20 Mart 2018 Salı

Korkuyorum!... - Arzu KÖK

Korkuyorum!...

90’lı yıllarda bir şarkı vardı hani… Hatırlayan var mı bilmiyorum ama sözleri: "Kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar / orduya istiyorlar, ‘savaş çıkar’ diyorlar / silah veriyorlar anne, bana ‘öldür’ diyorlar…” diyordu.

“Korkuyorum anne” diyor ya şarkı; korkuyu düşündüm… 


‘Şehit’ sıfatında hemfikir, gazete haberlerinde birer fotoğraf karesine ya da isme dönüşen genç insanlara bakıyoruz artık her gün… Korkmuşlar mıdır acaba ölmeden önce? Sormuşlar mıdır son anlarında, “Ben ne uğruna feda edildim?” diye?

Haber bültenleri cenaze törenlerini yayınlıyor. Cenazelerde tabuta yaslanılıp konuşma yapılıyor. Bir adım ilerisinde ölen askerin babası ve yakınları acı içinde… Kameralar acı çekenleri görmüyor... Evler, mahalleler, şehirler ve orada yaşayanların yürekleri yanarken; birileri, “En yüce mertebedir” diyerek ölümü kutsuyor. Cenaze sonrası da ‘başarılı organizasyon’u kutlayıp hatıra fotoğrafı çektiriyor birileri...

Sonra o koca koca adamlar, evladı ölmüş anne babaların gözlerinin içine bakarak, “Şehitlik nasip olsun istiyorum” diye açıklama yapıyor… Oysa o da biliyor,  asla şehit olmayacağını; makam arabası, korumaları, lüks konutlarının içinde hayatını sürdüreceğini biliyor ve rahat… Yaptıklarının bedelini ödemeyeceğini, o bedeli hep başkalarına yükleneceğini bilmenin de özgüveniyle… 

Şimdi kapat televizyonu anne ne olur... Hepimizi kandırıyorlar... Korkuyorum!…

Görünüşleri büyük bu adamlar durmadan bağırıyorlar. Neden bağırdıklarını anlayamıyorum bir türlü. Sanki her şeye, herkese düşman olmuşlar... Neden düşman gibi davranıyorlar birbirlerine, neden boğazlar haldeler sürekli birilerini, anlayamıyorum. Bazen televizyondan fırlayıp benim de boğazıma sarılacaklar gibi geliyor. Ağızlarından çıkan sözlerin ne anlama geldiğini anlayamıyorum. Birbirlerine ‘alçak, yalancı, iftiracı, şerefsiz, seviyesiz’ diyorlar. Ben bu sözleri duymak zorunda mıyım? Yoksa ileride ben de onlar gibi her şeye, herkese düşman olup o sözleri mi kullanacağım? Korkuyorum anne…

Hele Meclis çatısı altında olup bitenlere aklım ermiyor bir türlü. Her gün bir kavga, her gün... Neden orada yumruklaşıyor bu insanlar? Ağız dolusu küfürler de cabası… Konuşarak anlaşamıyorlar mı? Oysa biz konuşarak anlaşmayı onlardan iyi mi biliyoruz? Onlar mı yabancılar bu dünyaya biz mi? Yoksa aç bırakılmışlar da birbirlerinin aşına mı saldırıyorlar? Eğer öyleyse kapımız açıktır bizim. Yiyecek tek lokma ekmeğimiz de olsa paylaşırız onlarla… Ama kavga etmesinler artık… 

Kapat ne olur televizyonu anne!... Korkuyorum!... 

Gün geçmiyor ki trafik kazalarında ölenlerin haberi yapılmasın… Herhangi bir taşıta binmek, hatta yolda yürümek bile gelmiyor içimden…

Sürekli birileri birilerine kurşun sıkıyor. Sorsanız çoğu da incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerden… Ölenlerin, öldürenlerin anneleri, çocukları, arkadaşları… 

Kapat ne olur televizyonu anne!... Korkuyorum!... 

Birazdan yine öldürülen kadınlarla ilgili haberlere çıkacak… Yoruldum öldürülen kadın haberi duymaktan… Bir kadın olarak yoksa bende mi öldürüleceğim anne? Öldürülmesem, çirkin sözleri, küfürleri duymasam olmaz mı? Uçkurundan başka bir şey düşünmeyen erkeklerin olduğu bir ülkede yaşıyor olmasaydık keşke… Baksana anne evlilik yaşını dokuz’a indirmeye çalışıyorlar… Hiç kadınları düşünmüyorlar hiç… Hiç de sevmiyorlar...

Kapat ne olur televizyonu anne!... Korkuyorum!...

Yine iş kazasında ölen işçilerin haberleri geçiyor… Sevdiklerim de ölür diye korkuyorum… İşe gitmeseler olmaz mı? Gidip de gelemezler diye korkuyorum. Bir gün onların da haberlerini duyarım diye korkuyorum… 

İşte şimdi de soğukta sokakta donarak ölmüş birinin haberini veriyorlar… Açlıktan ölen bebeği geçiyor haberler… 

Kapat ne olur televizyonu anne!... Korkuyorum!...

Ne olur anne, beni böylesine korkutanlara verme oyunu… Ben artık korkarak yaşamak istemiyorum…

Ülkemde kendisi için, iktidarı ve serveti için tüm dünyayı ateşe verebilecek olanların değil, yüreği evladı, bu vatanın her evladı için senin gibi yanacak olanların olmasını istiyorum artık annem… Korkmak istemiyorum artık anne… Kimse korkmasın artık… 


Arzu KÖK

13 Mart 2018 Salı

Heykel!...- Arzu KÖK

Heykel!...

Bir heykel… Aylardır gözaltında…

Olağanüstü Hal’in (OHAL) ilk dönemlerinde gözaltı süresi bir ay olarak belirlenmiş, sonrasında yapılan düzenlemeyle gözaltı süreleri 7+7 gün ile sınırlandırılmıştı. Ancak o düzenlemelerden sonra “gözaltına alınan” Ankara Yüksel Caddesi'ndeki İnsan Hakları Anıtı 22 Mayıs 2017 tarihinden beri gözaltında tutuluyor. Bu haliyle OHAL kanunlarını da aşan tarzda en uzun süre gözaltında tutulan bir ‘İnsan Hakları Anıtı’mız var bizim.

Heykeltıraş Metin Yurdanur tarafından 1990 yılında bronzdan yapılan ve Yüksel Caddesi ile Konur Sokak’ın kesiştiği yerde bulunan kavşakta oturan, o günden bu yana İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini elinden hiç düşürmeyen bir heykel. İnsanlar bu haklara ulaşmak adına çok ağır bedeller ödedi. Sokak ortasında öldürüldü, cezaevine konuldu, insanlık dışı muamelelere tabi tutuldu. Bu heykel herkes için  “İnsan hakları” nöbeti tutan bir sembol niteliğindedir oysa. Zira heykeli görüp adını duyanlar “İnsan Hakları Bildirgesi”nden haberdar oluyor, merakla açıp okumak istiyorlardı. 

Acaba suçu ne ki? Aslında bu sorunun cevabını yukarıda verdim sanırım. Çünkü bence onun suçu hem düşünmek hem de düşündürmek. Tabii bir de mağdurlara, hak ve adalet arayanlara ev sahipliği yapıyor. Suçu büyük anlayacağınız!... Türkiye’de düşünce suçu kapsamında gazeteciler, milletvekilleri, yüzlerce akademisyen ve binlerce yurttaş cezaevinde. Acı… İşte yeni Türkiye’nin özeti… Ama bu da çok garip gelmiyor doğrusu. 1993 Sivas olaylarında Pir Sultan Abdal ve Atatürk heykellerinin yıkılarak sokaklarda sürüklenmesi,  Antalya ve Ankara Büyükşehir belediyelerinin birtakım meydanları süsleyen barış ve kardeşlik simgeleyen heykelleri "bunlar cinsi münasebet, put, ucube" savunmalarıyla yok etmesi, Diyarbakır'da Büyükşehir Belediyesi önündeki Lamassus heykeli,  Mervani medeniyetine ait kabartmalar, Ahmed Arif’in heykeli, Cizre’de Orhan Doğan’ın kabartma anıtı, Ressam Fikret Mualla’nın Kadıköy Yoğurtçu Parkı'ndaki heykeline yapılanlar… Sonuçta "İnsanlık Anıtı" için "ucube" yorumu yapılmış bir ülkedeyiz değimli?

Oysa 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi imzalanmış. O dönem 2. Dünya Savaşı’ndan yorgun düşen ‘dünya’, insanların çeşitli haklarını güvence altına almak için bir bildiriye imza atmış... 

‘Herkes eşittir’ diyor bildirge bize özetle… Bütün insanlar için diyor ki; ırk, renk, cins, dil, din, ayrımı diye bir şey olamaz, herkes eşittir… Ve diyor ki; Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır. (Madde 3)

İnsan Hakları Anıtı’nın etrafı sarıp sarmalanmış polis bariyerleriyle... Yaklaşmak yasak... Fotoğraf çekmek de yasak… İster istemez düşünüyor insan: Yasaklanan o heykel mi, heykelin önündeki çiçekler mi, insanlık mı, yoksa o heykelin hatırlattıkları mı? İnsan haklarına yaklaşmak yasak... 

Bir kadın... İnsanlık bildirgesini okuyor.  Yıllardır, sessiz sedasız... 1948 yılında imzalanan bildirgeyi okuyor… Okumaktan hiç kafasını kaldırmıyor. Nasıl kaldırsın. Günbegün uzaklaşırken eşitlik ve hürriyet hakkından, daha hızlı, daha çok okuyor sanki. Daha çok eğiyor sanki kitaba başını...  Okudukça her şey yoluna girecekmiş gibi. Neden bu kadar zoruna gidiyor ki bu?

Yazık ki 90 yılından bu yana ülkenin geldiği durum aslında bu… Bırakın İnsan Hakları’na, anıtına dahi tahammül edemiyorlar. Zira hâlâ tutuklu…

Geçenlerde İnsan Hakları Anıtı'na özgürlük için Kamu Denetçiliği Kurumu ile Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu'na başvuruda bulunmuş. Umarız kalkar bu gözaltı hali de özgürlüğüne kavuşur heykel…

Sonrasında da o kadının okuya okuya bitiremediği bu bildirgeyi onu gözaltına alanlar en azından bir kez okurlar ve belki… 

Arzu KÖK

5 Mart 2018 Pazartesi

Türkiye’de Kadın Olmak!... - Arzu KÖK

Türkiye’de Kadın Olmak!...

Türkiye’de kadın olmak; bir başka zordur dostlar… Daha doğduğunuz anda yenik başlarsınız yaşama… 

 Türkiye’de kadın olmak; dünyaya geldiğinde anne babanın yüzünde buruk bir gülümseme, annenin mahcubiyeti, babanın kederli bakışlarını görmektir…

Türkiye’de kadın olmak; toplumdan ayrıştırılmak gereksiz bir eşya gibi köşeye atılmaktır…

Türkiye’de kadın olmak; yeri gelince en kutsal varlık olan ana olmak fakat yeri gelince ezilen, sömürülen ve her şeye rağmen hayatını devam ettirmeye çalışan kişi demektir….

Türkiye’de kadın olmak; bazen küçük yaşta tarlada çalışmaktan, evlenip çoluk çocukla uğraşmaktan okuyamamak, ama bazen de öğretmen olup bilgi dağıtmaktır. Ama aynı anda öğrencisinden "sen kadınsın, ben senin anlattığın dersi dinlemem" cümlesini duymaktır…

Türkiye’de kadın olmak; okula gönderilmemek, çocuk yaşta evlendirilmek, üzerine kuma getirilmek, tecavüze uğradığında suçlanmak, töre cinayetine kurban gitmektir…

Türkiye’de kadın olmak; kocaman bir ikiyüzlülüğün, namussuzluğun en kırılgan öznesi olmaktır… Babanın, dedenin, amcanın, abinin tecavüzüne uğrayıp "komşunun oğluyla konuşuyormuş namussuz" gerekçesiyle öldürülmektir. Tecavüze uğrayıp hamile kaldığında yaşadıklarını derin bir solukla içine çekip, öz kardeşinin kurşunuyla ölmektir… 

Türkiye’de kadın olmak; okula bile kampanyalarla gitmektir, o da baban her şeye rağmen kalbini temiz tutabilmiş biriyse…

Türkiye’de kadın olmak; okuyup meslek sahibi olsanız da eşinizden "…ben çalışmanı istemiyorum" ya da "sen burada otur erkek işine karışma! " sözlerini duymanız demektir… 

Türkiye’de kadın olmak; fikirlerinize saygı duyulmayı bir yana dinlenmemektir bile, hatta toplum içinde kahkaha atarak gülememek demektir... Her duygunuzu, düşüncenizi bastırmanız, içe atmanız demektir…

Türkiye’de kadın olmak; sokakta taciz, evde şiddet görmek demektir… “Kızımsın, seni dövmek boynumun borcudur” deyip döverler, “karımsın, döverim de severim de” derler. Sokakta bakışlara, ağza alınmayacak sözlere maruz kalmaktır. Güzelseniz ’namussuzsunuz’, çirkinseniz ’işe yaramazsınız’ görüşü hakim olur.

Türkiye’de kadın olmak; boynunda bir namus yaftasıyla dolaşmak zorunda bırakılmaktır… Namustur kadın… Namusun yüreklerde kaybolduğu noktada bacak arasında aranır çünkü namus…

Türkiye’de kadın olmak; ayıplarla baskılarla, ön yargılarla savaşmaktır…

Türkiye’de kadın olmak; baskıcı, ikiyüzlü, bir toplumda nefes almaya çalışmaktır…

Türkiye’de kadın olmak; hayatınızın her alanında var olabilmek için mücadele etmek zorunda kalmaktır… Hayatınızın her anında ''Ben de varım!'' diye haykırmak istemektir. Birileri tarafından sesinin hep kısılmasıdır. Öteki olmaya zorlanmaktır. ''Nefes alıyorsak umut var demektir'' derler ya, bu ülkede kadınsan ve tüm kötülüklere rağmen hala nefes alabiliyorsan umut değil de şansın var demektir.

Türkiye'de kadın olup, kadın kalmak güçlü olmak demektir… Çünkü Türkiye'de kadın olmak; her yerde ve hiç bıkmadan, kendinizi ezdirmeden mücadele etmektir.


Oysa kadın berekettir. O’na sunduğunuz her şeyi misliyle geri verendir… Yüreği sevgi doludur, sorgusuz sualsiz sever, korkmaz, kaçmaz… Hatta batan gemide kaptandır, terk etmez gemisini... İstediği sadece sevgi, saygı ve güvendir… Köyde kadın olmak, kentte kadın olmak, dünyada kadın olmak, Türkiye’de kadın olmak, nerede olursa olsun kadın olmak zordur… Zordur zor olmasına ya, yine de güzeldir KADIN olmak… “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!” diyen büyük önder ATATÜRK ise kadını anlayan kadına hak ettiği hakları sonuna kadar tanıyan eşsiz ve tek liderdi… Kadınlara saygıyla bakan gözlere sahipti o… 

Kadın olmak bütünlük ister…  Kadın, kimliğin renginde değil, aklın rengindedir… Geçtiği her yerde kendini toplamaktır heybesine… Ve ardından bir ayak izi bırakmaktır… Ve kadın olmak, roman doğmaktır… Kadın olmak; kendi romanının kahramanı doğmaktır biraz…  Ve kadın olmak;  zırhları giyinmek, kalkanları kuşanmak, onur tabelasını üstünde taşımak ve yeri geldiğinde erkekten daha erkek olmaktır… Kadın olmak okyanusta damla değil, damlada okyanus olmaktır… Gökkuşağının ta kendisidir…

Türkiye’de kim ne derse desin çoğu erkeğin kaldıramayacağı kadar zor ve onurlu bir iştir. Zor zanaattir kadın olmak buralarda. 

Dileğim Türk kadınlarının, Atatürk’ten aldıkları güç ile tüm baskılara karşı gelebilecek gücü bulmaları ve göstermeleridir… 

Arzu KÖK

27 Şubat 2018 Salı

Şeker Fabrikaları!... - Arzu KÖK

Şeker Fabrikaları!...

Bir sabah uyandık, sabah haberlerine göz atalım derken bir de baktık ki Şeker Kurumu kapatılmış. Hükümet üyeleri 27 Kasım 2017 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda karar alarak Meclis’e danışmadan, ilgili örgütlerin fikrini almadan, Türkiye’nin ulusal şeker sektörünü yönlendiren kurumu ortadan kaldırıyor. Meclis’te tartışılmasını da istemiyorlar. Sonra bir gün kalkıyoruz ki Şeker Fabrikalarının satışı onanmış. Kanun Hükmünde Kararnameyle...


 Peki neden kararnameyle? Hiç düşündünüz mü? Benim bildiğim kararname ulusal güvenlik tehditi durumunda devreye girer. Peki Şeker Kurumu’nun ulusal güvenlikle nasıl bir ilişkisi olabilir ki? Ekonomide köşe taşı değerinde bir kurum neden Meclis’in tartışmasından kaçırıldı? Taşeron işçisine kadro meselesi ve FETÖ’cülerin devletten atılması hakkındaki uzun metnin arasına sokuşturmanın anlamı neydi? Kimin ihtiyacıydı? Pancar üreticisi mi istedi? Şeker fabrikaları güvenliğin, ekonominin önünü mü tıkıyordu?

Herkes şokta... Ulusal kaygılar unutulmuş… Bu durum için bir açıklaması olan varsa da beri gelsin. Hükümetin ağzını bıçak açmıyor. Her zaman olduğu gibi  “Ben yaptım, oldu” diyor sadece. Ziraat Odaları, Ziraat Mühendisleri Odası, Pankobirlik, belki de Şeker-İş... hepsi ısrarla bu kurumları kapatmanın, fabrikaları elden çıkarmanın ne büyük felaket olduğunu haykırıyor ama duymak istemiyor hükümet.

Tarımsal sanayinin itici gücü durumundaki şekerin Türkiye’nin ve üreticinin sosyo-ekonomik durumunu iyileştiren bir sanayi bitkisi olduğu, bu kurumların ve fabrikanın kapatılmasının bu sektöre nasıl bir darbe vuracağı düşünülmedi mi acaba? 

Şeker pancarı tarımı ile Türkiye’nin 64 ilinde, 6 bin 206 köyde, 348 bin 237 çiftçi ailesi geçimini sağlıyor. Türkiye’de bir yılda 228 Pancar Bölge Şefliği denetiminde, 580 alım merkezi yoluyla, 3 milyon 284 bin 369 dekar alanda pancar ekimi yapılırken, 15 milyon ton elde edilen pancardan 2 milyon ton şeker üretiliyor. Sırf böyle baksanız bile şeker pancarının sağladığı katma değer yadsınamaz boyuttadır. Pancarın ekonomiye katkısı ise saymakla bitmez ama ana hatlarıyla bir geçelim:

- Bir dekar şeker pancarının yan ürünlerinden, 50 kilo et, 500 litre süt üretiliyor.
- Bir dekar şeker pancarının besin değeri 500 kilo arpaya eşdeğer durumda. Bir başka deyişle bir dekar şeker pancarı ile aynı zamanda 2 dekar arpa yetiştiriliyor.
- Şeker pancarının bir dekarıyla sağlanan istihdam değeri 3 bin 300 dolar iken, GSMH’ye katkısı ise 2 milyar doları buluyor. . Bir dekarda ortalama 4 ton şeker pancarından, 550 kilo şeker elde ediliyor.
- Türkiye’de tüketilen toplam gübrenin yüzde 10’u şeker pancarı tarımında, yine toplam tüketimin de yüzde 20’si pancar üreticileri tarafından kullanılıyor.
- Pancar, tarımda münavebe uygulamasının öncüsü ve sulu ziraatın yaygınlaştırıcısı rolünü üstleniyor. Bir dekarın fotosentez yoluyla havaya verdiği oksijenin, 6 kişinin bir yılda tükettiği oksijene eşdeğer olduğu kaydediliyor.
- Yan ürünleri, baş-yaprak, yaş pancar posası ve melası hayvan yemi olarak kullanılıyor. . Şeker pancarının bir dekarı yaklaşık 8 işgücü istihdam ediyor.
- Şeker pancarı endüstri bitkileri içinde sağladığı katma değer bakımından 2. sırada yer alırken, kendinden sonra ekilen hububatta yüzde 20 verim artışı sağlıyor. Pancarın baş ve yapraklarının toprakta bırakılması halinde dekara 4 kilo saf fosfat, 15 kilo saf potasyuma eşdeğer besin maddesi veriyor.
- Yılda yaklaşık 25 milyon tonluk taşıma hacmi yaratarak, taşıma sektörüne büyük bir pazar oluşturuyor.
- Sulama suyu arayışlarını teşvik ederek yer altı ve yerüstü su kaynaklarından istifade imkânını artırıyor. Çapa ve hasat dönemlerinde 200 bin topraksız, az topraklı ve işsizlere 100 gün süre ile istihdam yaratıyor.
- Yılda yaklaşık fabrikalarda da 20 bin kişiye istihdam sağlıyor...

Sırf bunları bilmek bile hükümetçe alınan bu kararın ne anlama geldiğini, hangi ulusal çıkar gerekçesiyle yapıldığını açıklayacak bir veri bırakmıyor bizlere. Son zamanlarsa “yerli ve milli” kavramlarının çok kullanıldığını düşünürsek ülkemize bu kadar fayda sağlayan bir üretime son vermenin neresi milli, neresi yerli sormak gerekmiyor mu?

Tabii bir de nişasta bazlı şeker üretimi ve bu üreticilerin hükümete baskıları var değil mi? Nişasta bazlı şeker üretimi kotası AB ülkelerinde yüzde 2 iken Türkiye'de yüzde 10'la başladı Hükümet her yıl bu kotayı artırdığı için pancar üretimi ve pancar şekerinin pazar payını azaldı. 1996'da 4 milyon 200 bin dekarda pancar ekilirken, 2014'te 2 milyon 875 bin dekar alana düştü. Şimdi ise hükümet bu üretimi tümden açtı. Oysa nişasta bazlı şeker Türkiye için çok büyük bir risktir. Hammaddesi mısırdır ve dışarıdan ithal edilmektedir. Ekonomi için büyük zarar. Hadi mısırın Türkiye’de üretildiğini düşünelim ama onun sağlayacağı katma değer şeker pancarının yanına bile yaklaşmamaktadır. Bu durumda da hep o soru: Nerede ulusal kaygılar? 

Şimdi hükümet diyor ki Şeker Fabrikaları özelleştirilecek. Peki ama biz TEKEL’de, SEK’te, Yem Sanayiinde yaşanan özelleştirmelerin kime ne getirdiği, kimden neleri götürdüğünü görmedik mi? Özelleştirilen süt fabrikalarının yerinde yeller esmiyor mu? Üreticinin sütünün fiyatı düşerken, tüketicinin aldığı sütün fiyatı yükselmedi mi? 290 milyon dolara özelleştirilen TEKEL’in içki bölümü, 2 yıl geçmeden -hem de yabancılara- 900 milyon dolara satılmadı mı? TEKEL’e şaraplık üzüm veren üreticinin ürettiği üzümün fiyatı gerilemedi mi? Et ve süt fiyatları maliyeti bile karşılayamazken yem fiyatları sürekli yükselmedi mi? Üretilen yemlerde kalite düşmedi mi? Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi de daha öncekiler de olduğu gibi sadece uluslar arası ya da uluslar üstü bir sermayenin değirmenine su taşımaktan öteye geçmeyecek ülkeye zararı çok büyük olacaktır. 

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi deneyi, geçtiğimiz dönemde, Polonya’da yaşanmıştır. Polonya’daki özelleştirme sonunda, şeker fabrikalarını satın alan çok uluslu şeker şirketleri, bu fabrikaları çalıştırmak yerine kapatmışlar ve dünyanın başka bölgelerinde daha ucuza ürettikleri şekeri Polonya’ya ihraç ederek Polonya ekonomisi aleyhine büyük kârlar sağlamışlardır. Yaşanan acı deney sonucu, Polonya, bir süre önce sattığı bazı şeker fabrikalarını yeniden devletleştirmek zorunda kalmıştır. Şimdi ise bizim hükümetimiz aynı yola götürüyor bizleri. Yazık… 

Bilindiğiniz gibi, ülkemizde de geçtiğimiz yıllarda Et Balık Kurumu özelleştirilirken de bilinçli dimağlar aynı uyarıları yapmış ama bu uyarılara kulak verilmemişti. Özelleştirme sonrasında ise hem ekonomik hem sosyal açıdan büyük önem taşıyan Et Balık Kurumu kombinalarının tümü kapatılmıştı. Bu durum ise hayvancılığımızın iflas etmesine, ülkemizin kaçak hayvan cenneti haline gelmesine ve sonuç olarak halk sağlığı açısından büyük bir tehdit oluşmasına yol açtı. Tüm bu skandallar sonrasında ise Et Balık Kurumu kombinalarının bir kısmının yeniden devlet tarafından satın alınarak faaliyete geçirilmesine karar verilmiştir. Ancak, bu arada, uğranılan zarar korkunç boyutlara ulaşmıştır da iş işten geçmiştir.  

Eğer yeniden böylesi bir facia yaşamak istemiyorsak, şeker fabrikalarının özelleştirilmesi konusunda gerçekleri dile getirenlerin uyarılarına vaktinde kulak vermek yararlı olacaktır.

Aksi takdirde, son pişmanlık fayda vermeyecektir. 


Arzu KÖK

19 Şubat 2018 Pazartesi

Nasıl Oldu?...- Arzu KÖK

Nasıl Oldu?...

“İlk defa 1924 yılında İzmir’i, İstanbul’u ziyaret ettim. Harp, Osmanlı İmparatorluğu’nu alabildiğine hırpalamıştı. Ama köylüleri, şehirlileri yakından görünce, ne gözü pek insanlar olduklarını kavramış, er geç bu yıkıntıyı ortadan kaldırıp yeni bir düzen kuracaklarına inanmıştım. Ya bu düzen nasıl bir düzen olacaktı?

 Zihinleri kurcalayan işte bu soruydu.

Cumhuriyet ilan olunmuş, Atatürk ile arkadaşları işe iyice sarılmışlardı, ama bu coşkunluğun ne gibi sonuçlar vereceğini o zamandan kestirmek kolay değildi.

1954′te Türkiye’yi yeniden gördüm.

Bu kısa inceleme gezisi sırasında hayranlık, hatta minnet duyduğumu söylemeliyim. Minnet duygusu diyorum, çünkü yeni Türkiye, sadece harplerin, ihtilallerin sarsıntısı değil, aynı zamanda bütün uygar ulusları susadurduran genel buhranın yumruğu altında çile doldurmakta olan dünyamızda güvenebileceğimiz muvazene unsurlarından biri haline gelmeyi bilmiştir.” 

Yukarıda alıntıladığım sözler Georges Duhamel (1884-1966)’e ait. Fransız Hükümeti adına “yerinde inceleme yapmak üzere” Türkiye’ye gelir. Görevi, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin o günkü durumunu inceleyip elde ettiği bilgiler konusunda Fransa kamuoyunu aydınlatmaktır. Aynı zamanda bir tıp doktoru olan Duhamel, sayısız yapıtlar vermiş büyük bir inceleyici-yazardır. Bu seçkin niteliğinden dolayı Fransız Akademisi üyeliğine seçilmiştir. “Çağının tanığı” olarak da ün yapmıştır.

Türkiye izlenimlerini LA TURQUIE NOVELLE/ Puissance d’occcident (YENİ TÜRKİYE/ Batılı bir güç) adlı kitapta toplamıştır. Buradan alıntılar yapmaya devam edeceğim biraz daha. Zira bu alıntılar sonrasında birkaç soru yöneltmek istiyorum okurlarıma. 

“ … Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntısı üzerinde yeni bir ulus yükselmiştir; bu ulusun öyle alabildiğine olmamakla birlikte kendine yetecek kadar toprağı vardır, bu ulus sağlamdır, gözü pektir. Yabana atılmayacak tabiat zenginliklerine sahiptir, bunlardan yararlanmasını bilir, gözü komşu ülkelerin toprağında değildir, ancak bilgiyle, emekle kalkınabileceğine inanır, yedisinden yetmişine kadar bu inancın ateşiyle yaşamaktadır…

Kendisine haklı olarak Atatürk, yani Türklerin atası denilen Mustafa Kemal, beslediği umutları, giriştiği işleri bir yaygara konusu yapmaksızın çalışmıştır. Bunun içindir ki söz konusu bu göz kamaştırıcı eserin büyüklüğü tam olarak bilinmemektedir…

Türkler arasında dinsel sorunlar bir ikicilik yaratıcısı olmaktan çıkmıştır… Kadınların yaşamında temelli bir değişme, güçlü bir ordu, okullar, fakülteler; tarımda, sanayide ilerleme ve Anadolu’nun göbeğinde yoktan var edilen bir başkent, Ankara…    

Halkın sağlık durumu iyi. Türkiye’de bakıcılardan, üfürükçülerden çok doktora itibar var. Şarlatanların, alaylı hekimlerin ortalığı nasıl haraca kestiğini görmek için bugün Fransa’da olmak gerekir. Atatürk’ün yolunda aksaksız olarak yürüdükçe, bu koca ülkenin yemyeşil, tepeden tırnağa verimli kılınması içten bile değil…”

Evet bu alıntılar neler anlattı size? Türkiye’nin ve Türk insanın kısa zamanda geldiği o muhteşem değişimi çok da güzel anlatmış değil mi?  Şimdi dönüp kime sormak gerekiyor; Duhamel’in görüp anlattıklarından sonra bu ülke nasıl bu hale geldi/getirildi?

Diz boyu yoksulluk, can güvenliği sorunu, kapkaç, tecavüz, kadın cinayetleri, işsizlik, gasp, hortumculuk, rüşvet, yolsuzluk, insani değerlerde yozlaşma, sağlık problemi,  eğitim niteliğindeki düşüş, dinin ikicilik yaratmaya başlaması, medyumlar, falcılar, üfürükçüler, komşu ülkelerle yaşanılan sorunlar, ölen adalet…

Tüm bunlar ülkemize nerden, nasıl geldi getirildi? Artık bu ülkenin aydınlarının öncelikle bunun analizini yapmaları ve çözüm yollarını üretmeleri gerekir. Ki çözüm yolu aslında çok basittir: Atatürk ilke ve inkılaplarını yol haritası yapmak… Ne duruyorsunuz?...

Arzu KÖK

13 Şubat 2018 Salı

Yaşamı Sevmek!…- Arzu KÖK

Yaşamı Sevmek!…

“İnletmeyene yiğit mi denir?
Diz vurup da yere
Kavrayıp da yaşamı
Yaşamayana yiğit mi denir?” 

 Eski bir Ellen türküsünün sözleri bunlar. Kısaca bizlere diyor ki; eğer kavramışsa yaşamı insan, katılmak zorundadır bu büyük oyuna. Kelepçelerimiz, diz vurup da yere doyasıya zeybek oynamamıza engel olsa da çoğu zaman, yaşamak zorundayız. Üzerimizde oynana oyunların hepsini boşa çıkarmak zorundayız. “Yoksa ne anlamı var yaşamanın?” diyor bizlere.

İsyan ediyor, isyanlarımızı büyütüyoruz ha bire. Üzgün bir ifadeyle dönüp dönüp birbirimize “Ne yapabilirim ki bırakmıyor kelepçem zeybek oynamama?” diyoruz. Aslında böyle söylesek de biliyoruz ki asıl kelepçe yürekte taşınandır. Ki o en kötüsüdür tutsaklıkların. Canımızı en çok yakandır. Mücadele ruhumuzu alıp götürendir. Yaşama tutunmamıza engel olandır.

Asi bir yürekle yaşayanlar ise, nerede ve nasıl yaşarlarsa yaşasınlar hiçbir kelepçe kâr etmez onlara. Yaşamak, serüvenlerin en heyecan vericisi olup çıkar onlar için. Her yeni gün sımsıcak bir yüreğin gülümseyişi olarak gelir onlara. Dost şafaklara varmak adına verirler mücadelelerini. Eninde sonunda da kendilerinden sevdiklerinden çok şeyler vermek adına da olsa varırlar o çok özledikleri güzel şafaklara.

“Yaşamı ciddiye alacaksın
Hem de o derece öylesine ki
Mesela kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
Yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle
Bir labaratuarda insanlar için ölebileceksin
Hem de yüzünü hiç görmediğin insanlar için
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
Hem de en güzel şeyin, en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde”

“Yaşamaya Dair” şiirinde böyle diyordu Nazım Hikmet. Kuşkusuz en gerçek, en güzel şeydir yaşamak. Birçoğumuz da seviyoruz yaşamayı. Ama hep unutuyoruz, zira yaşamayı sevmek demek, şiirde de geçtiği gibi yaşamı dönüştürme ve değiştirme bilincidir de aynı zamanda. Yeni, yepyeni bir yaşam için mücadele etmektir.

Seviyorsak eğer yaşamayı; yeni bir dünya istemeli ve hatta istemekle de yetinmemeli yeni bir dünya kurmalıyız. Yeni bir yaşam demektir bu. Yeni bir yaşam ise birliktelik demektir. Kardeşlik demektir. Aynı amaçlar uğruna bir araya gelebilmek ve birlikte mücadele edebilmek demektir. Çünkü tek bir birey asla kendi bireyselliğinin ötesine geçemez. Ancak bir birlikteliğin içinde yer alırsa yaşamı, geleceği ve kendi mutluluğunu fetheder ve aslında hedefe ulaşmanın ne kadar kolay olduğunu o zaman anlar.

Archimendes; “Manivelama bir dayanak bulun, dünyayı yerinden oynatayım” demiş. Bizim dayanağımız ise Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda kolektif çalışma olmalıdır. Bizi o güzel şafaklara götürecek olan budur.

Yaşamı sevmek demek yaşama sevinciyle dolu olmak, hiçbir kelepçenin yeni bir dünya yaratma azminden bizleri alıkoyamaması demektir. Yaşanılası bir ülke yaratmak demektir… Güzel şafakları birlikte karşılayabilmek demektir…

Gerçekten seviyor musunuz yaşamı?...

Arzu KÖK