17 Mart 2019 Pazar

İnsani Değerler!... - Arzu KÖK

İnsani Değerler!...

TOLSTOY'un "İnsan Ne İle Yaşar " adlı kitabında, Çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır.


- Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım.” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin.” Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takâti. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz… Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler. Reis Pahom’un mezarının başında durur şöyle der: “Bir insana işte bu kadar toprak yeter." Mütemadiyen biriktirmek istiyoruz. Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev… Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük… Tüketmeye de çok meraklıdır insan. Biriktirdiği paranın, eşyanın, malın mülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir… Benlik biriktirirken, benliğini tüketir… Sofraya koyabildiğimiz bir bardak çayın, zeytine, ekmeğe ulaşabilmenin bir zenginlik olduğunu ne zaman fark edeceğiz?” 

Gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar fakiriz hepimiz aslında. Ancak kimse bunun farkında değil. Kimse kendinden başkasını düşünmüyor. Tek düşünce “Nasıl daha zengin olabilirim, nasıl bir ülkenin tepesinde olup, tek hakim olabilirim, iş yerimde nasıl yükselebilirim?... vb…” Hadi diyelim ki oldunuz, ne kazanacaksınız? Elde ettiğinizi düşündükleriniz sizi gerçekten de yüce bir insan mı yapacak? Peki nerede kalacak insanlık, insani değerler? Gerçi içinde yaşadığımız sistem size bunun gerekliliğini anlatıyor devamlı.
Hani derler ya her ülkenin bilinç altında işleyen derin bir düzeni vardır. Yazık ki bu düzen bizim ülkemizde de var ve bitiriyor gün be gün insanlığı, gerçek değerleri. Yazıktır ki artık; Türkiye ‘de yaşayan bir insan bilir ki; 

-Yasaları hiçe sayarak bir bina yapsa, devlet onu yasallaştıracak…

-Trafik kurallarını görmezden gelerek ceza yese, devlet o cezaya bir kolaylık sağlayacak…

-Sınıfta kalmak istese bile, geçecek…

-Hırsızlık yapsa, ifadesini verip savcılığın kapısından çıkıp gidecek.

-Tecavüz suçu işlese, mahkeme salonundaki ezik duruşundan “iyi hal” indirimi alacak.

-Taraftarı olduğu spor kulübü borca batsa, devlet o borcu üstlenecek…

-Vergi borcu olsa devlet o borcu yapılandıracak…

-Kredi kartı harcaması konusunda itidali elden kaçırsa, devlet, bankalarıyla bu borcu düzenleme yoluna gidecek…

Durum böyle iken kişiler kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyecek, çevresindekileri rahatça ezecektir. Kısacası bir vatandaş olarak hiçbir zaman kurallara tam riayet etmesi, başkalarının haklarına saygı göstermesi, vatandaşlık hukukunu ciddiyetle koruması gerekmeyecek.

Neden mi böyle? Çünkü devlet halkın sorumluluğunun idrakinde bir yetişkin olmasını, kurallara/yasalara harfiyen uymasını istemiyor da ondan. Devlet halkın hep “çocuk” kalmasını, arkasında toplanacak bir şeyler bırakmasını istiyor ve bunun için çabalıyor sanki.

Siyasi propagandaların müzikle, eğlenceyle, şarkı sözleriyle iç içe geçmiş hafif yapısı ve ona buna sataşmalardan oluşan siyasi konuşmalar, bu çocuksu iklimi gösteriyor. Size bağımlı, kural tanımaz bir çocuğu oyunla kandırabilirsiniz ama mantıklı ve bağımsız bir yetişkini asla… Bu yüzden halkı sorumluluğunu bilmeyen ve eğlenceyle gönlü alınan bir çocuk düzeyinde tutmak, yönetmeyi garanti etmek anlamına geliyor. Aynı zamanda ülkeyi yasa tanımazlığa mahkûm etmiş de oluyorsunuz böylece.

Pascal önemli bir tespitinde, ” İnsan her yönden muhtaç bir varlıktır. Bütün ihtiyaçlarını giderebilecek olanları sever sadece…” diyor. Kuralsızlığı teşvik edip ardından afla ödüllendirmek, böyle bir şeyi amaçlıyor olsa gerek. Yazık ki amacına da ulaşıyor gibi…

La Monde Diplomatique yıllarca önce ‘Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’ adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Yazar Claude Julien’in makalesinde Petain Dönemi’nde egemen olan ruh halinin bütün bir toplumsal sınıfı etkilemiş olduğunu anımsatır. 

Türkiye’de olan da budur. Kırsal kültür zaten üstünkörü var olan çağdaşlık düşüncesini esir ya da satın almıştır. Ülke özellikle insani değerler açısından bitim noktasına gelmiş, getirilmiştir. Yazık benim güzel ülkeme, insanıma…

Arzu KÖK

7 Mart 2019 Perşembe

Kadın!... - Arzu KÖK

Kadın!...

Kimdi kadın? Hiç düşündünüz mü? J. Saul şöyle tanımlıyor: “Beş bin yıldır kadın; kölenin kölesi. Ücretli kölenin evdeki hizmetçisi. Köylünün namusu. Küçük burjuva aydınının içki sofrasında mezesi ve ilişki albümünde yeteneğinin övüncesi. Kapitalist pazarın cinsel metası. Dindarın kapatması. Tanrının şeytanı. Erkek avcıların gülü, sözde aşk meleği . Oysa o, insanı "Rahminde" var edip, yaratan! Emziren, emeği ile büyüten, yani insan toplumunun sahibi...”

 Nazım Hikmet şiirinde şöyle tanımlıyor:
“Ve kadınlar 
bizim kadınlarımız: 
korkunç ve mübarek elleri 
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle 
anamız, avradımız, yarimiz 
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen 
ve soframızdaki yeri 
öküzümüzden sonra gelen 
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız 
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki 
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda 
ışıltısında yere saplı bıçakların 
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan 
kadınlar, 
bizim kadınlarımız”

Nazım Hikmet bu şiiri 1941 yılında yazmış. Peki 1941’ de yazılan bu satırlardan günümüze değişti mi acaba kadınımızın yeri? Pek değil. BM Kalkınma Programı’nın (UNDP) yıllık ‘İnsani Gelişme Endeksi’ raporunda bu yıl üç sıra birden gerileyerek 79’uncu sıraya inen Türkiye, kadınlara fırsat eşitliği sunulması konusunda da alarm veriyor. Rapordaki ‘Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’ (GEM) verilerine göre, Türkiye, bu alanda Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de gerisinde kalarak 109 ülke arasında 101. oldu. 

Ama siyasiler tüm bunları görmezden geliyor ve bakın neler söylüyorlar:

 “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek.”
“Kadına şiddet abartılıyor.”
“Kız mıdır kadın mıdır bilemem.”
“Örtüsüz kadın ya satılıktır ya da kiralıktır.”
“Kadına şiddet azaldı fakat haberleri arttı.”
“Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak.”
“Kadın ve erkeğin eşit olması fıtrata ters.”
“Kadının tek kariyeri annelik olmalı.”

Bunlara ek olarak bir de kadınların hamileyken sokağa çıkmasını istemeyen profesörler, flörtün fahişelik olduğunu iddia edenler, kızlı erkekli evlerde kalınıyor diye hedef gösterenler…vs. bir sürü saçma sapan söylem var. Bunların hepsi cahil, eğitimsiz, kendini kadından üstün gören erkek müsveddelerini kadına karşı öfke ile dolduruyor. Bir de buna ülkede hakim olan "ben yaparım olur" dayatmasını eklerseniz, erkekler dayatarak, sırf kendi istedikleri için bazı şeylerin olmasını bekliyorlar. Olmayınca da "bir sus Hatun" misali kadını susturma yoluna gidiyorlar. Susturamadıklarında ise şiddete, öldürmeye, tecavüze varan bir noktaya gidiyorlar.

Son 17 yıldır kadın cinayetleri 14 kat arttı.  Kadın katillerinin sebep olarak gösterdikleri hep yukarıda saydığım söylemler olmuştur. (Açık giyindi, terk etti, yemek yapmadı gibi) Yargı sistemi ise nedense kadın katillerini sürekli akladı bugüne kadar.  Kadın katilleri sudan sebeplerle indirimler aldı, serbest kaldı. 

 Ülkemizde taciz ve tecavüz hızla artarken ana akım medya ve iktidar cinsel şiddete münferit olaylar muamelesi yaptı. Oysa taciz ve tecavüz cinsellik değil, gericilikten beslenen şiddet eylemleridir. Tecavüzcüler ise ruh hastası ya da sapık değil, birilerinden cüret alan gericiler, kadın düşmanlarıdır. Tecavüzcülere “akıl sağlığı yok” gerekçeleriyle indirimler verilmekte, kadının içkili olup olmaması, geçmişi, davalarda hafifletici sebep olmaktadır. Bazı medya kanalları “Mini etek giyen tecavüze uğrar.” diyerek tecavüzü normalleştirir hale gelmiştir. 

Kadın bedeni üzerinden gerici bir siyaset anlayışı uygulanmaktadır. Neoliberal  politika uygulayanlar, ucuz iş gücü ordusuna ihtiyaç duyarlar. Bu noktada ise hedef kadın bedenidir. “En az üç çocuk, anne olmayan kadın eksiktir” gibi söylemlerle kadınlar çocuk doğurmaya zorlanıyor. Doğum kontrol yöntemleri vatana ihanet olarak adlandırılırken, kürtaj ise katliam olarak tanımlanıyor. “Tecavüze uğrayan doğursun devlet bakar.” ve “Tecavüze uğradıysa niye çocuk ölsün, annesi ölsün!” söylemleri ise kadınların aklından uçup gitti mi bilmiyorum. Bu yönde bir karar çıkmış olmamasına rağmen kürtaj fiilen devlet hastanelerinde uygulanmamakta, doğum kontrol yöntemleri ise günden güne daha da yüksek bedellere ulaşmaktadır. 

Kadın yaşamının her alanında gerici bir baskıya maruz kalmaktadır. Sunulan ideal kadın tipolojisi; evden çıkmayan, iffetli ve erken yaşta evlenip çocuk doğuracak kadınlardır. Laikliğe yönelik saldırılar ve gericilik, oluşturulmak istenen bu kadın için referans niteliğindedir. Kadınların sokakta attığı kahkahadan, sürdükleri kırmızı ruja, giydikleri eteğin boyuna kadar gündelik yaşamlarının en ufak parçaları bile saldırının hedefi olmuş durumdadır ne yazık ki.

Kadını bastırmak, köleleştirmek istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki kadınlar güçlüdür,  kararlıdır. Yapmak istediklerini gözlerini kırpmadan korkusuzca yapabilme becerileri vardır. Hele ki sorun sevdiklerini korumak olunca gözlerini dahi kırpmadan icabında ölüme bile giderler.

Erkekler kadınların bu üstünlüklerinin sezgisel olarak farkındalar. Bu nedenledir ki kadınları ezmeye çalışmışlardır yıllardır. Kadının okumasına, ekonomik bağımsızlığını kazanmasına, sosyal statülerinin yükselmesine hep karşı çıkarlar. Kadını eve kapatmak, başını bağlamak, şiddet uygulamak, siyasette söz sahibi etmemek gibi hareketler hep erkek çaresizliğinin sonucudur. Zira kadınlar bu güçleri de ellerine geçirirlerse, kendilerine ekmek çıkmayacağından korkarlar.

İşte bu nedenledir ki, gücünü yüreğinden alan kadınlarımız artık hak ettiği yere ulaşmasını da bilmelidir. Yıllar önce vatanı için yaptığı birlikteliği aynı şekilde kendi ve gelecek nesillerin aydınlığı için de gerçekleştirmelidir. Gerçek yerini ve gücünü tüm görmek istemeyenlere göstermeli ve almalıdır. 

Bu anlamda ülkemin bütün kadınları uyanın artık, uyanın… Anasınız, ablasınız, bacı, kardeş, eş ve çocuksunuz. Her koşulda başların tacısınız. Ulusal Kurtuluş Savaşımız kadınlarımızın nasır tutan elleri ve sevgi dolu yüreğiyle kazanıldı. Kurtuluş Savaşında eli silah tutan Fatma Bacım gibi, ülkesini savunmada kahramanlık destanı yazan Nene Hatun gibi, adı bu ülkemizin topraklarına karışan binlerce anamız bacımız gibi direnelim, direnelim… 

Arzu KÖK

5 Mart 2019 Salı

Elden Ayaktan Kesilmek!… - Arzu KÖK

Elden Ayaktan Kesilmek!…

Cumhurbaşkanı 31 Mart seçimleri kapsamında seçim çalışmalarına devam ediyor. Ardahan'da konuşan Cumhurbaşkanı,  65 yaş üstüne sağlanan ücretsiz ulaşım hakkına ilişkin, “Biz 65 yaş üstüne bedava yaptık. 65 yaş üstündeki vatandaşım elden ayaktan neredeyse kesiliyor. Onlar bedava kullanıyorlar. Ve bunlar sırtında küfe yok.” dedi.

 Açıkçası bu haberi gördüğümde inanamadım. Birileri bir şaka yapıyor sandım. Zira daha kaç gün önce Cumhurbaşkanı da 65 yaşına basmamış mıydı diye düşündüm. Hani kendi bulunduğu yaş kuşağını nasıl bu şekilde anlamlandırır dedim kendi kendime. Sonra baktım ki haber doğru. Bu doğruluk kesinleşince de aklıma bin bir soru geldi?

Mesela madem 65 yaş elden ayaktan düşme yaşı ise neden emeklilik için o yaş sınır olarak kondu? 65 yaşında elden ayaktan düşmüş insan gençlik yıllarında sarf ettiği emeğin tadını ne zaman çıkaracak? Bu insanlara o zaman siz hiç yaşama, yaşamdan zevk alma hakkı tanımıyorsunuz demektir. Ya da elden ayaktan düşme yaşına geldiği halde çalıştırdığınız o insanların ekonomiye ne katkısı olacak? Onca genç açıktayken?

TÜİK verilerine göre Türkiye'de 65 yaş üstü nüfusun çalışma oranı yüzde 17 arttı. İyi bir şey mi bu? Hadi Polyannacılık yapalım ve diyelim ki Türkiye insanının genç ruhunun yansıması diyelim de değil. Yazık ki arkasında büyük bir dram gizli. Çalışmak tabii ki her yaşta güzel. Ancak mecburiyet işin içine girdiği zaman, hayat drama dönüşüyor. Gençlik yıllarında sarf ettiğiniz emek, yaşlılığınızı taşıyamıyor. Yaşlılıkta iş yükünü kaldıramıyor. Bu çıkmazda hayatınızı hiç mola vermeden çalışarak yaşamanıza sebep oluyor. 

Oysa pek kişi emeklilik sonrası için hayal kurar bu ülkede. Ancak tüm o, emeklilik sonrası yerleşilecek olan sahil kasabası, huzurlu bir yaşam hayal olarak kaldı. Oğlanın okul masrafları, kızın düğünü derken yetmedi gene gençliğimizin emekleri, iş kaldı yaşlılığa. Oysa ki çoktan hak edilmiş olmalıydı gençlik yıllarında kurulan hayaller. Kimi torun büyütmeliydi, kimi bahçesini ekip biçmeliydi. Yıllar yılı iş hayatında yıpranan ruhunu dinlendirmeliydi. Yabancı emeklilerin yaptığı gibi dünyayı gezebilmeliydi belki de. Ama hayat şartları gene izin vermedi. Yılların yorgunluğunu taşıyan bedenler; gene iş başında. Gene ay başı, ay sonu hesapları, çarşı pazar telaşı… Geçmiş yıllarda da böyle değil miydi zaten? Gene ay sonu zor getirildi. Yıllar geçti, şartlar değişmedi. Hayalller mi? Onlar orada bir yerde duruyor öylesine…


İstenilen, maddi endişelerin olmadığı bir yaşlılık geçirmek aslında. Ancak ülke verilerine göre artan bir endişe söz konusu. Her yaştaki insanı geçim derdi sarmış. Çalışan genç nüfus istiyoruz biz. İşsiz gençler değil, yorgun yaşlılar değil. Bir de emeklerimizin güvencesinde olsun istiyoruz yaşlılığımız. Fazla bir şey değil aslında. Bizim de gülen, mutlu yaşlılarımız olsun. Hayata endişeyle değil, güvenle bakabilen. 
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, insanların hayatındaki en mutlu dönem 50. yaştan sonra başlıyor. New York’taki Stony Brook Üniversitesi tarafından 340 bin kişiyle yapılan ankette, katılımcılara “neşe, mutluluk, stres, endişe, öfke ve üzüntü” hislerini ne oranda hissettikleri soruldu. Ankette, stres ve öfke hissinin 20’li yaşlardan sonra azaldığı ve insanların 50 yaşlarından sonra daha az endişe duymaya başladığı belirlendi. Bu yaştan sonra da sabit kalan tek olumsuz duygunun üzüntü olduğu bulundu. Stony Brook Üniversitesi’nden Psikolog Dr. Arthur Stone, “İnsanlar, kronik hastalıkların baş göstermesiyle hayatın kötüye gideceğini düşünür ancak böyle olmuyor. Çünkü 50 yaşından sonra insanlar aile ve arkadaşlar gibi iyi şeylere odaklanıyor” dedi.

Bu araştırmayı okuduğumda açıkçası gülümsedim. Dedim keşke bu araştırma Türkiye’de yapılsaydı diye düşündüm. Zira eğer burada yapılmış olsaydı bu araştırma çıkan sonuç bunun tam tersi olurdu. Zira Türkiye’de yaşlılar ve emekliler mutsuz. Mutsuz oldukları içinde sevdikleri şeyleri yapamıyorlar, hayata tutunamıyorlar, sürekli bir endişe duygusu içerisinde yaşıyorlar. Bu nedenle de üretemiyorlar. 

Dünyaya baktığımızda yaşlılıktan, emeklilik sonrası ne cevherler çıkmış ortaya… Mesela:

- Harry Bernstein, 2007'de 96 yaşındayken çıkan anı kitabı The Invisible Wall: A Love Story That Broke Barriers ile şöhrete kavuştu.
- Anna Mary Robertson Moses, bilinen ismiyle Büyükanne Moses, resim kariyerine 78 yaşında başladı. 2006 yılında resimlerinden biri tam 1.2 milyon dolara satıldı.
- Harland Sanders, bilinen adıyla ise Colonel Sanders, 1952'de KFC'yi kurduğunda 62 yaşındaydı.
- Laura Ingalls Wilder, 1932'de ilk kitabı Little House'u çıkardığında 65 yaşındaydı. Sonrasında ise çocuk edebiyatı klasikleri arasına girmeyi başardı.
- Marina Abramovic, dünya çapında üne kavuştuğunda 64 yaşındaydı.

Bunlar sadece birer örnek. Araştırmaya dönersek, tuzu kuru ülkelerde ‘Mutluluk 50 yaşından sonra başlar’ sözünü kullanmak doğrudur. Adamlar, düzenlerini kurmuşlar, güvencelerini sağlamışlar, hastalık ve ölüm olaylarını en arkalara atmışlar, 90’lı yaşları yaşamayı garantilemişler. Ektiğini biçerken, armut ağacının altında uzanıp armutları toplayıp yerken elbette mutluluk orada fazla olur. Türkiye’de 50’li yaşlardan sonra sıkıntılı bir dönem başlar. 50’li yaşlardan sonra her anlamıyla dış dünya size kapalı olur. El monoton hayat! Geçim derdi büker öncelikle belleri. Çocuklar evlenmek ister, sizde para yok, pul yok bir sürü masraf var. Kredi kartlarının borçlarını emekli maaşıyla ödemeye çalışırsınız. Yani Türkiye’de “50 yaşımdan sonra mutluyum, mutluluğu bu yaştan sonra yakaladım” diyen yüzde 10 oranında bile çıkmaz.

Yabancı ülkelerde 50’li yaşlardan sonra düzenlerini kurmuş oluyorlar, emekli maaşları da iyi oluyor, dünya turuna çıkıyorlar. Sağlık güvenceleri de var, tabii ki mutlu olacaklar ayrıca bütün kapılar onlara açık oluyor. Yabancı ülkelerle bizim ülkemiz asla kıyaslanmaz. Bizim ülkemiz kendine özel dertleriyle, aydınlığa kavuşma savaşı verirken nedense aydınlık yolunda meşale taşıyanlara çelme takılıyor. Mutlu olacağınız varsa bu nedenle olamıyorsunuz. 

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Cumhurbaşkanı sizi elden ayaktan düşmüş yaşlılar olarak niteliyor ki gelin ki mutlu olun… İşin ilginç tarafı ise kimse de sormuyor: “Bizi sefalete mahkûm eden düzeni değiştirseydiniz bugün bu halde olmazdık.” demek…

Arzu KÖK