28 Ağustos 2016 Pazar

Demokrasi Gelecekmiş - Arzu KÖK

Demokrasi Gelecekmiş!...

Bu aralar, en çok dinlediğim şarkılardan biri, "National" adlı gurubun "Fake Empire" adlı şarkısı. "Sahte imparatorluk..." 

İşte bu şarkının son kısmı şöyle diyor: 

Işığı aç, iyi geceler dile
Bir an için düşünmeyerek
Her şeyi bir anda çözmeye çalışmayalım
Sen gökten düşerken izlemesi zor geliyor
Sahte imparatorlukta, yarı uykuluyuz
Sahte imparatorlukta, yarı uykuluyuz

Bana bir şeyler çağrıştırıyor. Size de çağrıştırır mı bilemem. Ülkemde olup bitenlere bakıyorum bir süredir. Bazen, uzak kalayım, haber izlemeyeyim, okumayayım diyorum ama olmuyor. Gözümün içine içine giriyor her şey, her olay… İçimden bir sesin avaz avaz bağırmasına mani olamıyorum. "Ayıp yahu ayıp, ayıp..." 

Hepimizle alay ediyorlar. İnsanlar için tutuklama kararı çıkıyor, YAŞ başlıyor, anlaşmazlık çıkıyor, sonra tutuklama kararı kaldırılıyor, sonra hep birlikte "Uzlaştık" diye beyanat veriliyor. Hepimizle alay ediyorlar. İktidar alay ediyor. Ordu alay ediyor. Yargı alay ediyor. Kurumlar alay ediyor. Hatta muhalefet alay ediyor. Bunun adı da "Demokrasi" oluyor. Ülkenin bütün kurumları, gırtlağına kadar "Oyun içinde oyuna" batmış. "Fake Empire..." Sahte imparatorluğun dikişleri her yerinden atıyor. Sahte demokrasi her yerinden sırıtıyor… Ama yine de hele ki son darbe girişimi ardından etraf demokrasi havarisi doldu. Hep bir ağızdan bağırıyorlar: Demokrasi gelecekmiş…

Demokrasi; bireylerin ve kurumların farkındalığına dayalı, duyarlılık içinde yaşanılacak olan rejimin adıdır. Eğitimle gelişip olgunlaşır. Cehaletle yozlaşır, bozulur. Bu nedenledir ki demokrasi, farkındalık ve duyarlılık ister. Yani insan gibi zamanla gelişir, olgunlaşır. 

Farkındalık, insanın paylaşımcılığını oluşturup artıran en yüksek bilinç seviyesidir. 
Duyarlılık ise, geliştirilmiş duyguların uyanık olmasıdır. Kendiyle barışık, içinde yaşıyor olduğu toplumdan ve dünyadan haberdar olup, bütünleşip birlikte yaşamayı hak, hukuk çerçevesinde sağlayıp başarmış olmak demektir. 

Tüm bunlar da demek oluyor ki, demokrasi akıl işidir. Sürekli geliştirilen akılla, şartlara uygun bir şekilde gelişip olgunlaşmayı bilmektir. İlerlemek için yenilenmektir. Paylaşımı artırıp toplumu özgürleştirmektir. Üretimi artırıp zenginleşmektir. Huzuru yayıp mutluluğu çoğaltmaktır. 

Birine değer verirseniz siz de değer görürsünüz. Kendisine değer veren kişi çevresindekilere de değer verir. Kendini değersiz ve boş sayan kişi de çevresindekileri öyle kabul eder. Bu nedenledir ki bazılarının dediği gibi demokrasi sadece matematiksel sayı çokluğu ile yürütülen bir rejimin adı değil, felsefeye dayalı birlikteliktir. Birliktelik de hak, hukuk işidir. 

Hakka hukuka dayanmayan demokrasinin sağlıklı ve uzun bir yaşam sürmesi düşünülemez. Çünkü demokrasinin özü haktır, hukuktur. Hakkın, hukukun özü ise insanlıktır. İnsanlığın özü de vicdandır. 

Yaşamdan, yaşamaktan değil, vicdansızlıktan, cehaletten, sevgisizlikten, hoşgörüsüzlükten korkmalıyız. Hakka hukuka riayetsizlikten, birbirimize olan güvensizlikten korkmalıyız. Şimdi ise her şeyden korkar olduk… Çünkü demokrasinin olmazsa olmazı değerlerin birçoğunu kaybettik.

Hani bilinen bir öykü vardır: Mahalleli fark etmiş karısı adamı aldatıyor. Çağırmışlar adamı. Bak demişler “Karının durumu durum değil, mahallenin adı çıkacak. Ya karını boşa ya da mahalleden taşın.” Adam “Yalan söylüyorsunuz, iftira atıyorsunuz” diyormuş da başka bir şey demiyormuş. Mahalleli bakmış olacak değil, adama bir teklif götürmüşler. “Gel “demişler “Bir dedektif tutalım gizlice karını izlesin, ne olup bittiğini rapor etsin biz de sen de ona göre karar verelim.” Adam kabul etmiş. Dedektif göreve başlamış. (Tabi o zaman telefon dinleme olmadığından bu kadar rahat değil işler.) Ertesi gün akşam tekrar toplanmışlar. Dedektif anlatmaya başlamış. “Sabahleyin demiş lüks bir araba gelip aldı. Bir kafeye gittiler. Sonra yemek yediler. Sonra sinemaya gittiler. Sonra bir eve girdiler. Ancak perdeler kapalı olduğu için ondan sonrasını göremedim.” Adam atılmış herkesten önce, “Gördünüz mü bir şey olmamış” demiş.

Bir kesim yaşananları net bir şekilde görüp korku içinde yaşarken bir diğer kesim öyküdeki adam gibi gözünün önünü görmüyor. Son zamanlarda sürekli tekrarlanan “Demokrasi”, “Demokrasi geliyor” söylemlerine inanıyor. Oysa zaten demokrasi ülkemize Atatürk ile gelmişti. Onu koruyamayan, geliştiremeyen bizleriz.

Demokrasi havarileri sarmış ortalığı. Peki, dostlar sizce hiçbir kurumu ve bireyi özgür değilken TÜRKİYE demokratikleşir mi? Ya da nasıl demokratikleşir? 

Üniversiteler sustu. Yargı son demlerini yaşıyor. Dernekler, sendikalar etkisizleşti, medya gitti. Askeriye büyük oranda kan ve can kaybetti. Eğitim sıfırlandı. Kimse özgür değil. İnsanlar korku içerisinde. Her an terör endişesi içerisinde… 

Ve hala demokrasi gelecek diyorsanız hayırlı olsun.


Arzu KÖK


24 Ağustos 2016 Çarşamba

Bir Bebekten Katil Yaratan Karanlık - Arzu KÖK

Bir Bebekten Katil Yaratan Karanlık

Antep’te bir düğüne canlı bomba saldırısı yapıldı geçen gün. Onlarca vatandaşımız can verdi. Onlarcası yaralı olarak hastanelere kaldırıldı. Bu saldırının ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamada dikkat çeken bir nokta vardı. Cumhurbaşkanı, saldırının “12-14 yaşlarında bir canlı bomba” tarafından gerçekleştirildiğini belirtiyordu. Bu doğruysa, Türkiye artık çocukların canlı bomba olarak görev yaptığı bir ülke konumuna gelmiş demektir. Katil çocukları barındıran bir ülke. İnanmak gelmiyor içimden. 


 Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” öyküsünü bilirsiniz. İşleneceğini hemen hemen herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı bir cinayetin an be an öyküsüdür bu ve gerçektir de aynı zamanda. Bizim buralarda “iyice” bilinir olmasının da başka sebepleri vardır. Bu toprakların ”Kırmızı Pazartesi” leri bir türlü bitmemektedir ne yazık ki.  Üstelik artık çocuklar fail olarak seçilmektedir.

Bu, kendiliğinden gerçekleşecek bir durum değildir. Çocuklar kendiliklerinden canlı bomba olmazlar, olamazlar. Ancak yetişkinlerin büyük bir çaba harcaması ile bir canlı bombaya dönüşebilirler. Antep’teki saldırı, sıradan bir saldırı değil, planlanmış ve hazırlığı yapılmış bir katliamdır. Bu saldırıda yer alan çocuk, hangi yaşta olursa olsun, yalnızca bir figürandır. Onu katil olmaya sürükleyenler ise çocuklara zerre kadar değer vermeyen, kafalarındaki dogmalara inanmış yetişkinlerdir. Rakel Dink’in 2007’de söylediklerini anımsamakta yarar var: “Yaşı kaç olursa olsun; 17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim...”  Bu sözlerden yola çıkarak Erdem Gül durumu özetliyor: “Çocuktan katil yaratan ülke, çocuktan bomba da yaptı.”

Türkiye’de şiddet özellikle 12 Eylül sonrasında kök saldı. O dönemde ateşli silahların topluma yayılması kolaylaştı ve 2015’de ölüm bir siyaset aracına dönüştürüldü ne yazık ki. Günümüz Türkiye’sinde çocuklar her yerde (evde, okulda, sokakta, medyada) sürekli olarak şiddet ile karşı karşıya. Çocuklar şiddetle kuşatılmış durumdalar. Şiddetin sıkıştırdığı çocukların şiddetle patlaması da bu durumda çok da şaşırtıcı gelmemektedir maalesef. Soruşturma, kötü muamele, insan hakları ihlalleri, tecavüz, hatta hapis cezaları ile karşı karşıya bırakılan çocuklar ve gençler hakkında söz söyleyenlerin çoğu, var olan toplumsal koşulları ve süren çatışma ortamını yadsımışlardır. Oysa devletin takındığı tutum, yaşanan sorunların en temel öğesi konumundadır.


Bir çocuğun, ister Türkiyeli, ister Suriyeli olsun böyle bir saldırıda yer alabilmesi için yetişkinler tarafından yüce bir varlığa hizmet ettiğine ve büyük bir iş yapacağına inandırılmış olması gerekir. Türkiye’de çocuklar yıllardır bu mesajı alıyorlar. Devlet birimleri ve yerel yönetimler uzun süredir çocukları yüce bir varlık için kendini kurban etmeye özendirmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çocukları şehit olmaya özendirdiği Diyanet Çocuk Dergisi’nde, “Şehit olan cennette o kadar mutlu olur ki, on defa şehit olmak ister”, “Keşke ben de şehit olabilsem” gibi ifadelere yer verilmişti. Asıl görevi çocukları yaşatmak ve korumak olan devlet, çocuklara “Şehitler acı çekmez”, öldüklerinde, “günahları bağışlanır” diye ölüm propagandası yapabiliyorsa, IŞİD vb örgütlerin yapabileceklerinin çok daha kötü olabileceği tahmin edilebilir duruma geliyor.

Diyanet’in özellikle küçük çocukları hedef alması, onlara acısız bir ölüm ve cennet vaad etmesi çok önemli. Çok küçük yaştaki çocuklara dogmaları belletmek ve bu dogmaların sorgulanmaz kılınmasını sağlamak, çocukların daha 9-10 yaşlarında inanmış birer nefere dönüştürülmesini çok rahat sağlayabiliyor. Oysa bir çocuğun din gibi soyut kavramları anlayabilmesi için en az 12-13 yaşlarında olması gerekir. Yazık ki bizde belki de küçük yaşta çocukları inanmış neferlere dönüştürmek adına anaokulunda başlatılıyor din eğitimi. Henüz soyut kavramları anlayamayacak yaştaki çocukların beyinleri korkuyla, körü körüne inançla dolduruluyor. Böylece de çocuk sorgulama yeteneğini yitiriyor ve istenildiği gibi kullanılabiliniyor. Antep’te yapılan saldırıda 12-14 yaşında bir çocuk yer aldıysa, bu o çocuğun özgür düşünen, dünyayı sorgulayan bir birey olmasının engellenmesi ile sağlanmıştır. 


Diyanet, çocukları ölüme teşvik ederken tüm iddialarını peygamberden alındığı söylenen sözlere dayandırmıştı. Amaç, çocukları şehitliğe özendirme siyasetini sorgulanmaz kılmaktı. Çok küçük yaştan çocuklara şehit olmanın Tanrı’nın ve peygamberin emri olduğu söylenirse, çocuklardan canlı bomba yapmak çok daha kolay olacaktır. Artık din her olanakta siyasete araç ediliyor. “Şehit olunca cennete gideceksiniz” diye çocukları ve gençleri savaşa sürmek, kim tarafından yapılırsa yapılsın kabul edilemez. Çocukları zayıf oldukları, kolay kandırılabilir oldukları için hedef alıyorlar. Çocukları katil olmaya sürükleyenler, çocuklara zerre kadar değer vermeyen, kafalarındaki dogmalara inanmış yetişkinlerdir. 

Masum bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadıkça aydınlığa çıkmayız elbette. Eğer bu yanlıştan dönülmezse daha çok çocuk katilimiz olacak, daha çok ‘Kırmızı Pazartesi’ yaşayacağız gibi geliyor.

Yetmedi mi artık?...


Arzu KÖK

16 Ağustos 2016 Salı

Çaresizliğin Resmi Yapılabilir mi? - Arzu KÖK

Çaresizliğin Resmi Yapılabilir mi?

İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir.  Çaresizlik anlatılamaz ki, çaresizlik adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin tarifi de yapılamaz. Resmi ise asla yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır.

 Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizin sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok.


Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan.... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlece insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere, terk etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir.Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır, Kocaeli depreminin üzerinden 17 koca yıl geçmesine rağmen.

Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır.  Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu.

 Evet Kocaeli depreminin üzerinden 17 koca yıl geçti. Ama hala yaralar sarılamadı. Olası yeni depremler için önlemler alınamadı. Örneğin Kocaeli depreminin hemen ardından beklenilmeye başlanan bir İstanbul depremi var. Ve uzmanlara göre bu deprem giderek yaklaşıyor. Her an olabilir. Ama 17 yıldır bu kaygı olmasına rağmen hala alınan ciddi bir önlem yok. Depreme yönelik ciddi çalışmalar yok. Hala ne bekleniyor anlamak da mümkün değil. Sanırız ki istenen yine kağıt gibi yıkılan binalar ve bu binaların enkazı altında kalacak binlerce insan... Gerçekten çok yazık.

Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. Yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora... Değişen hiçbir şey yok!...

Bazılarının "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı gelmedi mi? Zira bu kadarını hiç kimse hak etmiyor.


ARZU KÖK