Ölümlere Alışmak!..
‘Acaba bugün memlekette
hangi felaket olacak ?’ endişesi ile açıyoruz gözlerimizi artık
sabahları. Madende, trafikte, karakolda, çocuklara oyuncak götürürken, barış
için yapılacak mitinglerde, turistik bir gezi yaparken, yorgun argın işinden
çıkmış evine giderken, askerde, evinde, dağda… Kaç cana kıyıldı bu güne kadar?
Ölümler, ölümler…

Kafamın içinde onlarca
düşünce, bir sürü tepki, tarifi anlatılamaz bir üzüntü ve içten içe kanayan bir
yara gibi sık aralıklarla acıyı en derinden hissettiren sızlamalar… Kelimeler
ya da yaşananlar üzerinden ajitasyon yapmak istemiyorum. Hani hep yakıştırılır
eli kalem tutanlara kelimeleri dans ettirenler denir ya. Şimdi ne dansın sırası
ne de “şöyle olsaydı, böyle olmalıydı” gibi beylik lafların… Yas tutmanın
vaktidir şimdi, bazen gözden damlayan bir yaşın özgürlüğü içinde bazen de boş
bakan gözlerin derinliğinde…
Bugünlerde aklıma hep Ece
Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı isimli şiiri geliyor. “Ah ki oğlumun
emeğini eline verdiler” diyordu o şiirinde. Aynen öyle oluyor benim ülkemde.
Çocuklarımızın, arkadaşlarımızın emeklerini... Kenetlenmiş ellerine…
“Bu ölümü de bastırmak için
boynuna mekik oyalı mor / Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: /
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım” dizeleri geliyor sonra usuma.
Ne doğruydu; bazı çocuklar, oyuncakları olduğuna inanarak büyüyordu güzel
ülkemde.
Hele de zamansız ve hak
edilmeyen ölümleri var ya... Düşman elinden ve kalleşçe gelen ölümler... Aniden
gelen, zamansız...
Hani birde arkanda dünyayı
kucaklamaya ellerini açmış, çocuk bakan ve mezar taşına yaslanarak ölümü
anlamaya çalışan gözler bırakıyorsan geride...
Bu gözyaşlarının hesabını
kim verir, kimin gücü bu hüzün dolu bakışlı küçük çocukların hüznünü yüzünden
silmeye yeter. Gözlerde bırakılan yüzlerce soru ve acı dışında ne kalır bu
gözlere.
Hiç beklenilmeyen ama anında
onca yaşamı değiştiren, ölümün soğuk yüzüyle karşılaşmak zorunda kalıyoruz her
gün. Bir saniye içinde değişen
bakışlara, gözlerde bir perde olup kalacak ve bir daha eksik olmayacak
hüzünlere mi yoksa çok kısa zaman içinde acıyla büyüdüğüne mi üzülsek...
Bu acıları yaşayanların
bakışlarına dokunarak, gözlerine inen o hüzün perdesini kaldırmak ve sessizce
akan gözyaşlarını silmeye gücümüz yetebilse de silsek... Bari bunu
başarabilsek...
Bu duyguyla yaşamak zorunda
kalmak çok zor. Elinizden alınan çocukluğu
birileri geri verebilecek mi sana? Birden değişen o bakışlarına birileri bir
gülümseme üfleye bilecek mi? Senin yarına olan inancını elinden alan,
çocukluğunu bir ağacın kökünü keser gibi kesen ve gözlerindeki gülümsemeyi yok
edenlere ne olacak? Bu sorulara cevap veren, hatta soran bile kalmamış
gibi görünüyor.
Ölümler kadar öldüren bir gerçek
de şu ki toplum olarak toplu katliamlara alışıyoruz! Artık bir terör eyleminde
veya başka bir olayda birkaç kişi ölünce daha sakin karşılar olduk, sıradan bir
olaymış gibi. Belki de artık doyduk ölüm haberlerine. Sıradanlaştı bizim için. Ölümlere
alışmak ya da hayatın parçası deyip kabullenmek… Adına ne denilirse denilsin gerçek
olan şu ki her geçen gün biraz daha robotlaşıyoruz. Artık toprağa düşen her genç
bedenin arkasından sadece vicdanımızı kandırmak adına ‘yazık oldu’
diyoruz. Hiç kimse rahatından ve
kazancından zerre kadar taviz vermiyor. Buna rağmen hep aynı nakaratla “Bu ateş
sönsün artık” deyip geçiyor birçok insan. Samimiyetsizlik gözle görülür bir
hale gelmiş. Hiç kimse kılını kıpırdatmıyor.
İnsan yaşamının ucuz
sayıldığı toplumların geleceği aydınlık olmaz, olamaz. İnsan yaşamına ve insan
haklarına saygılı olmayan toplumların da devletlerin de geleceği aydınlık olmaz.
Ölümleri kanıksamayalım ve ölümler
üzerinde politika yapmayalım!
Ölümlere alışmak en çok
insanlığı öldürür... En kötüsü de budur:
Ölümlere alışmak. Her şeyi unutan ülkemde kalbimize siyah bulutları örterek
susmak en kötüsü…
Aklımda iki soru:
Ölmek mi, kalmak mı daha zor?
Ölüme alışmak mı ya da
ölümün bize alışması mı daha zor?
Arzu Kök