23 Nisan 2018 Pazartesi

Çocuklar Ölmesin!... - Arzu KÖK

Çocuklar Ölmesin!...

İnsanlık kavramının bile yitirildiği günümüzde, bu cümle adeta ruhsuz vitrin mankenleri haline gelindiğinin bir göstergesi değil midir? Açıkçası böyle bir cümleyi yazmaktan utanıyorum ben... Çünkü çocuklarını geleceği olarak gören ve hatta onlara bayram armağan edilmiş bir ülkede bu sözcüklerin yeri asla ve asla olmamalı… Ama ne yazık ki öyle bir çağda yaşar hale geldik ki “Çocuklar ölmesin” diye bir cümle kurabilecek kadar alçalmış durumdayız. 

 Ufacık yürekleri var onların… Minicik elleri var… Bir de yaşıyor olmak gibi bir suçları… Yazık ki tek suçları da bu…

Oysa onlar o minicik elleriyle hayata tutunmaya çalışamadan, ölüyor, öldürülüyorlar… Peki niçin? Para, güç… Diyecek söz bulmakta zorlanıyorum doğrusu… İçim acıyor…
Hep derler ya ‘herkesin kalbi yumruğu kadardır’ diye ya o çocukların kalpleri de elleri kadar minik… 

Lanet olasıca bir korku çağı yaşıyoruz… Çocukların gözlerinde artık sevgi yerine korku görüyorum… Onlar masum… Birilerinin çıkarları adına hunharca öldürülüyorlar… Elden ne gelir bilmiyorum açıkçası… Keşke onları koruyabilecek gücüm olsaydı… Ama çaresizim… 

Çürümüşlüğümüzün kanıtı... Dokunduğuna bulaşan bir zehir var içimizde ve temizlenmiyor, aksine yayıldıkça yayılıyor... Bütün ülkeye, şehirlere, köylere, kasabalara, iliklerimize kadar... 

Bir distopya örneği olarak okuduğumuz ve tüylerimizi diken diken eden 1984 kitabında, birileri 6 aylık bebeklerin kötü olduklarını ezberletiyor, en temel haklardan biri olan ölüsünü gömme hakkını bile elinden alan sistemi alkışlatıyordu. Yaşam hakkı mı? Ondan bahsetmek zaten suç!... Bir Kuzey Kore sunumunda dinlediğim gibi birileri ufukta kocaman duvarlar örüldüğünü ve herkesin bize düşman olduğunu ezberletiyor ve ufka baktığımızda olmayan duvarlar görmeye başlıyoruz… Görmezsek suç!...

Bu ülkede insanları diri diri otellerde yakanlar ceza almaz. 40-50 devlet memuru birleşip bir kız çocuğuna yıllar boyu tecavüz etse de ceza almaz. Onlarca çocuğa cinsel istismarda bulunanlar ceza almaz. Onlarca çocuk tarikat yurtlarında diri diri yanar, kimse ceza almaz. Bir madende yüzlerce insan can verir, kimse ceza almaz.  Trilyonları ceplerine atanlar ceza almaz ama bir ekmek çalan çocuk ceza alır. Ormanlar yakılır, yok edilir, ceza yerine ödül bile verilir. Sokaklarda yürürken, işten çıkıp evimize giderken patlayan bombalarla ölüyorduk, ceza alan yok. Ama içiniz çocukların ölmesini elvermeyip canlı yayında "çocuklar ölmesin" derseniz yandığınızın resmidir. Anında ocağınıza incir ağacı dikilir. 8 aylık bebeğinizle hapsi boylarsınız. 


Çocuklar ölüyor, çocuklar tecavüze uğrayıp hunharca öldürülüyor. Ölümsüz olan tek şey evladını yitirmiş anaların yürek acısı. Her hamilelikte çocuk mutlaka yaşatılmalı diyerek kürtajı yasakladılar ama yaşayan çocukları koruyamadılar yazık ki. Gerekli, gereksiz her olayda boş çığırtkanlık yapan sivil toplum örgütleri, daha soğumayan çocuk cesetlerini siyasi malzeme yapmaktan çekinmeyen ahlaksızlar ve üzüntüsünü acıklı birkaç süslü cümleyle sosyal medyada paylaşan halk... Susun artık susun... Yalan söylemeyin, riyakarlık etmeyin... İçinizde bir parça insanlık kaldıysa gerçekçi olun…

Yerlerde üzerine bastığınız ölen çocukların gerçek kanı. Önünüzden geçen tabutlarda, yapılan işkence sonucu morarmış, tecavüzün en ağır izlerini taşıyan minicik bedenler var. Yanık bedenler var… Toprak altında yer etmiş Mert, Caner, Berkin ve onlar gibi öldürülen tüm çocuklar var. Ölmüş bu çocuklar ölmüş, hala göremiyor musunuz? Unutmadan bir de ölen çocuk kimin, kimlerin çocuğu diye bakılıyor üzülmek için. Oysa çocukların sizin kavramlarınızdan haberi yok… Onların belki de çocuk olduklarından bile haberi yok. Yapmayın…

Bedenleri yatıyor gözlerimizin önünde… Daha ilkokul çağında… Oysa okula gitmeli bunlar, ders çalışmalı, oyunlar oynamalı, üzerlerini kirletmeli, yaptığı yaramazlık için annesinden azar işitmeli, müzik aleti çalmalı, barışı öğrenmeli, sevgiyi depolamalı, kandan ve nefretten uzak durmasını öğrenmeli… Ancak onlar yerde yatıyor… Resimlerini veya görüntülerini görürken bile içimiz acıyor…

Biz “Çocuklar ölmesin” dedikçe ne yazık ki çocuklara ölmenin ne kadar güzel bir şey olduğunu öğretiliyor… Şehit olmanın dünyanın en önemli şeyi olduğu kazınıyor çocukların kafalarına… Bundan ötesi, yani daha ileri öğretisi de canlı bomba meselesi!... Çocuk canlı bombalar var artık… 

Çocuklar, çocuklarımız ölüyor ve birileri sessiz kalıyor. “Çocuklar ölmesin” demek suç oluyor. 

Daha önce bir yazımda başımdan geçen bir olayı anlatmıştım ama burada yeniden aktarmak istiyorum:

“Bir gün işten çıkmış, yorgun bir halde, eve gidebilmek adına metroya bindim. Akşam saatiydi, iş çıkışı ve dershane öğrencilerinin dağılma saatiydi. Doğal olarak ayakta gitmek durumundaydım. Karşıda yaşı seksenin üzerinde olduğu belli olan bir bayan oturuyordu. Her haliyle aydın bir insan olduğu görünüyordu, etkilemişti beni. Oturuşu, duruşu, insanlara sevgiyle bakan gözleri… Elimde olmadan sıcak bir tebessüm eşliğinde başımla selam verdim, karşılık verdi hemen ardından. 

İlk durağa kadar sorunsuz gittikten sonra o durakta büyük olasılıkla 9-10 yaşlarında bir öğrenci bindi metroya. Ama kazağının bir kısmı pantolon içerisinde, bir kısmı dışarıda, montu neredeyse düşecek üzerinden ve son derece de bitkin, bezgin bir çocuk. Elinde kocaman ve ağır olduğu her halinden belli sırt çantasını yerde sürükleyerek bindi metroya. 

Az önce selam verdiğim, yaşı seksenin üzerinde olan bayan çocuğu yanına çağırdı ve “Sen çok yorulmuşsun evladım gel, otur buraya” diyerek yerini ona verdi. Ben dahil metrodaki herkes şaşkınlık içerisindeydi. Yanına yaklaştım ve bu yaptığının nedenini sordum. Aldığım yanıt muhteşemdi: “Bak canım, ben geldim gidiyorum. Bu çocuksa bizim geleceğimiz. Ben sadece gelecek önünde ayağa kalktım.” 

O bayan gerçek bir Atatürkçüydü bana göre. Zira Atatürk de geleceğin önünde ayağa kalmayı bilmişti. Atatürk 23 Nisan gününü çocuklara armağan ederken biliyordu onların değerini. Geleceği kuracak ve kurulan Cumhuriyeti yaşatacak olanlar onlardı çünkü. Çocuklar önemliydi. Onlar mutlu olmalı, iyi eğitim almalı, iyi bakılmalı, korunmalıydı. Ulu Önder bugünü onlara armağan ederek, vasiyet ediyordu bir anlamda “İyi bakın geleceğe” diye. Ama yerine getiremedik bu vasiyeti… 

Bu bayramda çocukların yüzlerine nasıl bakacaksınız bilmiyorum… Ben bakamayacağım… İlerde bir gün bizleri affederler mi onu da bilmiyorum... Sadece çok çok üzgünüm…

Arzu KÖK

17 Nisan 2018 Salı

Eğitim ve Köy Enstitüleri - Arzu KÖK

Eğitim ve Köy Enstitüleri

Anadolu’da nisan ayı kutsal bilinir. Nisan ayında toprak ürperir çünkü, umutlar sonradan savrulup gitse de. Hele 17 Nisan’da bir uğultu gelir toprağın derinlerinden. Masallardaki yeşil yaprak çıkar gibi olur yeryüzüne karanlık kuyulardan, kabaran sularla. “Yeşil yaprağı görünce korkmayacaksın” der masal: “Korktun mu taş kesilirsin.” 17 Nisan’da bir müjde şimşeği parlayıp söner; mutsuzlar mutlu düşler görür; toprak uğrunda ölen, üstünde çalışan yoksullara gülümser; yılanlar, çiyanlar, sülükler, keneler yoktur o gün görünürde. 

17 Nisan’da yer demir, gök bakır değildir henüz; Yaşar Kemal'in, Fakir Baykurt'un köy anaları acı karamsarlıklarından sıyrılıp ağayı, muhtarı, imamı ve kaderi bir başka gözle ve daha az kuşkuyla görürler. 17 Nisan’da insan insanı sömürmez oluverir birden; özgürlük soyut bir ülkü, bir palavra olmaktan çıkıp büyük çoğunluğun yaşama, okuma hakkı, kömürü topraktan çıkaranların kömürle ısınma hakkı olur; eşitlik Sivas'ın Sivrialan köyündeki Aşık Veysel'in belki çok akıllı kızıyla, İstanbul'un büyük adasındaki tüccar ile Veysel'in belki çok akılsız kızının ayni yükselme olanaklarını bulmaları anlamına gelir o gün. Mevlâna ile Yunus, Baki ile Karacaoğlan, Şeyh Galip'le Muhyi. Orhan Veli ile Başaran kol kola girerler, köylü kentli bir uğurda savaşır 17 Nisan’da. Bir yaman imece kurulur ki o gün Edirne'yle Erzurum ilk kez el ele verir; horon, halay, bar, zeybek yeni Türkiye'nin ortak harman yerinde oynanır; o gün türkülerin her türlüsü hep birlikte alaturkaya düşmeden söylenir. Ruhi Su koro başı olmuş gibi. Müziğe durur yer gök…

17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümü bilinen üzere. Günümüzde ayaklar altında çiğnenen bir eğitim sistemi olunca insan ister istemez idealde kalanı saygıyla anmadan, hakkını anımsamadan geçemiyor. İçinde yaşadığımız sürecin eğitim anlayışı ve eğitim politikası ne kadar berbat ve iç karartıcı ise Köy Enstitüleri’ni oluşturma anlayışı da o denli iç açıcı bir içeriğe sahipti.

Morca dağlı, başıboş ırmaklı, gökçe topraklı ülke emeğe yanıktı…

Atatürk, insanımızın ve ülkemizin derdini derinden duyuyor, ağrılarına son verecek çareler düşünmekteydi. Düşünürdü ki: “Bu gazap bizde kara güçten, çıkar azgınlığındandır. Savaş olsun bunlara karşı. Kafası ışımamış tek kişi kalmasın. Kara gücün beli kırılsın ve gökçe toprak ve ala buğday ve halk kurtulsun.”

17 Nisan’dan itibaren, köyün nasırlı eli, sımsıcak türküleri, içleri kımıldatan oyunları, nakışları, sazı sözü yollara döküldü. Savaşa katılmak üzere dört bir yanda toplandı: “Baktılar taş üstünde taş yok, baktılar bir yozluk, bir bırakılmışlık, bir acılık...”

Ve dediler ne güne dururuz: Ve Kızılçullu’da ve Çifteler’de ve Kepirtepe’de ve Arifiye’de ve Aksu’da ve Akpınar’da ve Akçadağ’da ve Beşikdüzü’nde ve Cılavuz’da ve Düziçi’nde ve Dicle’de ve Ernis’te ve Gönen’de ve Gölköy’de ve Hasanoğlan’da ve İvriz’de ve Ortaklar’da ve Pazarören’de ve Pulur’da ve Savaştepe’de ve Pamukpınar’da cümlesi ellerine “tu” dedi: “Yaman vuruldu kazmalar yere, karanlığın kökü oynadı…”

Birinden öbürüne yardım ekipleri koştu ve öğrencilerin ve usta öğreticilerin ve öğretmenlerin ve müdürlerin geceyi gündüze geçiren çabalarıyla yirmi bir Köy Enstitüsü kuruldu. Yirmi bir mutluluk ve esenlik tezgâhı. Yaz demez, kış demez, sıcak demez… Soğuk demez uğul uğul işlerdi bu yirmi bir kovan... Her biri kendi kesimine de yayardı uğultusunu. Toprak uyanmağa halk gönenmeğe başlamıştı. Kendi şafağı içindeydi insan...

Kökü oynamıştı karanlığın...

Boş durmazdı ağzı karalar: “Oğulu ataya koğlar, bir nice kara çalardı görklü islere...” 

Karanlık kovuklarda, düşman pusudaydı…

Atatürk'e ve devrimlerine karşı olanlar Enstitülere de karşıydı. Başlayan eğitim kirizmasını çıkarları bakımından zararlı görüyorlardı. Siyasi ve ekonomik güçlerini seferber ederek, tekrar diplomalı tüketiciler yetiştiren, yalnız varlıklıları eğitim nimetlerinden yararlandıran, yöneticilerin hep aynı aşınmış kattan gelmesini sağlayan, geniş halk yığınları içindeki yeteneklerin ortaya çıkıp gelişmesine imkân vermediği için gittikçe ulusu yozlaştıran bugünkü düzene dönüldü.

Ne acıdır ki, yıllarca ve yıllarca halktan oy alınan bir demokraside, milyonlarca köylünün oyu ile beslenen bir halk yönetiminde, cumhuriyetin en halkçı eğitim kurumları, ulusal bir eğitim denemesinin başarılı odakları, Köy Enstitüleri yerden yere vuruldu. Adları, harcına Türk halkının ve binlerce sevgili köy çocuğunun alın teri, emeği, umudu karışmış o güzelim yapıların şerefli alınlarından kazındı. Sanki, ulusal bir suç işlenmiş gibi Köy Enstitüleri unutturulmak istendi. Ulusun yarattığı bir kurum, o ulusun gözleri önünde suçlandı, taşa tutuldu. Ne garip bir çelişki, ne acı bir ters talihtir bu. 


Yazıktır ki, Köy Enstitülerini halk adına aydınlar kurdu, halk adına yine aydınlar yıktı. Halk Köy Enstitülerini istiyordu da aydınlar onun için kurdu demek gerçeğe ne kadar aykırıysa, halk istemiyordu da aydınlar onun için yıktı demek de o kadar aykırıdır. Ama kuranlar mı gerçekten halktan yanaydılar, yıkanlar mı? Bu sorunun karşılığını vermek bize ama; Bakılsın bakalım, kuranlar mı yıkanlar mı daha çok özel çıkar peşindeydiler, kuranların kişisel kazancı ne oldu, yıkanların ki ne? İşte o zaman anlaşılacaktır doğrusu eğrisi…

Kapatılan Köy Enstitüleri değil, halk çoğunluğunun bilgisizliğe itilmesiydi...

O günlerin ardından eğitim sistemimizin geldiği durum ortadadır. Tamamı ile ezberci bir eğitim sistemi. Laiklik kavramına uzak bir eğitim sistemi. Atatürk ve devrimlerinin unutturulmaya çalışıldığı bir eğitim sistemi. Zorunlu olarak ve ücretsizce devlet tarafından verilmesi gereken ancak özelleştirmeye çalışılan bir eğitim sistemi. Özel okul sayısındaki artış bunun en güzel kanıtıdır. Eğitim alanında geri kalmış on ulusun sonuncularındanız bugün. 

Durum böyle iken şimdi soruyorum: Köy Enstitüleri’nin bin hatası olsa da (ki yok), bugünün ‘vizyon’una değişmez misiniz?

Arzu KÖK

10 Nisan 2018 Salı

Akkuyu!... - Arzu KÖK

Akkuyu!...

Akla, mantığa, izana, hukuka, insana, doğaya aykırı bir tesis neden kurulur? Ve neden ikna çalışmaları için servet harcanır? Cevap belli değil mi? ‘Politik ve ekonomik çıkarların bir gereği’ olduğu için… 

 Bir de Nobel’li bilim adamımız da bu ikna çalışmalarında yerini almış. Çok şaşırdım reklamı ilk gördüğümde. Dediğine göre “Nükleer enerji de temizmiş?” Kim demiş; Aziz Sancar demiş. Güç diyor, geleceğe sahip çıkmak diyor. Aslında açıkça söylüyor ki; “Şirketler güç sahibi olsun ki geleceğimiz maddi açıdan garanti altına girsin.” Daha ne desin ki? Ancak umarım Nükleer atıkları bahçesine gömmezler de ‘gelişmiş nükleer tıp’ onu kurtarmak zorunda kalmaz.

Çernobil felaketinin yirmi dokuzuncu, Fukuşima felaketinin dördüncü yılında Türkiye nükleer santrallere sahip olmak adına geçen gün temel atma töreni gerçekleştirdi. Fukuşima Tanığı Japon gazeteci Toshiya Morita: “Biz nükleer santralı hiç istemedik, fakat söz hakkını siyasetçilere bıraktık. İşte bu yüzden bütün bu sorunları yaşadık. Ama artık kendi kaderimizi kendimiz tayin etmek istiyoruz.” Bir felakete tanık olduktan sonra söylenen bu sözleri henüz geç kalmadan bizlerin de yapması gerektiğini, kaderimizi kendimiz tayin etmemizi söylemiyor mu bizlere?

Başkaları nükleerden çıkmanın çarelerini ararken, Türkiye’nin böyle bir maceraya girişmesi son derecede anlamsız ve rahatsız edici yazık ki. 

Şimdi gelelim aklımızı kurcalayan, aklımıza yatmayan yanlarına:

1- Mersin Akkuyu, bir fay hattı üzerinde bulunmaktadır. Evet belki küçük küçük ama sürekli hareketli bir bölgedir orası.

Deprembilim araştırmalarında çok ilerlemiş Japonya’da dahi 11 Mart 2011 yılında okyanus tabanındaki 9,0 büyüklüğündeki deprem ve yarattığı devasa tsunami, santralın güvenlik tasarımındaki hatalar ve öngörü eksiklikleri nedeniyle kıyıdaki Fukushima Daiichi Nükleer Güç Santralinde elektrikleri kesmiş, radyoaktif madde barındıran reaktörün soğutma sistemlerini devre dışı bırakmış ve nükleer sızıntıya neden olmuştur. 


       2- Santrali yapan şirket Çernobil’in sorumlu şirketi: Rosatom. 

       3- ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) Raporu sahte imzayla sunuldu, kısa sürede okunmadan kabul   edildi.

       4- Santralin Rus payı %51’nin altına düşmeyecek. Yani hiçbir zaman Türkiye’nin santrali olamayacak.

       5- Dünyada her zaman en ucuz teklifi veren alır, bu ise “Yap İşlet Sahiplen” modeliyle kurulacak ve alanında ilk. Doğal olarak da işletim sırasında maliyetten de kısılacak. Dünyada daha önce denenmemiş bir reaktör modeli kullanılıyor.


       6- Türkiye’nin, işin doğru yapılıp yapılmadığını, kalite kriterlerini ortaya koyacak yetişmiş elemanı olmadığından Rusların insafına kalıyor iş. Denetleme şansı olmayan Türkiye, “en güvenlisi olacak” açıklaması yapabiliyor?...

       7- Ruslara 15 yıl boyunca, 12.5 cent’ten 15 yıl (yani 70-80 milyar dolar) alım garantisi verilmiş. Doların her geçen gün nasıl artığını göremiyorlar sanırım.

       8- Yakıtta ise Rusya’ya bağımlı olacağız. Bizde zaten sınırlı olan uranyum kullanılmayacak. Doğalgaz bağımlılığı yetmiyormuş gibi bir de uranyum bağımlılığı başlayacak.

       9- Atıkları bertaraf etmeyi dünyada hiçbir ülke başaramadı.

      10- Atıklar 100.000’lerce yıl boyunca deprem bölgesi olan Akkuyu su depolarında hasar görmeden korunmak zorunda. Rusya atıkları ülkesine almayacak.


      11- Olası bir kaza durumunda 500.000.000.000 (500 milyar) dolarlık hasarın sadece binde birinden Rusya sorumlu olacak. Tüm masraflar Türkiye’nin cebinden çıkacak.

      12- Uranyum yakıt çubuklarının sürekli olarak su ile soğutulması gerekiyor. 

Soğutma elektrik kesintisi gibi bir sebeple duracak olursa kısa sürede Fukuşima ve Çernobil gibi kazalar meydana geliyor. Yazık ki Türkiye, tüm ülkeyi kapsayan elektrik kesintisinin sebebini bir hafta boyunca bulamamış bir ülke...

     13- Türkiye’nin santrali olmadığı halde 3. seviyeden nükleer kaza yaşayan tek ülke olduğu gerçeğini de unutmamak gerekmez mi?.

      14. Santralin hidrolik sistem ihalesini “Milletin a… koyacağız” diyen adamın şirketi kazandı. Unutmadan Soma faciasında madenlere sahip olan şirket de  bu projenin altyapısında yer alıyor.

      15- Santral kazasız çalışırken bile, çevreye radyoaktif toz saçacağı için Mersin’de yetişen çilek, muz gibi gıdalara “radyoaktif atık içerir” etiketi getirilecek. Bu ise o bölgede tarımın bitmesi anlamı taşıyacak…

      16- Anlaşma teknoloji transferini öngörmediği için Ruslar bu teknolojiyi bize öğretmeyecek. Hani bazıları silah üretiriz diye plan yapıyor ya, kimse ümitlenmesin…

      17- Akkuyu Nükleer santralinin 4800 MW güç ile Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı söyleniyor. Ama sorun enerji ihtiyacındaki payı değil. Çünkü zaten bugün 85 bin MW kurulu güç var ve 50 bin megawatt saati aşmayan bir tüketim var. Yani bugün Akkuyu faaliyete geçse, 2017’de atıl olan 35 bin MW’dan fazla kapasiteye 4 bin 800 MW daha eklemiş olacağız. Doğru olan enerji ihtiyacımızın %10’unu karşılaması değil, atıl kapasitemizi %10 arttırması…

      18- Akkuyu bir ihtiyaç gibi değil, daha çok siyasi bir tercih gibi karşımızda duruyor. Sadece altyapı şirketlerine gelir kapısı yaratma ve Rusya’nın desteğini alma amacıyla yapılıyor...


Bir kelebeğin kanat çırpışının kilometrelerce ötede fırtınaya neden olabileceğine dair teoremler var bildiğiniz gibi. Bu yazdıklarım bir farkındalık oluşturur mu bilmiyorum ama ben en azından bir kanat çırptım….

Lütfen düşünün: “Ya bir gün patlarsa?...”

Arzu KÖK

3 Nisan 2018 Salı

Simgeler Üzerinden Siyaset… - Arzu KÖK


Simgeler Üzerinden Siyaset…
              
          Andımız kaldırıldı okullarımızdan...
          T.C ifadesi kaldırıldı pek çok yerden…
          Atatürk heykellerine saldırılar başladı…
          Atatürk’e alenen hakaret edenler ceza almaz duruma geldi…
          Atatürk Orman Çiftliği arazisi, hadi Saray’ı geçtik ABD’ye elçilik yeri olarak        satıldı…           
          Okullarımızın müfredatından neredeyse Atatürk tamamen çıkarıldı…

          Okullarda artık Atatürk’ü kötülemek adına ödevler dahi verilir oldu…
          Bir anda Anıtkabir çevresinin imara açılması gündeme geldi…
          Millî mücadeledeki en değerli yapılar kaderine terk edildi…
          Adında Atatürk geçen yapılar, kurumlar tek tek yok ediliyor…
          Adında ‘Türk’ sözcüğü geçen toplumsal kuruluşların adından çıkarılmaya  çalışılıyor... 
          Şimdi de İstiklâl Marşı’nın bestesine kafayı takmış, hatta değiştirmek istiyorlar…

Aslında çok merak ediyorum bu ülkenin var olmasının en büyük nedenlerinden biri olan Atatürk ve onun yaptığı her şeyi yok görme, yerine bir şeyler koyma çabasının nedeni nedir? Nüfusun büyük bir bölümü için manevi değeri olan bu kavramlara, Atatürk’e ve İstiklâl Marşı’na bu kadar laf etmek ne demek?… Artık tüm bunlar Kemalizm ile hesaplaşmayı da geçti, ulusun tüm değerlerini yerinden oynatma, bir ulusu ulus olmaktan çıkarma noktasına geldi ve bu çok çok acı veriyor…

Siyasetin bu ulusun ortak simgeleri üzerinden yapılması maalesef ülkemizde çok yaygın. Anlamlı ya da anlamsız, tarihsel ya da güncel, genellikle dinsel ama zaman zaman da seküler sorunlar üzerinden toplumu ayrışma siyasetinin adıdır oysa bu. Özgürlükçü ve birleştirici olmak dururken ne gerek var ki bunlara? Bu toplumun simgelerini yok etmeye çalışırken yerine başka simgeler koymaya çalışmaları da aslına bakarsanız çok trajikomik bir durum. Ancak farkında değiller ki güya yerine koydukları şeylerin hiçbiri milli mücadelemiz ve Atatürk’ün yerini dolduramaz.

Evet bu ulusun simgeleri vardır. Bu konuda kimsenin sakin kalabildiğini görmedim açıkçası. Örneğin uluslararası spor yarışmalarında ya da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının başka ülke vatandaşlarıyla yan yana/karşı karşıya geldiği ve kendilerini tanımlama ihtiyacı duyduğu bütün durumlarda ve tabii ulusal bayramlarda ay yıldızlı al bayrağımıza ve de İstiklâl Marşı’mıza yer var diye düşünüyorum. Ancak günümüzde bayrağımız herkes için aynı şeyi ifade ediyor olmasına rağmen artık insanımız birbirine kılıç çeker gibi bayrak çekiyor.  Bugün birçok durumda bayrak, “bu ülkeyi siz değil biz temsil ediyoruz!” anlamında kullanılıyor; tıpkı 80 milyonluk Türkiye nüfusunun 50 milyona inmesi gibi!… Bakın bu simge; etrafında birleşmek dururken, bölmeyi pekiştirmek adına kullanılıyor ki bu da büyük bir uçurumdan aşağı düşer gibi yuvarlandığımız felâketi daha da büyütüyor, hızlandırıyor…

Diğer bir simgemiz de İstiklâl marşımızdır. O bir milli mutabakat menidir ve “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.”  O düşmanı topraklarımızdan kovmaktır… O özgürlüktür… O vatandır… O yarınlarımızdır… O Türkiye’dir… Bu niteliğini de ne tek başına sözlerinden alır ne de müziğinden. Bütünlüğünden alır. O sözler ve müzik birlikte güzeldir. Evet yıllardır müzik ile bestenin uyumsuz olduğu tartışmaları yapılır ama bu topluma mal olmuş, bu şekliyle benimsenmiş bu marşı bundan sonra ısrarla değiştirmek istemenin anlamı nedir, anlamıyorum bir türlü. Cumhurbaşkanı bestecileri göreve çağırdı bu hususta ve her gün yeni bir versiyon çıkıyor ortaya. Emin olun ki hiçbiri bizim İstiklâl Marşı’mızın tırnağı bile olamaz. Hiçbiri onun verdiği coşkuyu ve umudu vermiyor, vermeyecek de… Bizler marşımız ile çok çok mutluyuz, kimse değiştirmeye kalkmasın lütfen…

Bir de şu vardır ki marşımız sözleri veya müziği bakımından değişikliğe uğratıldığında ya da bütünüyle değiştirildiğinde de evet ortada resmi bir milli marş olacaktır ama bu yeni marş, herhangi bir şeyin varlığına delalet eden bir alamet ve insanları belirli bir şekilde davranma konusunda ikaz eden bir işaret olmanın ötesine geçip de bir toplumsal simge işlevini yitirecektir.  Zira toplumsal simgeler, sadece bir şeylerin varlığına işaret etmekle kalmayıp, insanları, varlığına delalet ettikleri şeyle bütünleşmek suretiyle kendi aralarında birliktelik oluşturmaya çağırır. İnsanları böyle bir varlığa katılmaya çağıran ve insanların kendilerini söz konusu birlikteliğin bir parçası olarak hissetmelerine köprülük eden şeylerdir. Bu simgelere dokunulması da bir anlamda bu ulusu bitirme çabalarının bir sonucu değil de nedir?

Unutulmamalıdır ki toplumsal simgeler, fiziken birbirlerinden ayrı ve farklı bireysel özneleri birleştirici bir özne halinde süreklileştiren bir çimento veya harç işlevi görür. Bu simgelere saldırmak, onların altını boşaltmak ise bu çimentonun tutmaması ve yıkımın kolaylaşması anlamı taşıyacaktır. Bu simgelere saldırılması ülkenin sokulmak istendiği cenderenin bir göstergesidir. Bir totaliterlik inşası adına toplumu derinden parçalamaya kalkmak, bu yolda her türlü cepheleşmenin önünü açmak ülkeyi bir felakete sürükleyecektir ki, en son ihtiyacımız olan da budur.

Ulusun ortak simgelerine kimse dokunmasın artık… Zira kenarında olduğumuz uçurum yutacak bizleri… Toplum olarak aklımızı başımızı almalı, Atatürk ve Kemalizm altında birleşmeliyiz… Yoksa…

Arzu KÖK