25 Eylül 2014 Perşembe

Mahmut Makal’la dünden bugüne Arzu KÖK

Mahmut Makal’la dünden bugüne
Arzu KÖK
‘Okumak tüm dünyada tehlikelidir. Çünkü okumak ve eğitim çok ciddi bir şeydir. Eğer bu uygulama hakkıyla yapılabilse, herkese okuma alışkanlığı kazandırılabilseydi kapitalizm hava alırdı. Okumak insanı düşünmeye sevk eder.’
Mahmut Makal, 1930’da Aksaray’ın Demirci köyünde doğdu. İlkokulu 1942’de köyünde bitirdi. Toros dağlarının eteğine kurulu İvriz Köy Enstitüsü’nde okudu.
1950’de büyük yankı yaratan “Bizim Köy” adlı ilk kitabını yayımladı. Köy Enstitülerinde eğitimin gerçek ereğini “halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlık perdeyi, o karanlıktan çıkan çocukların eliyle yırtıp atmasını sağlamaktı” şeklinde özetliyor.
- Köy Enstitüsü çıkışlı, insancıl ve toplumcu bir aydın olarak günümüz eğitim sistemini değerlendirebilir misiniz?
Köy Enstitüleri uygulaması, eğitim yoluyla köyü canlandırmak, toplumu etkilemek, bu yeni insan tipiyle, uygarlık kervanının ardından yetişmek ve önüne geçme ereğine dönüktür. Enstitülerde insanoğlu; erdeminin ve yaratıcılığının, eliyle beyni arasında kurabileceği uyumla doğru orantılı olduğu gerçeğine uygun yetiştiriliyordu. Eğitimin ereği, halk kaynağını harekete geçirmek, üstündeki karanlık perdeyi, o karanlıktan çıkan çocukların eliyle yırtıp atmasını sağlamaktı. Şimdilerde, böyle eğitim kurumu, böyle yetişmiş insan istenmiyor. Bu yüzden de Atatürk’ün Türkiye’si eğitimsiz, işsiz, yönsüz-yöntemsiz, idealsiz insanların, din tüccarlarının ülkesi oldu. Gerçek öğretmen yetiştirmekten korkuyorlar. Hep geriye doğru giderek, karanlık çıkmazlara gömüldük. Köy Enstitüleri ilkelerinin günümüz koşullarına göre yeniden uygulamaya sokulması bir seçenek olabilir.
- Yazarlık yaşamınız süresince ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
1949 Eylülünde ilk sürgünü yaşadım. Öğretmenliğe, doğduğum kent Aksaray’ın Nurgöz köyünde başlamıştım. İlk sürgünümde o köyden aynı ilin Çardak Köyüne gerçekleşti. İlk kitabım çıkalı üç ay olmuştu henüz. Kitabı elime alır almaz da Aksaray hapishanesini boyladım. Tutuklanmamın nedeni görünüşte kitabım değildi. “, kömürcü bir olacak bizim kuracağımız düzende”diyerek komünizm propagandası yapmıştım sözde. Bu iftiralarla kaç kişi, kaç kuşak harcandı... Bir aydan fazla tutuklu kaldım. Köy Enstitülerini kapatanlar, beni cezalandıranlar, iktidarı yitirse de kıyım hız kesmeden ardılı iktidarlarla, Demokrat Parti’yle sürüyordu.
Yazar her zaman haklının yanında olmalı
- Günümüz edebiyatı toplumsal sorunları yansıtmada üstüne düşen sorumluluğu yerine getirebiliyor, özgün çözümler üretebiliyor mu?
“Sanat sanat için mi? Sanat toplum için mi?” konusunun gereksiz bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Bence her şey toplum içindir. Aydın olarak nitelendirdiğimiz okur-yazarların büyük bir kısmı fildişi kulelerine çekilmiş, topluma yabancı, üretimden kopuk bir hayat sürüyorlar. Edebiyat eserleri olsun, bilim yapıtları olsun, gericiliğe-safsataya savaş açmalı, onlarla mücadele etmeli, kısaca uygarlığa yelken açmalıdır. Kalıcı olanlar da bunlardır.
J. P. Sartre’ın çok sevdiğim, benimsediğim bir sözü var. “Yazar, aç milyarlar için yazmadıkça, hep bir tedirginlik duygusu altında ezilecektir” der. Yazar, bence de emeğin, ezilenlerin, yoksulların kısaca alacaklı, haklı insanların yanında olmalıdır.
Marx, Balzac’tan yararlandı
- Eleştirmenler, son dönem edebiyatın bir kaçış edebiyatı olduğunu söylüyorlar. Siz nasıl bir toplum nasıl, bir edebiyat özlüyorsunuz?
Bugün, Türk edebiyatı toplumsallığını yitirmiş, toplumcu özünden ayrılarak bir çıkmaza sürüklenmiştir. Yalnızca bireyin eğlendirilmesine, heyecan duymasına yönelmiştir. Toplumsal konuları işlemeyen edebiyata ‘küm edebiyatı’ diyorum. Toplumcu sanat eseri yaşadığı çağın sosyal gerçeğini işlemeli. Yaşama ilişkin her şeyin temelinde, tarih bilinci olmalıdır. Edebiyat adamının üretimi, gerçek sanat, toplumun aynası olduğu noktada tarihsel gerçekle buluşur. Bir örnek vermek gerekirse, filozof Marx, Balzac’ın eserlerinden her dem yararlanmıştır. Balzac’ın Goriot Baba’sı, Marx’ın çok hoşuna giden bir tiplemedir. Demek istediğim şey, bilim ve sanat iç içe düşünülmelidir.
- Toplumumuzun inceltilmesinde, duyarlılaştırılmasında sanatın-edebiyatın yeri ne olmalıdır sizce?
Zaman içinde, eğitim yoluyla oluşturulması gereken bir durumdur bu. Bilimsel, kültürel ve sosyal kaynaklar, yurt kaynakları, uygarlık birikiminden yöntemli bir biçimde yararlanarak edebiyat tarihi bilincini oluşturur. Bu birikimlerden yararlanmasını bilen her ulus, kuşaklararası bağıntıyı da geliştirecektir. Toplumsal katmanlar arasındaki hoşgörüde böyle gelişir.
- Enstitülerinde okumaya ne denli önem verildiğini biliyoruz. Bugün gençlerimiz kitap okumaktan neden soğudu?
Ben müfettişlik yaparken Ankara’ da birkaç okula gittim. Çocuklara soruyordum, ‘Şiir bilen var mı?’, ‘Ezberinde şiir olan var mı?’, ‘Bana bir şairin adını söyleyebilecek olan var mı?’ yok, yoktu. Köy Enstitülü dostum Aydın İpek dershanecilik yaptı bir dönem. Bir gün yanına gitmiştim. Öğleye yakın saatlerde kayıt için lise mezunu iki kız öğrenci geldi. O sırada radyo haberlerinde Cahit Külebi’nin ölüm haberi veriliyordu. Dönüp kızlara sordum, ‘Cahit Külebi’yi tanır mısınız?’ cevap ‘Yok’. Şimdi bir de bizim öğrencilik dönemimize bakalım. Yıl 1946. CHP, bir şiir yarışması düzenlemişti. Bu yarışmada Cahit Sıtkı Tarancı birinci, Attila İlhan ikinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuştu. Ben sonuçların açıklandığı gün birinci olan 35 Yaş şiirini sınıfta ezbere okudum. Köy Enstitülerinin farkıydı bu. Çünkü Köy Enstitülerinde kitap okumak yaşam biçimine dönüştürülmüştü. Tüm öğrenciler ceplerinde kitapla dolaşırlardı. Her öğrencinin kitap okuma mecburiyeti vardı. Özet defterlerimiz vardı, okunan kitap o defterlere geçirilirdi. Yazarı, basım tarihi, niteliği, çevireni ve özeti yazılırdı. Çoğu arkadaşın olduğu gibi benim defterim de ciltliydi o zamanlar.
Okuma yazma düşmanı müfettişler
“Yıl 1946. CHP, bir şiir yarışması düzenlemişti. Cahit Sıtkı Tarancı birinci, Attila İlhan ikinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca üçüncü olmuştu. Sonuçların açıklandığı gün birinci olan 35 Yaş şiirini sınıfta ezbere okudum. Köy Enstitülerinin farkıydı bu. Çünkü kitap okumak yaşam biçimine dönüştürülmüştü. Tüm öğrenciler ceplerinde kitapla dolaşırlardı. Her öğrencinin kitap okuma mecburiyeti vardı. Özet defterlerimiz vardı, okunan kitap o defterlere geçirilirdi. Defterler ciltliydi. Şemsettin Sirer bakan olduktan sonra, özet çıkarma alışkanlıklarımızı ve izlediğimiz yazarları incelemek üzere müfettiş gönderdi. Yataklarımızın altında sakladığımız defterleri toplayıp götürdüler, görmedik bir daha da.
Yazmak için bağımsızlık şarttır
“Eserlerin ve sanatçıların toplumsal koşulların ürünü olarak ortaya çıktığı tezine katılıyorum. Ülkemizde 1940’lardan itibaren her yönden gelişen bir toplumla karşılaşıyoruz. Doğal olarak, toplumcu hareketlerin ve düşüncelerin geliştiği bu yıllarda; ülke bağımsız, özgür koşullarda yetişen, yurdunu seven, sol görüşlü bilim adamları-yazarlara sahip oldu. 50’li, 60’lı yıllardan itibaren bağımsızlığına gölge düşen, bağımsızlığını yitiren ülke koşullarında yetişen yazarlar, kimi eksiklerle yola çıkmışlardır. Çünkü yazmak için özgürlük, bağımsızlık şarttır. Artık Anadolu’dan habersiz yazan kent yazarlarıyla karşılaşıyoruz. Anadolu gerçeğini bilmeden cilt cilt kitap yazıyorlar. Toplumdan habersiz bir yazar kitlesi mevcut. Üstelik kötü bir Türkçe ile yazıyorlar, edebiyat bu değildir.”
Arzu Kök - Celal İlhan / Ankara, Cumartesi, 19 Nisan 2014 09:12

1 yorum: