23 Nisan 2020 Perşembe

Ders Alacak mıyız? - Arzu KÖK


Ders Alacak mıyız?

Her çocuk bir devrimcidir özünde. Doğanın yasaları onunla tazelenir ve olgun insanların onlara karşı yüreği ahlak, önyargılar, hesaplar, pis çıkarlar gibi engelleri ayaklar altına alır. Çocuk dünyanın başlangıcı ve sonudur; hayatı yalnız o anlar; çünkü ayak uydurur hayata. Bu nedenledir ki devrimler ancak çocukluğun saflığıyla yapıldığında iyi günler gelecektir. Çünkü insan, çocukluktan çıktı mı canavar kesilir, ikiyüzlülüklerle başka bir kalıba girerek inkâr eder hayatı.

İnsanların çoğunluğu çocukluğunu dayak yiyerek, yoksullukla mücadele ederek, kanunların yükselttiği o ömür törpüsü kalelerde geçirirken, hayat temellerinin sağlam atılmasını nasıl beklersiniz ki? Yeryüzünün haydutlar, katiller, dolandırıcılar, tembeller ve düzen düşmanlarıyla dolu olmasında şaşılacak ne var, sizler doğa yasalarına uymadıktan sonra.

Sizler kanunlar yapmışsınız, akademiler kurmuş, ahlak kürsüleri tesis etmişsiniz, günde beş defa okunan ezan ile merhameti öğretmeye çalışan camileriniz var, ama bilemezsiniz bir çocuğun göğsü içinde neler kaynaştığını, güzel olabilecekken sakat bıraktığınız bu hayat hakkında da bir bilginiz yok, olamaz da. Sonra da şaşırıyorsunuz kundaktaki o masum bebekler nasıl birer katil, suçlu oldu diye.

İnsanlık binlerce yıldır yaradılışın kendisine anlattıklarından bir ders almasını bilmiş midir? Hayır… İşte bu yüzden bugün, hiçbir sosyal topluluk hayatı anlamıyor, hiçbir yasa onu koruyamıyor, ahmaklık ve keyfilik her zamankinden fazla hükmünü yürütüyor. Kirlendi dünya.

Bir çocuk ise tüm safiyane duygularıyla;

“Gezegenleri birbirine vurarak
Temizlemek istiyorum dünyayı
Kirinden ve pasından
Ama yooo… Hayır…
Ya bulaşırsa oradakilere bizim kirimiz”

diyerek ders veriyor bizlere adeta.

Ders alacak mıyız?


Arzu KÖK

20 Nisan 2020 Pazartesi

100. Yıl…- Arzu KÖK


100. Yıl…

Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında; “Anadolu'da yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan 1920 günü atıldı.” der.

Mustafa Kemal Atatürk, milli mücadelenin o zor, o imkânsız günlerinde, İstiklal Savaşı'ndan önce Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni kurmuş ve o ulvi güçten aldığı yetkiyle Kurtuluş Savaşı'nı gerçekleştirmiştir. Dünya devrim tarihinde bir devrimcinin gücünü Milli Meclisi'nden aldığı pek görülmüş değildir. Aksine pek çok lider bundan kaçarken o, ısrarla meclisten yana olmuştur.

İstiklal Savaşı'nın bütün aşamalarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden aldığı güçle hayata geçiren önderimiz olanaksızı olanaklı kılarken, en büyük desteği milletvekillerinin iradelerinden almıştır.

Yine Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabında der ki; “Gün gelir, Meclis kavgalarından usananlar, ‘Canım efendim bu Meclis de nedir? İzin veriniz, dağıtalım.’ gibi tekliflerde bulunan dar kafalı gayretkeşlerden de ürpererek uzak durur. Mustafa Kemal, meclissiz yaşamayı aklı almayan bir yirminci asır lideridir. Söyler, inandırır, zora getirir, susturur fakat meclissiz yapamaz.”

23 Nisan 1920 günü, güneşli bir öğle sonrası Millet Meclisi'nin önünde dualar okunup, tekbirler getirildikten, kurbanlar kesildikten sonra Mustafa Kemal Paşa, Meclis binasının iki, üç basamaklı merdivenini çıkarak, kırmızı-beyaz kurdeleler bağlanmış olan kapıda eline verilen makasla kurdeleleri keser. Sıra Meclisin açılışına geldiğinde içerde 115 milletvekili vardır. En yaşlı üye olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey kürsüye çıkar ve yaptığı kısa konuşmada İstanbul’un işgal edildiğini, hilafet ve saltanat makamının esir olduğunu belirterek Meclis'i açar. Arkasında Arapça "İşlerinizde meşveret ediniz" yazısı vardır. Zaman gelecek bu levhanın yerini Türkçe bir levha alacaktır: "Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir..."

Açılan Meclis o gün, ilk toplantısını yapar ve dağılır. Ertesi gün ikinci oturumunu gerçekleştirir. Ve Mustafa Kemal Paşa mevcudun oy birliğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına seçilir. Tarih 24 Nisan 1920'dir. Ve Mustafa Kemal Paşa 39 yaşındadır.

İşte bu kahraman Meclis bugün yüzüncü şeref yaşındadır.

Vatan savunmasında, pek çoğumuzun ailesinde şehitler söz konusudur.  Bunların hiçbirinin ne mezarı belli ne de nerede şehit edildikleri, ya da esir olduklarına dair bir bilgi vardır… Çünkü o zamanlar "seferbelliğe gitti geri gelmedi" diyerek unutulmuş bu kahramanlar da tıpkı binlercesi gibi, işin özü ve özeti bu...

O dönemlerde de bazı hainler olmuş, Atatürk’ün yoluna taş koymak isteyenler olmuştur ama asla pes etmemiştir. Mücadele etmiş ve bu vatanı bizlere eksiksiz emanet etmiştir. Evet çok sıkıntı yaşanmıştır an başlarda ama bu sıkıntılara rağmen hiçbir vatandaş, hiçbir zaman devletine karşı gelmemiş, devletine küsmemiş, bayrağına, vatanına, milletine ihanet etmemiştir. Şimdi yüzüncü yılda var olan duruma bir bakın.

Acı bir gerçeği itiraf etmeliyim ki, yazık ki benim ülkemde artık çok fazla "hain" yetişiyor... Dünyanın hiçbir ülkesinde hem vatanın özgünlüğünde yaşayıp, hem onun ekmeğini yiyip, hem de vatanına ihanet edenlerin örneği yok dünyada… Bu sadece ve sadece Türkiye Cumhuriyeti Devletinde oluyor...

Her şey gözler önündeyken yine de ortalıkta bir sessizlik var... Bir ölüm sessizliği sanki... Milletin çoğu hâlâ "tepkisiz" ve sanki suskunluğu şiar edinmiş... Büyük çoğunluk sabırla sınavda... Bu sabrın sonu selamet mi, ihanet mi olur, bilinmez; temennim ihanetsizlikle son bulmasıdır! İhanet, korkunç sonuçlar doğuracaktır, zira bahis konu olan vatandır, bayraktır, milletin birliğidir... Vatan yoksa, bayrak yoksa; namus da, ezan da, hürriyet de, din de olmaz!... Bunu anlamayanlar var hâlâ ne yazık ki...

Sen ey vatandaşım, sen sanki bir "sansür etkisi" gibi çalışıyorsun; sessiz ve tepkisizsin; bu hal nereye kadar ve ne zamana kadar devam edecek!... Hem ağlıyorsun hem şikâyet ediyorsun, sonra dönüp "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye bağırıyorsun...

Devletin varlığı ve gücü ne yazık ki işlemez hale gelmiştir!.. Devletin kurumlarına set çekilmiş, "emir kulu" haline getirilmiş... Bunlara hiç sesin çıkmıyor... İlla ki süngünün ucunun sana dayanmasını mı istiyorsun, anlamıyorum!.. Gün gelip de senin kapına silahlı teröristler dayandığında; "haydi çık buradan, bundan sonra ben oturacağım!" dediğinde mi sesin çıkacak?

Daha ne kadar sabırla ve hazımla suskun olacaksın, ne kadar tepkisiz kalacaksın, daha ne kadar "ya sabır" diyeceksin?

Türk Tarihini sildikleri zaman mı?

Atatürk'ün anıtlarını yıktıkları zaman mı?

"Ne Mutlu Türk'üm" diyeni tutukladıkları zaman mı?

Türk'ü, Türk Devleti'nin kapısından kovdukları zaman mı?

Türk bayrağını değiştirdikleri zaman mı?

Egemenliğin elinden alındığı zaman mı uyanacaksın?

Söyle, ne zaman?...

Unutma ki; bu devleti sen kurdun, bu devlet senindir... Bu vatan senindir, onun uğruna şehit verdin... Bu bayrak senindir, kanını emdirdin... Bu ülkenin üstü de altı da senindir, emek verdin, alın teri akıttın... Bu vatan sana mirastır, emanettir; şehitlerden, atandan...

100. yıldayız… Sadece anımsatmak istedim… Belki…

                                                                             Arzu KÖK

14 Nisan 2020 Salı

Çölde Oluşturulan Vahalar - Arzu KÖK


Çölde Oluşturulan Vahalar

1940’lı yılların başı, Hitler neredeyse tüm Avrupa’yı kapsayan cephelerde savaşıyor. Türkiye’nin de savaşa girme ihtimalinden söz ediliyor. Halk gıda ve diğer ihtiyaçlarını ‘vesika’ yardımı ile karşılayabiliyor. Milli gelir büyük oranda azalmış durumda.

İşte bu durumdaki Türkiye’nin koşullarında bile, gelecek nesillerin yetiştirilmesi projesine öncelik verilmiş. Zira Atatürk ülkeyi Türk Gençliğine emanet etmişti ve iyi yetiştirilmeleri gerekiyordu. Bu amaçla da 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Kanunu kabul edilmiştir. Tam 80 yıl önce. İki yıl sonra da sistem, organizasyon ve yöntemlerinin ne olacağı hususunda bir kanun çıkarılmıştır. Ancak bu kanun alışılagelenden farklıdır. Çünkü bu kanun bir yatırım projesine, hatta ve hatta bir fizibilite raporuna benzemektedir.

1940’lı yıllarda ülkedeki okuma-yazma oranı %20 civarında. Tarımda saban dışında alet kullananların sayısı parmak sayısını geçmiyor. Suni gübrenin adı bile duyulmamış. İşte bu durumdaki köylere, şehre tayini çıksın diye yanıp tutuşmayan, çevrenin zanaat imkânlarının gelişmesine katkı koyabilecek, tarımdan anlayan öğretmenler yetiştirmek amacıyla kuruldu Köy Enstitüleri.

Beş yılda 30.000’e yakın öğrenci ile 21 tane Köy Enstitüsü kurulmuş. 1940’lı yılların başındaki öğretmen sayısı bu enstitüler sayesinde iki katından fazla bir seviyeye ulaşmış. Öğretmen sayısındaki artış oranı %55.

Bu enstitüler sayesinde köylerde yaşam standardı artmış, tarım daha bilinçli bir şekilde yapılagelir olmuştur. Enstitülerden mezun olan her öğrencinin çantasında bir köyde halka hizmet için gerekecek her türlü alet-edevat mevcut bulunmaktaymış. Çekiç, çivi, orak, testere, ilkyardım çantası…v.b… Ancak 1952’li yıllara gelindiğinde Demokrat Parti,  dış mihrakların da kışkırtmasıyla  bu gençlerin çantalarında bulunan orak-çekiç ikilisini komünizm’i yayma çabası olarak algıladılar. Ve yazıktır ki bunun sonucu olarak tüm Köy Enstitü’lerini kapattılar. Hatta Köy Enstitüleri’nin kurucularından olan Hasan Ali Yücel ‘komünist’ olduğu gerekçesiyle yargılamışlardır.

Oysa Köy Enstitüleri bir çölü vaha oluşturarak kurtarma projesinden başka bir şey değildi. Açık oldukları sürece de birçok vaha oluşturabilmeyi başarmış mükemmel bir projeydi. Ancak bu kadar başarı ve iyi yetişmiş bir nesil bazı çevrelerin işine gelmedi. Kapatıldılar tek tek. Oysa geleceğe yapılmış en büyük yatırımlardan bir tanesiydi.

O günlerin ardından eğitim sistemimizin geldiği durum ortadadır. Tamamı ile ezberci bir eğitim sistemi. Zorunlu olarak ve ücretsizce devlet tarafından verilmesi gereken ancak özelleştirmeye çalışılan bir eğitim sistemi. Özel okul sayısındaki artış ve devlet okulundan çok dershane bulunması da bunun en güzel kanıtıdır.

Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri projesi ile devlet adamlığını bir idealde birleştirmenin örneği olmuşlardır. İnsanları güncel hayata bağlayan siyasal hayatın içindeki yöneticilerimizin özenmesi gereken bir durumdur bu. Ama hiç oralı olmamışlardır.

Yaratıcılık ve hayal gücü günümüzde halkı aldatmak için bin türlü yalan söylemek anlamına gelen ‘vizyon’ olarak niteleniyor. Şimdi soruyorum: Köy Enstitüleri’nin bin hatası olsa da (ki yok), bugünün ‘vizyon’ una değişmez misiniz?

 Arzu KÖK

10 Nisan 2020 Cuma

Corona ve Doğa - Arzu KÖK


Corona ve Doğa

Geçen yıl dikkat ederseniz çok fazla yangın olayı ile karşılaştı dünya. California yangını, Yunanistan yangını, Amazon yağmur ormanlarının, Kaz Dağları'nın ve dünyanın neredeyse üçte biri yandı. Hemen ardından da Avustralya'da 4 ay boyunca söndürülemeyen yangınlar geldi…  

Hepimizin bildiği gibi ağaçlar havadaki karbondioksiti emer ve oksijen üretirler, köklerinden dallarına kadar tıpkı nöral ağlar gibi birbirleriyle iletişim halindedirler ve insanın biyolojik formuna uyumlu geniş kapsamlı elektromanyetik sinyaller yayarlar, insan sağlığına yararlı bu emisyonlar nedeniyle ağaçlarla çevrili doğal bölgelerde yaşayan insanlar, beslenme alışkanlıklarına dikkat ettikleri taktirde  uzun yıllar sağlıklı bir şekilde yaşarlar... Görüldüğü gibi dünyamızı saran bu virüsün aslında en büyük ilacı ormanlar, su ve kısacası doğa idi…  Ama hem ülkemizde hem de dünyada doğa el birliği ile katledildi.

Peki bu durumdan birileri ders aldı mı derseniz, hayır. Bu salgın başladığından beri binlerce ağaç katline sebep olacak, su havzalarımızın yok olmasına sebep olacak amacı rant olan girişimlerin önü açılmaya başlandı. En son CHP Doğa Hakları Genel Başkan Yardımcılığı, 2020 Mart ayı doğa hakları ihlali raporunu gördüm. Raporda koronavirüs salgının doğanın talanını durdurmadığı dile getirilirken, iktidarın ve şirketlerin krizi fırsata çevirmeye çalıştığı dile getiriliyordu. Ki zaten gözlemliyorduk bunları küçük haberler ile ama maddeleri görünce açıkçası çok üzüldüm. İşte o maddeler:

-         - Çanakkale Kumarlar köyünde baraj inşa etmek isteyen Doğu Biga Madencilik isimli şirket, köylülere mera alanlarını boşaltmaları için baskı yaptığı iddia ediliyor.
-          -Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın memleketi Rize Güneysu Gürgen köyünde halkın tepkisine rağmen HES projesini yürüten şirket, koronavirüs gündemini fırsat bilerek çalışmalarını hızlandırdı.
-          Artvin’deki maden ve HES çalışmaları devam ediyor. Cengiz Holding’e ait Eti Bakır’ın işlettiği Artvin -Cerattepe ve Murgul’daki maden sahalarında faaliyete ara verilmedi. Artvin Yusufeli’nde ise, ilçe halkının itiraz ettiği HES projesiyle ilgili çalışmalara başlanıldı.

-       -   Bursa’nın Yenişehir ilçesi Kirazlıyayla mevkiinde faaliyet gösteren Lübnanlı maden şirketi, koronavirüs salgını dolayısıyla insanların evde kalmasını fırsat bilerek kapasite artırımı için ağaç kesimi yaptı. Ağaç kesimine bölgede bulunan köylüler karşı çıktı.
-    -      16 Mart’ta yayınlanan yönetmelik değişikliği ile koruma altındaki doğal alanların yapılaşmaya ve yüksek yoğunluklu faaliyetlere açılması maksadı taşıyor.
-    -      Çıtlık ve Gökova Ahalisi, korona önlemleri nedeniyle yurttaşların evlerine kapanmalarını fırsat olarak değerlendirilerek ormanda kesim işlemlerinin yapılmasını protesto etti.
-     -     EÜAŞ International ICC, İngiliz şirketi Rolls-Royce ile kompakt nükleer güç santrallerinin teknik, ekonomik ve hukuki uygulanabilirliği ile birlikte üretim imkânlarını değerlendirmek üzere bir mutabakat zaptı imzaladı.
-      -    Salda’da inşaata başlandı. Millet Bahçesi ihalesini alan firma, inşaat faaliyetlerine başladı.
-       -   Ulukışla’da tarlalarda siyanür sızıntısı var. Tepeköy’de, Gümüştaş isimli maden firmasına ait atık havuzundan sızan siyanür komşu taşınmazlarda yüzeye çıktı.
-       -   UNESCO tarafından dünya mirası kabul edilen Hevsel Bahçeleri, Diyarbakır Sur’ları ile Dicle Nehri arasındaki bir bölgede yer alıyor. Kültürel bir miras olan bu alan, millet bahçesine dönüştürülmek isteniyor.
-      -    Cumhurbaşkanı kararıyla, Adana’dan 9, Artvin’de 1, Bolu’da 3, Erzurum’da 7 bölge (toplamda 14 bin dönümlük alan) ‘yayla alanı’ olmaktan çıkarıldı.
-          Ilısu Barajının su toplaması sonucunda, 40 köyün bütünüyle sular altında kalırken, 60 köyde de evlerin ve tarım arazilerinin büyük bir bölümünün suya gömüldü.
-    -      Ankara’da çuvala konmuş 20 köpek ölü bulundu. Köpeklerden bazılarının patilerinde damar yolu açmak için kullanılan intraket olduğu belirlendi.
-     -     24 Mart günlü Resmi Gazetede, “Yer Altı Maden İşletmelerinde Meydan Gelen Maliyet Artışlarının Karşılanması Amacıyla Destek Verilmesine İlişkin Karar” yayımlandı. Bu karara göre, 12 Haziran 2019 ve 31 Aralık 2020 tarih aralığını kapsayan döneme ilişkin yeraltı maden işletmelerinde doğan zararların karşılanması amacıyla maden işleten kişilere ve çalışanlara destek verilecek.

-     -     Endüstriyel tarımda kullanılan pestisitler, başta anne karnındaki bebekler ve çocuklar olmak üzere, insan sağlığını tehdit ediyor.
-       -   Mersin’de doğayı kirleteceği iddiasıyla büyük tepkiye neden olmasına rağmen yapılmak istenen polipropilen tesisi için Toros Tarım AŞ’nin olduğu bölge Özel Endüstri Bölgesi ilan edildi.

Tüm bunların gerçekte yapılıyor olması dileğimizdir. Şimdi bir düşünün, belki de biz doğamızı gerçek anlamda korumuş olsaydık bu kadar çok etkilenmeyecektik bu salgından. Belki de böyle bir salgın olmayacaktı. Durum böyle olunca da insanın aklına bu doğa katliamları kasti mi yapılıyor diye bir soru takılıyor. Umarız öyle değildir.

Örneğin bakın, coranavirüs nedeni ile yaşamın neredeyse durduğu dünyanın 196 ülkesinde uygulanan karantinalar, fabrika kapasitelerinin azaltılması, trafiğin en aza indirilmesi bile doğa üzerindeki yıkıcı eylemleri gözler önüne serdi. Turistik Venedik'in kanallarındaki su adeta temizlenirken(artık  balıklar bile var kanalda), Çin ve İtalya'da hava kalitesi arttı. İstanbul'da da hava kirliliğinin yüzde 30 azaldı.

Durum bu kadar açıkken doğa katliamına artık dur denilmeli hatta doğanın korunması amacı ile ciddi önlemler alınmalıdır:

-     -     Öncelikle ilerde ısrarla söylenilen su kıtlığı probleminin önüne geçmek için (Unutulmamalıdır son yıllarda kuruyan göllerimiz azımsanmayacak ölçüdedir) acil tedbirler alınmalıdır.
-      -    Gölleri besleyen dereler, çaylar üzerine kurulan baraj, gölet, set projeleri ve regülatörlerle göller baraja dönüştürülmemelidir.
-     -     Drenaj alanları kanalıyla pestisit, kanalizasyon atıkları, sanayi atıklarının göllere ulaşımı mutlaka engellenmelidir.
-     -     Kaçak avcılık, kamış ve saz kesimi, yakımı, toplanması ve çeşitli nedenlerle bu yerlerde arazi açılması, otlatma, yol yapımı gibi etkinliklere izin verilmemelidir.
-      -    Termik santral yapımları ve maden arama çalışmaları hemen durdurulmalıdır.
-      -    Ağaç katliamlarına son verilmeli hatta yeni orman alanları oluşturulmalıdır.
-       -   Tarım alanlarımız işlevli hale getirilip ülkemizin ve belki de dünyanın ihtiyaçlarını karşılar duruma getirilmelidir.
-        -  

Bu ülkenin ranta değil, doğaya ihtiyacı var. Zira doğa yoksa insan da yoktur. O nedenle doğaya zarar verecek her türlü işlem iptal edilmeli, yenileri de asla ama asla yapılmalıdır. Bu dönemde doğaya daha da önem verilmeli, diğer yatırımlar yerine tarım ön plana alınmalı, kıtlığın eşiğine gelecek dünyanın tek çıkış kapısı olma yoluna gitmeliyiz.

Eğer dünyanın en güçlü devleti olunmak isteniyorsa tek yolunun doğaya sahip çıkmak olduğunu görmek gerekmektedir. Aksi halde bu bizim sonumuz olacaktır. Ve bu toprakların bitme noktasına getirilmesi dünyanın da sonu olacaktır. Zira dünyadaki yaşamın başladığı bu topraklar yiterse dünya da yiter. Ona sahip çıkın…


Arzu KÖK

3 Nisan 2020 Cuma

Vicdan!... - Arzu KÖK


Vicdan!...



Vicdanlar sevgisiz, kör, sağır  kalmış/bırakılmış ülkemizde. Öyle bir hale geldik ki Can Yücel’in bir şiirinde dediği gibi; “Neredeyse ışığa inanmaz olacaktık/ Öyle büyüyordu ki içimizdeki karanlık”

Yaşadığımız çağ, güzel elbiselerin, güzel ayakkabıların ve güzel arabaların çağı... Yani maddeyi öylesine güzel çoğaltanların çağındayız… Sanatı, kitapları bile bu güzellik tutkusuna alet ettiler. Artık cümlelerini pazarlayan yazarlar, çizgilerini pazarlayan ressamlar, ezgisini pazarlayan ozanlar çağındayız. Artık kimse görmek istemiyor bu güzel ülkenin neden bu halde olduğunu.

Peki ne için bu alışveriş? Topraktan alıp ruhlarımıza taşıdığımız erozyonun nedeni ne? Var mı bir anlayabilen? Aslında tüm bunların sorumlusu insan!... İyiye, güzele kanat açan da içinde her türlü kötülüğü besleyip büyüten de insan. İnsanlarımız yazık ki ten kafesinden çıkamamanın sancılarını yaşıyor. Bu nedenle de aklını, yüreğini işgal etmiş bir benliğin esiri olmuş birçoğu. Her gün insanlarımız ölüyor, hapishanelerde yaşam savaşı veriyor gerçek aydınlarımız, ‘adalet’, ‘vicdan’ kavramları anlamını yitirmiş, ama ses yok kimsede… Aslında şu an en çok kendine ağlamalı insan, kendine…

“Toplumu her türlü ayırım modelini kullanarak ayrıştıran, düşman eden, nefret duygularını keskinleştirenleri nasıl bilirsiniz?” diye sorsam birçok kişi çıkıp 'çok iyi' demez, tıpkı musalla taşında mevtaya kerhen de olsa ya da adet üzerine de olsa!...

Ayrıştırmadan, benliklerimizi kin ve nefret duygusuyla beslenmiş egoların oluşturduğu çemberin içinden çıkmanın yolunu aramayıp; tıpkı suya düşenin yılana sarıldığı gibi bugün de politikacının yalanına sarılıyor insanlarımız… Bugün toplum bu yanlış tabloyla iç içe yaşıyor ne yazık ki.

'Ben'i, benleri törpüleyemediğimiz, yontamadığımız için 'bizim' diyemediğimiz için işler yumaklaşıyor. Birlik ve bütünlük ardiyeye alınıyor, birliğe ikna edilmediğimiz, çaba gösterip etmediğimiz için düşmanlıklar keskinleşiyor, toplum kamplaşıyor. Kardeşlik ve barış söylemlerine destek veren türküler bile sadece kulağa hoş gelen 'ezgi' olarak kalıyor. Oysa vicdan hakeminin egemen olamadığı kısır döngülerin işgaline uğramış bir ruh;ne edebiyattan, ne şiirden, ne sanattan, ne de milli ve manevi değerlerden nasiplenir. Durum böyle olunca da bu değerlerden fakir bir ruh halimizle yaşar gideriz.

Unutulmamalıdır ki sevgiden yoksun, ruhu kin ve nefretle yoğrulmuş insanların vicdan hakemi tamamen kara delik gibidir. Vicdanı körelmiş, kararmış yürekleri ve sulanmış beyinleri aracılığıyla etkin olduğunu sananlar, Türk halkına felaketten başka bir şey vermiyorlar/veremezler.

Son günlerde bütün dünya ülkeleri ve ülkemiz Corona Virüsü ile mücadele ediyor. Bu adı konulmamış bir savaştır. Ve hepimiz biliriz ki tüm savaşlar üç ordu yaratır. 1- Yas tutanlar ordusu, 2- Sakatlar ordusu (Bu savaşta bu ordunun adı Aç insanlar ordusu olacak), 3- Hırsızlar ordusu. Ancak bu savaş öyle bir savaş ki bir ordu daha çıkaracak gibi görünüyor: Uyanmış Millet Ordusu…

İşte bu ordu oluştuğunda birileri kaçacak delik arayacak.

Şimdilik Sinoplu Diyojen’in feneri görülüyor ama ışık görünmüyor. O halde bütün gücümüzle gözlerimizi ve sözlerimizi karanlığa dikmekten, o karanlığın karşında diklenmekten başka bir seçenek yok... Hani ne diyordu şair: "Çocuklar inanın inanın çocuklar/Güzel günler göreceğiz güneşli günler/Motorları maviliklere süreceğiz”

Görünen o ki vicdanlı muhaliflerden bir gökkuşağı oluşturmadan da bu adaletsizlik ve vicdansızlıktan kurtulmanın yolu yok gibi görünüyor…

Arzu KÖK