15 Temmuz 2020 Çarşamba

Fatih Sultan Mehmet'in Bedduası... - Arzu KÖK


Fatih Sultan Mehmet'in Bedduası...

AYASOFYA sanat tarihçilerinin deyimiyle ne ortaçağ Hıristiyan sanatına ne de Batı Avrupa’daki Romanesk, Gotik-ojival mimari tarzına giren bir eserdir. Bir kere teknik bakımdan Ayasofya kendisinden sonraki asırların kadar geçemediği bir mükemmelliği ifade eder. Mimarları Trallesli (Aydın) Anthemius ve Miletoslu İsidoros olarak bilinir. Son başarılı restorasyon istinat sistemini icat eden Mimar Sinan’ın işidir. 


Ayasofya 1453 Mayıs’ında camiye çevrildi. Dokuz asır boyu Hıristiyanlığa hizmet eden ve fakat hem Hıristiyan hem de Müslüman dünyanın ihtişamına göz diktiği, buna rağmen bir eşini yapamadığı bu yapı bundan sonra beş asır boyu cami olarak hayatına devam etti. Osmanlı sanatının en güzel çinili üç türbesi, kütüphanesi, medresesi bu yeni caminin ilaveleridir. Burası, bütün İslam dünyasının hayallerini kurduğu bir ibadethane olarak bilinir. Ayasofya’nın hutbesi ayrı bir ritüele tabi kılınmıştır. Hatipler, imamlar, müezzinler ve görevlilerin Fatih vakfiyesine göre ayrı bir geliri varmış.

Ayasofya 3 Kasım 1934’te, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığındaki vekiller heyeti kararıyla müzeye çevrildi. İslam hattının harikası sayılan, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin levhaları, büyüklükleri dolayısıyla dışarı çıkarılmadı. Ayasofya, eklektik bir eser olarak ziyarete açıldı.

Ayasofya artık yeniden cami olarak kabul edildi. Cumhurbaşkanı çıkarak onu müze yapan Atatürk’ün Fatih’in bedduasını aldığını, müzeye çevrilmesinin yanlışlığını dile getirdi. Ancak tarihçi Murat Bardakçı böyle bir bedduanın olmadığını söylüyor;

“Fatih, güyâ, Ayasofya için hazırlattığı vakfiyesinde “Benim cami haline getirdiğim bu mekânı kim camilikten çıkartırsa, o kişinin üzerine Allah her türlü lâneti yağdırsın” demişti... Fatih‘in meşhur Ayasofya Vakfiyesi, 1940’lı senelerde hem tıpkıbasım, hem de yeni harflere çevrilmiş şekliyle kitap halinde yayınlanmıştı. “Vakfiyenin hiçbir yerinde Fatih’e ait böyle bir ifade geçmez, üstelik vakfiye zaten bu maksatla hazırlanmamıştır.” dedik. Ama inanan kim? Birilerinin ortaya attığı o palavra hâşâ Allah kelâmı, işin doğrusuna inanmamak da farz idi! Türk istikbâlinin evlâdının günümüzdeki bilgi seviyesi ve anlayışı maalesef işte böyle... “

Durum böyle iken hâlâ dillendiriliyor olması ne acı.

Ancak Fatih’in gerçek bir bedduası var. Ord. Prof. Süheyl Ünver’in hazırladığı ‘İstanbul Risaleleri’ başlıklı eserinde geçer. O kısmı aynen paylaşıyorum:

“Fatih Sultan Mehmet bir çağ kapatıp bir çağ açan Osmanlı tarihinin en önemli padişahıdır.
Görkemli ve büyük bir savaş sonucu fethettiği İstanbul içerisinde alayı ile gezintiye çıkan Fatih, Ayasofya önlerine geldiğinde derinlerden bir inilti sesi duyar...
Yanındakilere talimat vererek derhal bu sesin sahibini bulunup huzuruna getirilmesini emreder...
Sesin sahibi bulunur ve Fatih'in huzuruna çıkartılır.
Saçı sakalı birbirine karışmış, pejmürde halde bir keşiş Aminas zindandan çıkarılarak getirilmiştir...
Fatih keşişe sorar; "Niçin hapsedildiniz?''
Keşiş,
“Kuşatma hazırlıkları sırasında Bizans imparatoru Konstantin beni çağırıp;
''İstanbul'u Türklerin alıp alamayacağını söylemem için remil atmamı söyledi... Remilde İstanbul'un Türklerin eline geçeceğini söylemem üzerine Konstantin kızarak beni zindana attırdı” der...
Bunun üzerine Fatih; İstanbul'un Türklerin elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil atmasını ve doğruyu söylerse mükafatlandıracağını söyler.
Keşiş remil atar ve şöyle der;
''İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak, ancak öyle bir zaman gelecek ki elinizdeki emlâk ve arazi satılacak bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak...''
Bu sözler üzerine Fatih ellerini havaya kaldırarak;
''Fethettiğim yerleri ecnebilere satanlar ''Allah'ın gazabına uğrasınlar...'' der.”

Son yıllarda özellikle İstanbul da toprak satışlarının hız kazanması bize “O keşiş acaba haklı mı?” sorusunu sorduruyor. Şimdi şunu söylemek gerekiyor: Ceddine gerçekten bağlı olup onun beddualarına mazhar olmamak için çalıştığını söyleyenlerin bu bedduadan haberleri yok mu? Varsa da acaba satışları durdurabilecekler mi ya da bir daha yabancılara satış izni verecekler mi?

İstanbul bir gün bu satışlar yüzünden Türklerin elinden giderse Fatih’in bedduası işlemeyecek mi?

 Arzu KÖK


4 Temmuz 2020 Cumartesi

Cehaletin Sesi Aklı Susturuyor - Arzu KÖK


Cehaletin Sesi Aklı Susturuyor

Ekonomik dengesizlikler, ölçüsüzlükler, savurganlıklar, üretim, tüketim ve paylaşımdaki adaletsizlikler, işsizlik, açlık vb gibi iktisadi sefaleti belirgin hale getiren gerçekler…
Eğitim sefaletini açıkça ortaya koyan kültür ve kavram kargaşası, sanat hayatını yozlaştıran sapıklıklar, basitlikler, öğretim ve öğrenim alanındaki eğitim yetersizlikleri, öğretmen ve öğretim kademelerindeki kalite düşüklükleri, inançlar, hurafeler ve pozitif bilim kavramları arasındaki karışık ve karmaşık manzara…

Hukuksal düzeni alt-üst eden adaletsizlikler, kalite kayıpları, adaletin, çabuk, ucuz ve hakça dağıtılmasını engelleyen etkenler…Genel sağlık açısından denetimsizlik, kontrolsüzlük, ilgisizlik, pislik, hastane ve hekim yetersizliği ve bu alanlarda da kalite problemleri, ilaçsızlık sorunları….

Çevre konusundaki duyarsızlıklar, başıbozukluklar…

Genel asayiş, trafik, turizm, şehirleşme, köyleşme, bayındırlık, ulaşım ve iletişim alanlarında bilim ve teknoloji kavramlarından uzak, yolsuzluk, hırsızlık, çıkarcılık ve umursamazlıktan da kaynaklanan perişanlık…

Tam da bu ortamlara uygun, bu ortamların ve bu gerçeklerin ürünü olarak ortaya çıkan, sadece iki sözcükle ifade edilebilecek olan “medya rezaleti”

Ve de bütün bu hakikatlerin, bu koşulların sonucu olarak meydana çıkan politika hayatı; politikacılar, politik kurumlar… Az gelişmiş bir toplum tablosunun bütün belirtileri toplumun bireylerinde gözlemlenebilir. “Aydın kişi’nin acısı” işte bu noktada başlamaktadır. Böyle bir toplumda, acıyı hisseden aydın kişiler ise ne yazıktır ki azınlıktadır.

Çaresizdirler, korkaktırlar, suskundurlar. Çünkü böyle bir toplum, korkunçtur. Zira paranın gücü egemendir ve bu egemenlik, çareler üretilmesini önler. Cehaletin gürültüsü, aklı susturur. Böyle bir toplumda, her alanda büyük paralara hükmedenlerin güçleri, küstahlıkları, terbiyesizlikleri, “aklın saltanatı”nı tehdit etmektedir. 

Korkutmaktadır, üstüne yürümektedir, ezmektedir. “Toplumsal akıl”ın harekete geçmemesi için “bireysel akıl” sahipleri bütün alanların dışına itilmektedir. Zavallı toplumu, kendi çıkarları için kullanmak isteyenlerin rahatlıkları ve huzuru, “akıl”dan değil “kurnazlık’ tan kaynaklanmakta, oradan beslenmektedir. Bu gerçekleri gören” akıllı aydın” da bu toplumun bireyi olduğu için acılıdır. Toplumun sefaleti onun yüz çizgilerine yansımıştır; O bir eğitimcidir, bir hekimdir, bir ekonomisttir, bir sanatçıdır, bir çevrecidir, bir mühendistir, bir teknisyendir ve – sayıları çok azalmış olan cinsten- bir politikacıdır, bir yazardır. Genelde, bunlar, kendi alanlarındaki çoğunlukların içinde de azınlıkta olanlardır.

Hasta toplumu sağlıklı toplum, aktif toplum, ilerici toplum, kültürlü toplum haline getirecek olanlar işte onlar, o acılı aydınlardır.  Bilimin, kültürün, sanatın, tekniğin, politikanın asîl ve suskun idealistleri ise izlemeye devam ediyor. Bakalım daha ne kadar sürecek bu durum?...

                                                                                                           Arzu KÖK