Ölmek mi Kalmak mı?
-
Suriye, İdlib’de 8 asker
-
Elazığ depreminde 42 kişi
-
Van’daki çığ felaketinde 41 kişi
-
Hatay Valiliği önünde kendini yakan bir kadın
-
Sabiha Gökçen’de uçak pistten çıktı, 3 kişi
-
2020 yılı Ocak ayında 112 işçi
-
2020 yılı Ocak ayında 27 kadın
….
Bu ölümler sadece 2020 yılının ilk ayına ait. Bu rakamlara
bakınca aklıma Albert Camus’un “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede
insanların nasıl öldüğüne bakın.” sözü geliyor. Çünkü bir ülkedeki
insanların ölüm şekli o ülkenin gelişmişliğini, geri kalmışlığını, zekasını,
aptallığını koyar ortaya. Türkiye nerede
peki?
İnsan canı, hayatı çok ucuzladı yazıktır ki ülkemizde. Hem
de çok çok ucuzladı. Hatta öyle ki, sudan, ekmekten, benzinden, ulaşımdan, her
şeyden ucuz. Cebinde parası olmayanlar için her şeyden ucuz insanın değeri.
Üstelik yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk fark etmeden… İstikrarlı bir şekilde
kaybediyoruz canlarımızı. Kimimiz patlayarak, kimimiz hain pusuda, kimimiz
yanarak, kimimiz hız meraklısı bir zengin eliyle, kimimiz denetimsiz asansörün
yere çakılmasıyla, kimimiz madende göçük altında, kimimiz depremde, kimimiz
selde ölüyoruz. Bir de bunların yanında eğer kadın ya da çocuksanız tecavüzle
gelen bir ölüm var, bir de töre…
Ölüm Allah’ın emri ama bizdeki ölümler daha çok kul eliyle…
Her şeyden ucuz bizde ölmek. Hatta öyle ki hiçbir can bir koltuk etmiyor.
Yüzlerce can gidiyor bir koltuk gitmiyor. Çok değil, daha birkaç gün önce on
iki can gitti. On bir çocuk, bir kadın görevli ama yine de gitmez tek bir
koltuk gitmeyecek. Tüm bu olaylar kadere bağlanacak, yeni ölümlere kadar
sessizliğe gömülecek herkes…
O hale geldik ki ‘Acaba bugün memlekette hangi felaket
olacak?’ endişesi ile açıyoruz gözlerimizi artık sabahları.
Kafamın içinde onlarca düşünce, bir sürü tepki, tarifi anlatılamaz
bir üzüntü ve içten içe kanayan bir yara gibi sık aralıklarla acıyı en derinden
hissettiren sızlamalar…
Kelimeler ya da yaşananlar üzerinden ajitasyon yapmak
istemiyorum. Hani hep yakıştırılır eli kalem tutanlara; “kelimeleri dans
ettirenler” denir ya. Şimdi ne dansın sırası ne de “şöyle olsaydı, böyle
olmalıydı” gibi beylik lafların… Yas tutmanın vaktidir şimdi, bazen gözden
damlayan bir yaşın özgürlüğü içinde bazen de boş bakan gözlerin derinliğinde…
Bugünlerde aklıma hep Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı
isimli şiiri geliyor. “Ah ki oğlumun
emeğini eline verdiler” diyordu o şiirinde. Aynen öyle oluyor benim
ülkemde. Çocuklarımızın, arkadaşlarımızın emeklerini... Kenetlenmiş ellerine…
“Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor / Bir
yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: / Yani ki onu oyuncakları olduğuna
inandırmıştım” dizeleri geliyor sonra usuma. Ne doğruydu; bazı çocuklar,
oyuncakları olduğuna inanarak büyüyordu güzel ülkemde.
Hele de zamansız ve hak edilmeyen ölümleri var ya... Düşman
elinden ve kalleşçe gelen ölümler... Aniden gelen, zamansız...
Hani birde arkanda dünyayı kucaklamaya ellerini açmış, çocuk
bakan ve mezar taşına yaslanarak ölümü anlamaya çalışan gözler bırakıyorsan
geride...
Bu gözyaşlarının hesabını kim verir, kimin gücü bu hüzün
dolu bakışlı küçük çocukların hüznünü yüzünden silmeye yeter. Gözlerde
bırakılan yüzlerce soru ve acı dışında ne kalır bu gözlere.
Hiç beklenilmeyen ama anında onca yaşamı değiştiren, ölümün
soğuk yüzüyle karşılaşmak zorunda kalıyoruz her gün. Bir saniye içinde değişen bakışlara, gözlerde
bir perde olup kalacak ve bir daha eksik olmayacak hüzünlere mi yoksa çok kısa
zaman içinde acıyla büyüdüğüne mi üzülsek...
Bu acıları yaşayanların bakışlarına dokunarak, gözlerine
inen o hüzün perdesini kaldırmak ve sessizce akan gözyaşlarını silmeye gücümüz
yetebilse de silsek... Bari bunu başarabilsek...
Bu duyguyla yaşamak zorunda kalmak çok zor. Elinizden alınan çocukluğu birileri geri
verebilecek mi sana? Birden değişen o bakışlarına birileri bir gülümseme üfleye
bilecek mi? Senin yarına olan inancını elinden alan, çocukluğunu bir ağacın
kökünü keser gibi kesen ve gözlerindeki gülümsemeyi yok edenlere ne olacak? Bu
sorulara cevap veren, hatta soran bile kalmamış gibi görünüyor.
Ölümler kadar öldüren bir gerçek de şu ki toplum olarak
toplu katliamlara alışıyoruz! Artık bir terör eyleminde veya başka bir olayda
birkaç kişi ölünce daha sakin karşılar olduk, sıradan bir olaymış gibi. Belki
de artık doyduk ölüm haberlerine. Sıradanlaştı bizim için. Ölümlere alışmak ya
da hayatın parçası deyip kabullenmek… Adına ne denilirse denilsin gerçek olan
şu ki her geçen gün biraz daha robotlaşıyoruz. Artık toprağa düşen her genç
bedenin arkasından sadece vicdanımızı kandırmak adına ‘yazık oldu’ diyoruz. Hiç kimse rahatından ve kazancından zerre
kadar taviz vermiyor. Buna rağmen hep aynı nakaratla “Bu ateş sönsün artık”
deyip geçiyor birçok insan. Samimiyetsizlik gözle görülür bir hale gelmiş. Hiç
kimse kılını kıpırdatmıyor.
İnsan yaşamının ucuz sayıldığı toplumların geleceği aydınlık
olmaz, olamaz. İnsan yaşamına ve insan haklarına saygılı olmayan toplumların da
devletlerin de geleceği aydınlık olmaz.
Ölümleri kanıksamayalım ve ölümler üzerinde politika yapmayalım!
Ölümlere alışmak en çok insanlığı öldürür... En kötüsü de budur: Ölümlere alışmak. Her
şeyi unutan ülkemde kalbimize siyah bulutları örterek susmak en kötüsü…
Aklımda üç soru:
Ölmek mi, kalmak mı daha zor?
Ölüme alışmak mı ya da ölümün bize alışması mı daha zor?
Neden bu kadar ucuz insan hayatı?
Arzu KÖK
Ölmek yok be çocuk, yaşamak esastır.ileride güzel günleri görmek için yaşamalı. Bak ileride birtakım işaretler görünüyor işte. Bunları ben bugün 86 yaşımda görüyorum da sen görmüyor musun be çocuk! Ne demişti T. Fikret: "Her karanlık gecenin bir sabahı vardır" Sana dam dolusu selamlar...
YanıtlaSil