1 Ekim 2017 Pazar

Yoksulluk - Arzu KÖK

YOKSULLUK

TÜRK-İŞ Araştırmasının Ağustos 2017 ayındaki sonucuna göre: 

      - Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.504,74 TL, 

- Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalarının toplam tutarı ise (yoksulluk sınırı) 4.901,42 TL oldu.
   
     - Bekar bir çalışanın aylık yaşama maliyeti ise 1.880,65 TL olarak gerçekleşti. 


Bu verilere baktığımızda Türkiye’de yoksulluğun nasıl giderek artış gösterdiğini de görebilmekteyiz. Bu yoksulluk gerçeği, son yıllarda ülkemizde derinleşiyor, boyutlanıyor, çeşitleniyor. Buna karşılık bir o kadar da görünmezleştiriliyor. 

Bundan yirmi otuz yıl öncesinde daha çok bir "acıma" gerekçesi olan yoksulluk, şimdi daha çok bir dışlama, korku, hatta nefret gerekçesi olarak çıkıyor karşımıza! Yoksul mahalleleri, yoksulluk imgesi, tekinsiz bir "varoş" terimiyle ürkünçleştiriliyor. Bu korkuyu büyütenlerin kendi zengin gettolarında yaşadığı içe kapanma ve cemaatleşme süreci, "toplum" veya "kamu" adına daha az ürkütücü değil oysa.

Dünya Bankası raporlarına göre, dünya nüfusunun beşte biri uluslar arası yoksulluk sınırlarının altında yaşıyor. Türkiye'de de giderek artan gelir eşitsizliği sonucu, yoksulların sayısı artıyor ve gün geçtikçe zengin ile yoksul arasındaki uçurum daha da derinleşiyor. Buna rağmen Türkiye’de ve dünyada sürekli yoksullukla mücadele konusu gündeme taşınıyor. Bir türlü dillerden düşmüyor. Ne yazık ki bu mücadele yalnızca sözlerde kalıyor. Çünkü aslında bu sözde mücadele yoksulluğa bir çözüm üretmekten çok yoksulluğu yönetme kaygısı taşımaktadır. Liberal politikaların hâkim olduğu bir düzende yoksullukla mücadelenin başarıya ulaşma olasılığının mümkün olmadığını artık çok iyi bilir duruma geldik yazık ki…

Yoksullukla mücadele her şeyden önce sosyal yanı güçlü bir merkezi ve yerel bütçe programıyla olanaklıdır. Bütçenin içinde yer alan eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının nicel ve niteliksel ağırlığı artırılmadan mevcut yoksulluk göstergelerinin geriletilmesi mümkün değildir. Oysa Türkiye' de uygulanan bütçe programları bu açıdan tam tersi bir gelişme göstermektedir yıllardır. Önümüzdeki dönemde de bu gidişatın tersine döneceğine dair bir umut bulunmamaktadır. Bu sadece Türkiye'ye özgü bir gelişme değildir. AB ülkelerine baktığımızda da, Avrupa' da ki birçok ülkenin bütçe yapılarının son yıllarda giderek sosyal içerikten uzaklaşmaya başladığını, sosyal dışlanma göstergelerindeki hızlı artışa rağmen bütçeler aracılığıyla bir karşı politikanın oluşturulamadığını izlemekteyiz. Bugün için AB ülkelerinde de en birincil sorun artık sosyal dışlanma olmuştur.

Tüm bu sorunlara rağmen kamu kaynaklarının yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele amaçlı yeniden dağılımının söz konusu olamamasının başında, sistemin mağdurlarının siyaset alanında uzak kalması gelmektedir. Yoksullar siyasete uzak, siyaset ise yoksulları dışlamış durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri yoksulların siyasetle olan bağını kuracak olan emek dünyasının içinde bulunduğu dinamiklerdir. Esnek çalışma, sendikasızlaşma, güvencesizlik gibi konuların yanı sıra, emek dünyası da siyasetten giderek uzaklaşmış ve bu siyasetsizliğin ikamesi toplumsal farklılıkların bir karşıtlığa dönüştürüldüğü yerden inşa edilmiştir. Bu süreç yoksullaşmayı toplumun en geniş kesimlerine kadar yayarken, yoksullukla mücadele de yeni bir form kazanmış olmuştur.

Bu yeni form, yoksulluğun yönetilmesi başlığıyla karşımıza çıkıyor. Yoksulluk bir yanıyla bütçelerden dışlanırken, mücadele alanı, toplumun kendi inisiyatiflerine bırakılıyor. Hayırseverlik, yardımlar, çadırlar, okul yapmalar, ekrandan para bağışları gibi gösterilerle toplumsal refleksler bütçeden, kamu kaynaklarından uzak tutulurken, diğer taraftan kamu kaynaklarının kendi iç kompozisyonu yeni bir biçime kavuşturuluyor. Bunların başında bütçenin iç yapısındaki gelişmeler gelmektedir. Kamu çalışanlarına ayrılan kaynakların giderek kısılması ile ortaya çıkan kaynaklar sosyal nitelikli kamu harcamalarına aktarılmakta, böylece yoksullar arasında bir yeniden bölüşüm işlevi gerçekleştirilmektedir. Oysa kamu çalışanları son yirmi yılda göreli olarak toplumun en hızlı yoksullaşan kesimini oluşturmaktadır.

Ekonomideki sermaye lehine olan düzenlemelerden taviz verilmeksizin sürdürülen bu politika yoksulluğun yönetilmesi adını alarak karşımıza çıkmaktadır. Yoksullaşan kesimleri genişleterek yoksullar arasında ikinci bir gelir dağılımı politikasıyla toplumun en alt kesimine yönelik kaynak aktarımları toplumun orta gelir gruplarından sağlanmakta, sürdürülebilir bir yoksulluk düzeyinde buluşma sağlanmaya çalışılmaktadır. Başta kamu çalışanları olmak üzere emekçilerin yüklendiği bu yeni maliyet, yoksulluk görüntülerinin yaygınlaşmasının yanı sıra yoksulluğu kalıcı hale getirmekte, yoksulluğa karşı bir mücadele alanı olarak kabul ettiğimiz sosyal yaşam düzeyinin korunmasına dair talepleri budamaktadır.

Bu taleplerin savunucusu ve bunları siyaset sahnesine taşıyacak olan yegâne güç olan emek mücadelesi de bu süreçte giderek zayıflamakta ve bu mücadelenin yerini doldurabilecek yeni dinamikler oluşamamaktadır. Önümüzdeki dönemde yoksullukla mücadele yine bu alan içine sıkışacak ve devletin uygulayacağı yoksullukla mücadele programı emekçiler üzerinden sürdürülecektir her zaman olduğu gibi. Gerçi şimdiye kadar başarılı olamamıştır ya neyse…

1992 yılında BM Genel Kurulu 17 Ekim’i yoksulluğun yok edilmesi uluslararası günü olarak belirlenmiş.. Çeşitli önlemler tanımlanmış ve yapılması gerekenler konuşulmuş ve konuşulmakta. Ne yazık ki bunlar sembolik tepkilerden öte gidemedi. Kopenhag Dünya Kalkınma Zirvesiyle 1995 yılında gerçek bir hüviyet kazanan bu mücadele anlayışı benimseyerek, zenginlerle yoksullar arasındaki açığın arttığını ve konunun bir zorunluluk olduğunu deklare etti. Ancak kalkınma kelimesiyle beraber önemli hale gelen yoksulluk, küresel sermaye sistemini bu konuya ilgi konusunda teşvik etti. Zira yoksulluk kalkınma fikrinin altını boşaltan, temellerini çürüten ve doğmadan öldüren bir tehlikedir, yani yoksulların bulundukları durumdan kurtarılması ekonomik kalkınmanın mecburiyetidir.  Buna rağmen, tehlikeli görünen bu fikir bile egemen güçleri yoksullara yardım etmeye ikna etmemiş, imzalanan protokollere çekince koymuşlardır.

Yoksulluk özellikle de ülkemizin mücadele edilmesi gereken önemli sosyal sorunu haline geldi maalesef. Ancak bu sorunun çözümü adına mücadele edilmesi insanlık onur ve şerefine layık bir şekilde yapılması gerekirken; pazarın genişlemesi, tüketimin artırılması yani yoksulların hayattan kopmadan küresel sermayenin nesnesi haline gelmesi, sermaye elitlerinin ve iktidar taliplisi siyasiler ile hükümetlerin yeni politikalarının amacı haline geldi. Bugün dünya, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sermayeleşti ve sadece merkezlerde değil kenar köşe bölgelerde bile paraya, kazanca, menfaatlere dayalı bir hayat ideali her yeri habis bir ur gibi sardı. Ancak, bu çılgın kazanç insanlara ortak bolluk, bereket ve refah olarak geriye dönmedi, acılar azalmadı, sefalet hafiflemedi; az bir grubun tutkularının, hırslarının, sonu gelmez isteklerinin, şımarık bencil beklentilerinin kazanılabilmesi, egemenlik ve güç elde edilebilmesi için vahşice kullanıldı. Özellikle de ülkemizde nedendir bilinmez had safhaya ulaşmış durumda. 

Günümüzde çeşitli araştırmalar, teorik tanımlamalar yapılıyor, raporlar hazırlanıyor, sayılar, istatistikî veriler havalarda uçuşuyor, ancak kimse yoksulluğa çözüm üretmiyor. Büyümenin artması, kalkınma, ilerleme gibi büyülü sözlerin arkasından yoksullaşan insanlara bir dolarlık değer biçen bu algı, yoksulluk dediği bu hayatı düzeltmek, bebek ölüm oranlarını düşürmek, açlığı ortadan kaldırmak, kötü beslenmeyle mücadele etmek, kişi başına düşen geliri artırmak, eğitim ve sağlık hizmetleri oranını yükseltmek için esaslı hiçbir şey yapmıyor. 

Bir zamanlar içimizde olan fedakârlık, diğerkâmlık, yardımlaşma gibi insani tüm değerlerimiz,  finansal tanımlamaların ve ihtiyaçların belirlendiği tüketim çılgınlığının içine hapsedilip yok edildi. Yoksulluk hâlâ var ama insanlık yok olmuştur. 

Yoksulluk sadece maddi değil aynı zamanda insanidir de… Hâlâ görmeyecek misiniz etrafınızdaki yoksulları?  Mücadele etmeyecek misiniz?  


Arzu KÖK

1 yorum:

  1. Türkiye ekonomik yönden de sorunlar içindedir.insanlar bugünün sıkıntılarını bir kenara bırakıp geleceği görmek istemektedirler.Sorunlar sanki güncel olarak bir çözüme bağlanmaktAdır.Vergiler konuşulmaktadır ama devletin nereden tasarruf yapabileceği hakkında bir bilgi de yoktur.

    YanıtlaSil