyle 1995 yılında gerçek bir hüviyet kazanan bu mücadele anlayışı benimseyerek, zenginlerle yoksullar arasındaki açığın arttığını ve konunun bir zorunluluk olduğunu deklare etti. Ancak kalkınma kelimesiyle beraber önemli hale gelen yoksulluk, küresel sermaye sistemini bu konuya ilgi konusunda teşvik etti. Zira yoksulluk kalkınma fikrinin altını boşaltan, temellerini çürüten ve doğmadan öldüren bir tehlikedir, yani yoksulların bulundukları durumdan kurtarılması ekonomik kalkınmanın mecburiyetidir.  Buna rağmen, tehlikeli görünen bu fikir bile egemen güçleri yoksullara yardım etmeye ikna etmemiş, imzalanan protokollere çekince koymuşlardır.

Yoksulluk özellikle de ülkemizin mücadele edilmesi gereken önemli sosyal sorunu haline geldi maalesef. Ancak bu sorunun çözümü adına mücadele edilmesi insanlık onur ve şerefine layık bir şekilde yapılması gerekirken; pazarın genişlemesi, tüketimin artırılması yani yoksulların hayattan kopmadan küresel sermayenin nesnesi haline gelmesi, sermaye elitlerinin ve iktidar taliplisi siyasiler ile hükümetlerin yeni politikalarının amacı haline geldi. Bugün dünya, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sermayeleşti ve sadece merkezlerde değil kenar köşe bölgelerde bile paraya, kazanca, menfaatlere dayalı bir hayat ideali her yeri habis bir ur gibi sardı. Ancak, bu çılgın kazanç insanlara ortak bolluk, bereket ve refah olarak geriye dönmedi, acılar azalmadı, sefalet hafiflemedi; az bir grubun tutkularının, hırslarının, sonu gelmez isteklerinin, şımarık bencil beklentilerinin kazanılabilmesi, egemenlik ve güç elde edilebilmesi için vahşice kullanıldı. Özellikle de ülkemizde nedendir bilinmez had safhaya ulaşmış durumda. 

Günümüzde çeşitli araştırmalar, teorik tanımlamalar yapılıyor, raporlar hazırlanıyor, sayılar, istatistikî veriler havalarda uçuşuyor, ancak kimse yoksulluğa çözüm üretmiyor. Büyümenin artması, kalkınma, ilerleme gibi büyülü sözlerin arkasından yoksullaşan insanlara bir dolarlık değer biçen bu algı, yoksulluk dediği bu hayatı düzeltmek, bebek ölüm oranlarını düşürmek, açlığı ortadan kaldırmak, kötü beslenmeyle mücadele etmek, kişi başına düşen geliri artırmak, eğitim ve sağlık hizmetleri oranını yükseltmek için esaslı hiçbir şey yapmıyor. 

Bir zamanlar içimizde olan fedakârlık, diğerkâmlık, yardımlaşma gibi insani tüm değerlerimiz,  finansal tanımlamaların ve ihtiyaçların belirlendiği tüketim çılgınlığının içine hapsedilip yok edildi. Yoksulluk hâlâ var ama insanlık yok olmuştur. 

Yoksulluk sadece maddi değil aynı zamanda insanidir de… Hâlâ görmeyecek misiniz etrafınızdaki yoksulları?  Mücadele etmeyecek misiniz?  


Arzu KÖK