18 Şubat 2016 Perşembe

Ölümlere Alışmak!.. - Arzu Kök

Ölümlere Alışmak!..

‘Acaba bugün memlekette hangi felaket olacak ?’ endişesi ile açıyoruz gözlerimizi artık sabahları. Madende, trafikte, karakolda, çocuklara oyuncak götürürken, barış için yapılacak mitinglerde, turistik bir gezi yaparken, yorgun argın işinden çıkmış evine giderken, askerde, evinde, dağda… Kaç cana kıyıldı bu güne kadar? Ölümler, ölümler…

Bazı anlar vardır; harfler, kelimeler, cümleler bir araya gelse de pek bir anlam ifade etmez, soğuk kalır her şey, aynı soğuk hava depolarının içindeki beyaz bulutlar gibi…

Kafamın içinde onlarca düşünce, bir sürü tepki, tarifi anlatılamaz bir üzüntü ve içten içe kanayan bir yara gibi sık aralıklarla acıyı en derinden hissettiren sızlamalar… Kelimeler ya da yaşananlar üzerinden ajitasyon yapmak istemiyorum. Hani hep yakıştırılır eli kalem tutanlara kelimeleri dans ettirenler denir ya. Şimdi ne dansın sırası ne de “şöyle olsaydı, böyle olmalıydı” gibi beylik lafların… Yas tutmanın vaktidir şimdi, bazen gözden damlayan bir yaşın özgürlüğü içinde bazen de boş bakan gözlerin derinliğinde…

Bugünlerde aklıma hep Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı isimli şiiri geliyor.  “Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler” diyordu o şiirinde. Aynen öyle oluyor benim ülkemde. Çocuklarımızın, arkadaşlarımızın emeklerini... Kenetlenmiş ellerine…

“Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor / Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: / Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım” dizeleri geliyor sonra usuma. Ne doğruydu; bazı çocuklar, oyuncakları olduğuna inanarak büyüyordu güzel ülkemde.


Hele de zamansız ve hak edilmeyen ölümleri var ya... Düşman elinden ve kalleşçe gelen ölümler... Aniden gelen, zamansız... 

Hani birde arkanda dünyayı kucaklamaya ellerini açmış, çocuk bakan ve mezar taşına yaslanarak ölümü anlamaya çalışan gözler bırakıyorsan geride... 

Bu gözyaşlarının hesabını kim verir, kimin gücü bu hüzün dolu bakışlı küçük çocukların hüznünü yüzünden silmeye yeter. Gözlerde bırakılan yüzlerce soru ve acı dışında ne kalır bu gözlere. 

Hiç beklenilmeyen ama anında onca yaşamı değiştiren, ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmak zorunda kalıyoruz her gün.  Bir saniye içinde değişen bakışlara, gözlerde bir perde olup kalacak ve bir daha eksik olmayacak hüzünlere mi yoksa çok kısa zaman içinde acıyla büyüdüğüne mi üzülsek... 

Bu acıları yaşayanların bakışlarına dokunarak, gözlerine inen o hüzün perdesini kaldırmak ve sessizce akan gözyaşlarını silmeye gücümüz yetebilse de silsek... Bari bunu başarabilsek... 

Bu duyguyla yaşamak zorunda kalmak çok zor.  Elinizden alınan çocukluğu birileri geri verebilecek mi sana? Birden değişen o bakışlarına birileri bir gülümseme üfleye bilecek mi? Senin yarına olan inancını elinden alan, çocukluğunu bir ağacın kökünü keser gibi kesen ve gözlerindeki gülümsemeyi yok edenlere ne olacak? Bu sorulara cevap veren, hatta soran bile kalmamış gibi görünüyor.

Ölümler kadar öldüren bir gerçek de şu ki toplum olarak toplu katliamlara alışıyoruz! Artık bir terör eyleminde veya başka bir olayda birkaç kişi ölünce daha sakin karşılar olduk, sıradan bir olaymış gibi. Belki de artık doyduk ölüm haberlerine. Sıradanlaştı bizim için. Ölümlere alışmak ya da hayatın parçası deyip kabullenmek… Adına ne denilirse denilsin gerçek olan şu ki her geçen gün biraz daha robotlaşıyoruz. Artık toprağa düşen her genç bedenin arkasından sadece vicdanımızı kandırmak adına ‘yazık oldu’ diyoruz.  Hiç kimse rahatından ve kazancından zerre kadar taviz vermiyor. Buna rağmen hep aynı nakaratla “Bu ateş sönsün artık” deyip geçiyor birçok insan. Samimiyetsizlik gözle görülür bir hale gelmiş. Hiç kimse kılını kıpırdatmıyor.

İnsan yaşamının ucuz sayıldığı toplumların geleceği aydınlık olmaz, olamaz. İnsan yaşamına ve insan haklarına saygılı olmayan toplumların da devletlerin de geleceği aydınlık olmaz.  Ölümleri kanıksamayalım ve ölümler üzerinde politika yapmayalım!

Ölümlere alışmak en çok insanlığı öldürür...  En kötüsü de budur: Ölümlere alışmak. Her şeyi unutan ülkemde kalbimize siyah bulutları örterek susmak en kötüsü…

Aklımda iki soru:
Ölmek mi, kalmak mı daha zor?
Ölüme alışmak mı ya da ölümün bize alışması mı daha zor? 

Arzu Kök

2 Şubat 2016 Salı

OKU!.. - Arzu Kök

OKU!..

Yaratan’ın ilk emridir ‘İKRA = Oku!..’

“Bilgi edin… Bilgilen… Bilgili ol… Bilimle ilgilen, ondan uzaklaşma…” denilmek isteniyor bu sözle.

Peki Yaratan’ın ilk emrini yerine getiriyor muyuz?

Okuyanlar, Kur’an’ı ne kadar anlayarak okuyor? 




 Aslına bakarsanız işin püf noktası da burası. Anlaşılmadan okunan hiçbir şeyin bir faydası yoktur. Kur’an’ı Türkçe okumak neredeyse günah kabul ediliyor. Hadi din adamları bunun eğitimini alıyorlar, onlar okusun. Ama sıradan insanlara ne demeli? Neden onlara Türkçe olarak okutulmuyor? Bu sorunun yanıtını herkes kendisi versin isterim.

İlk inen ayettir “OKU!..” Devamında “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ifadesi gelir. Bu sözcükler, kutsal kitabımızın ilk emri, yani Yaratan’ın ilk emri… Peygambere verilen bu ilk emir insanlığa da verilen ilk emir olmaz mı?

Peki neden ilk emir ‘Oku!..’ olarak başlar? Çünkü Yaratan işe önce bilgi ile başlanması gerektiğini söylüyor. Bilgisiz ve bilimsiz insanların oluşturduğu toplum her zaman bataklıkta çırpınacaktır. İlk insan olan Adem’e tüm meleklerin secde etmesi istenir. Çünkü Adem bilgi ile donatılmış ilk canlıdır. Onun algılama merkezi, yani bir beyni vardır ve beyin gücünün kullanımı, bilginin algılanmasını sağlar. 

Yaratan’ın en önemli mesajı; insanlara “Aklını kullan” demesi değil midir? Çünkü bilgiyi algılayan beyin, o bilgiyi kullanan akıldır, saklayıp gerektiğinde hatırlayan ve hatırlatan zihindir, pratiğe uygulamayı sağlayan zekâdır… Bu nedenledir ki Yaratan algılamayı ateşleyecek kaynağı, okumayı ilk emir olarak gönderiyor.

Yaratan akıl kullanımı için pek çok mesaj veriyor; “Geceyi gündüzü, Güneş’i, Ay’ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmiştir. Bunlarda, akıl edenler için dersler vardır.” (Nahl 12) Diğer bir ayette; “Kur’anı öğüt almak için kolaylaştırdık. Düşünüp öğüt alan yok mu?” (Kamer 17). Kur’an ayetleri okunduğunda bunlar gibi ‘Aklını kullanmak’, ‘Düşünüp öğüt almak’ sözleri o kadar çok geçer ki anlatamam. Ama anlayarak okuyanlar görmüştür bunu. Aklını kullanmanın en önemli çekirdeği ise ilk ayetle verilmiştir bizlere

Okumak tabiki yeterli değildir. Bunun yanında okuduğunu anlamak ve kıyaslama yapmak gerekir. Sentez yapmak, analiz etmek gerekir. Ezberletilerek okunan, okutulan hiçbir şey insana bir kazanım edindirmez. Aksine beyni uyuşturur, bir süre sonra da kullanılmaz hale getirir.  

Birey olarak bu görevi, yani ‘Yaratanın verdiği ilk emri ne kadar yerine getiriyoruz?’ sorusuna çok olumlu cevapların verileceğini hiç sanmıyorum. Birey olarak herkes bu soruyu önce kendisine sormalıdır… 

Ne zaman ki bu sorunun yanıtını olumlu yanıtlarsak; o zaman Kur’an’ın yazdıklarını yüreğimizde hisseder, beynimizde değerlendirir, beyazlara dökülmüş harflerin dansıyla yüreklere ses veren cümleler halinde ürüne dönüştürürüz; yetmez, bu bilgiyle beynimizde insanlık için nasıl yararlı işler yapacağımızı düşünmüş oluruz...

Düşünmeyen beyne siz ne kadar bilgi yüklerseniz yükleyin anlamı olmaz. Sadece kopyalama yapmış olursunuz. Kopyalanan bilgiler ise beyne yük olur, beyin taş taşıyormuş gibi olur. Beyin düşünmedikçe kopyaladığı bilgiler taş olur, ağır ve yararsız kalır.

Biat kültürünün esiri olmuş toplumlar, tembel beyinli toplumlar da bireyler de şu kanı yaygındır; ‘O benim yerime düşünüyor’ ya da ‘büyüklerimiz iyisini bilir.’ Başkalarının kendileri yerine düşündüğü algısı onları düşünmekten alıkoyar. Hatta kendisine hacet olmadığı fikri yaygınlaşır… Böylece kullanılmayan, beyin tembeli, düşünme fukarası bir toplum oluşur...

Ne bildiğini ne de ne bilmediğini bilmeyen ama çok da bilgiç geçinen cahillerin yaygın olarak toplumda itibar gördüğü bu dönemde, doğruyu bilip söylemek adeta suç mertebesinde yergi görmeye başlar. Bu durum ise bizleri felakete doğru sürüklemektedir.

Yazık ki toplum ilk emir olan ‘Oku’ emrini unutmuştur. Okumadığı için de düşünemez olmuştur. Sorgulayamaz olmuş, biat kültürünün bir parçası olmuştur. Böylesi toplumlar sanat ve bilimde ilerleyemez, diğer toplumların kölesi olur, kuklası olur. 

Peki böylesi boş beyinler kitap okusa ne olur, Kur’an okusa ne olur? Okursa da küfür okur, beddua okur, yalan okur. En başarılı okuma sanatı ise, yalanla-dolanla, hile-hurda ile milletten onay alıp milletin canına okumak haline gelir.

Ne zamana kadar mı?

Kimse bilmiyor. Ama belki “Yaratan’ın ilk emrini yerine getiriyor muyuz?” sorusuna verilecek yanıtlara göre değişir birşeyler… Bakacağız…


Arzu Kök