Kızılay
Meydanı ve Güvenpark
Bir kenti keşfetme ile ilgili ilk heyecanı, son tepeyi aşıp
kenti yukarıdan gördüğümüz an hissederiz. Bir binalar toplamı ve arada göze
çarpan doğal dokusuyla bize ilk izlenimi verir kentler. Ama bu gördüğümüz
kentin kendisi değil gölgesidir aslında. Kentin asıl kimliğini kentin içlerine
girdiğimizde keşfederiz. Binalar, kent estetiğinin çok önemli unsurlarıdır ama
kenti kent yapan binalardan ziyade, park, sokak ve meydan gibi kentin kamusal
açık alanlarıdır. Kentin ete kemiğe büründüğü, kimlik ve kişilik kazandığı,
yaşayan canlı bir organizmaya dönüştüğü, Jane Jacobs’un dediği gibi, şehri fark
edilir ve heyecan verici kılan yerlerdir kamusal açık alanlar. Bu alanların en
güzel örneği de kent meydanlarıdır. Bu nedenledir ki insanların bir araya
geldiği, iletişime geçtiği, ortak aktiviteler ve eğlenceler düzenlediği
meydanları ve kamusal açık alanları olmayan bir yerleşim alanı estetik
değildir, demokratik değildir ve ne kadar büyük olursa olsun kent de değildir
aslında.
Çok güzel binaları yan yana dizerseniz ortaya bir kent
çıkmaz. Sadece binalardan ibaret bir kent, sadece yatak odasından ibaret bir
eve benzer. Bir evin sadece yatakhane değil sosyal bir mekân olması için nasıl
salonu, mutfağı, balkonu olması gerekiyorsa; bir kenti sosyal yaşam mekânı
haline getiren de o kentin açık ve kapalı kamusal alanlarıdır. Konutlar kentin
yatakhaneleri ise meydanları, parkları ve sokakları da kentin salonu, oturma
odası, mutfağı ve balkonudur. Kent farklı mekânların ve işlevlerin oluşturduğu
çoğulluklar toplamıdır kuşkusuz… Ama eğer bu çoğulluklar, yaşam ve karşılaşma
alanlarının varlığı ile ortak paydaları olan bir topluma dönüşemiyorsa; ortaya
yalnızca bir cemaatler toplamı çıkar… O vakit de kent denilen bir olgudan söz
edemeyiz.
Demek oluyor ki, kent, farklılıkların birbirinden yalıtık
biçimde var oldukları bir yer değildir. Bu farklılıkların sürekli birbiriyle
karşılaştıkları, birbirine değdikleri, çelişki ve çatışmalarını ortak bir mekân
ve toplumsal doku içinde çözebildikleri, birbirlerini etkileme ve
değiştirebilme olanakları elde edebildikleri bir mekândır.
Kent hem farklılıkları bir arada bulundurmayı hem de atomize
olmamayı; hem birey olmayı ama hem de toplum haline gelmeyi sağlayabilme
yeteneğine sahip olan bir yerdir. Bu farklı mekânsallıkların ve
toplumsallıkların ortak bir toplumsal zeminde bir araya gelmesini kentin düğüm
noktaları sağlar. Kentsel kamusal açık alanların en önemlilerinden biri olan
meydanlar ise, bu düğüm noktalarının en asli unsurlarıdır. Böylesi mekânlar
olmaksızın farklılıkların birbiriyle karşılaşması, iletişime geçmesi ve bir
toplum oluşturmaları olanaklı olmaz. Bunların olmadığı bir mekânda ise
barındırdığı nüfus ne kadar büyük, sahip olduğu bina sayısı ne kadar çok olursa
olsun bir kent toplumu, kent kimliği ve kültürü oluşamaz.
Türkiye’de gelişkin bir meydan kültürünün varlığından söz
etmek çok güç. Osmanlı yaşam biçiminde semt ve mahallelilik kavramı çok
önemliydi. Kamusal alanlar genellikle erkeklere aitti ve erkeklerin yaşamı da yürüyüş
mesafesindeki ev ile işyeri, kahvehane ve camiyi içeren çarşı arasına sıkışmış durumdaydı. Osmanlı’nın çok parçalı ve mikro ölçekli yaşam tarzı, kadın – erkek beraberliğine dayanan bir kamusal yaşamın ve sosyal aktivitelerin mekânı olan
batılı anlamda bir meydan kültürünün oluşmamasının en önemli nedenlerinden
biriydi. Ele geçirilen kentlerdeki meydanlar ise -kısmen İstanbul dışında-
zamanla giderek işlevsizleşti. İstanbul’un bazı meydanları ve geniş bulvarları
Padişahın “tebaasına”na göründüğü ya da konvoyunun geçtiği güzergâhlar
olarak yaşamlarını sürdürebildiler.
Osmanlı’da 18. yüzyıldan itibaren meydan olgusu daha çok
gündeme gelmeye başladıysa da Türkiye’nin var olan meydanları daha çok
Cumhuriyet döneminin eseridirler. Fakat bu meydanlar da zamanla yoğun göçün,
plansız kentleşmenin, rant yağmacılığının ve yanlış ulaşım politikalarının
kurbanı olmuştur. İşte Kızılay Meydanı da bu meydanlardan biridir.
Ankara’da önce Löhler’in sonra da Jansen’in yaptığı imar
planlarında 11 adet meydan öngörülmüştü. Bunlar zaman içerisinde birer birer
yok oluşa ve çöküşe terk edildiğini gördük, görüyoruz. Ankara’nın Cumhuriyet
dönemi meydanları arasında ilk elde sayabileceğimiz Ulus Meydanı+Meclis Parkı,
Sıhhiye Meydanı+Zafer Meydanı, Kızılay Meydanı+Emniyet(güven) Parkı, Cebeci
Meydanı ve Korusu ile Tandoğan Meydanı zamanla fiziki formlarını büyük ölçüde
kaybetmişlerdir.
Bu meydanlar kullanım açısından da anlam kaybına
uğramışlardır. Ulus, Sıhhiye, Kızılay ve Tandoğan meydanları yayaların
ağırlıklı olarak dışlanması sonucu otomobiller için döner kavşaklar durumuna
gelmiştir. Cebeci Meydanı otopark olarak kullanılmaktadır. İçişleri Meydanı ise
güvenlik gerekçesiyle kullanılmamaktadır.
Bu meydanların zamanla daha da geliştirilmek yerine fiziki
ve kullanım olarak çöküşe uğratılmasında yakın zamanlara kadar, belediye
yönetimlerinin kent meydanlarının önemini kavrayamamış olmaları, planlama
anlayışının yokluğu, rant baskıları ve meydanların protesto gösterilerini
teşvik edebileceği korkusu gibi faktörler çok önemli roller oynuyordu.
Bugün ise bırakalım olası protestolardan duyulan klasik
iktidar korkusunu, kentin kamusal niteliği tümüyle ortadan kaldırılmak
istenmektedir. Kentte yaşayanlarda “ortaklık” duygusu ve bilinci
geliştirecek sokak, park, meydan gibi tüm açık kamusal alanlar ya yok edilmekte
ya da kamusal niteliklerini ortadan kaldıran kullanımlara konu olmaktadır.
Kentliler ev ve işyeri arasına sıkışmış bir hayatın,
gettolaşmış sitelerin ve büyük alışveriş merkezlerinin içerisine hapsedilmek
istenmektedir.
Böylece örgütlü toplumun ve demokrasinin beşiği olan
kentlerin yarattığı “kentli-yurttaş toplumu” yerine; itaatkâr, tüketici
ve bireyci “post-modern cemaat müridi” geçirilmek istenmektedir.
1930'lu yılların ortalarına doğru, Güvenpark’ın planlanması
ve Güven Anıtı’nın inşasından sonra Kızılay Binası’nın bulunduğu ve o dönemki
adı Havuzbaşı olan açık alan önemini kaybetti. Güvenpark’ın adı önce anıtın
ismi olan Emniyet Abidesi’ne bağlı olarak Emniyet Parkı olarak verilmiş olsa da
zamanla anıtın ismiyle birlikte Güvenlik’e, daha sonra da Güvenpark’a dönüştü.
Bunda, anıtın üzerinde yazan Atatürk’ün “Türk, Öğün, Çalış, Güven” sözü
de etkili oldu.
Anıt, Türk ulusunun jandarma ve polise olan güvenini,
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve inkılap hareketlerinde beraber bulunduğu arkadaşlarını
temsil eder. İlk ismi ‘Zabıta Abidesi’ olan Güvenlik Anıtı polis
örgütüne adandı.
Güvenpark, Güven Anıtı’nın da inşasından sonra toplumsal ve
sosyal bir mekân olarak Ankara’nın odak noktalarından biri oldu. Kurulduğu ilk
yıllardan 1950'li yıllara kadar okul gezilerinin en önemli duraklarından biri
olan, insanların buluşup müzik yaptığı, birlikte vakit geçirdiği bir park olan
Güvenpark, Kızılay’ın 1952 yılında iş merkezi ilan edilmesine paralel olarak
değişmeye başladı.
1957 tarihli Yücel -Uybadin imar planı kararları sonucunda
park çevresindeki yapıların yoğunluğu ve kat yüksekliği artmaya başlayınca
parkın dönüşüm süreci de hız kazanmaya başladı.
Özellikle reklam panoları, metro inşası ve bacaların
boyutlarının Güven Anıtı’nın görkemini geride bırakması parkın kimliğini gün
geçtikçe değiştirdi. 1979 yılında Güvenpark’ın karşısında bulunan Kızılay
Parkı’nda yer alan Kızılay binası yıkılarak alan bir otopark hâline getirildi. 1985
yılında Ankara Büyükşehir Belediyesi alanın altına otopark ve alışveriş
merkezi, üzerine ise anıtın yeri değiştirilip saat kulesi getirilmesini öneren “Güvenpark
Yenileme Projesi”ni geliştirdi, ancak proje toplanan 60.000 imza ile
durduruldu.
Ve bugün… Karmaşa, kalabalık… Kızılay’ın kalbi Güvenpark,
ismindeki ‘park’ kavramını yitirerek yeni bir boyut kazanmış durumda.
Şehrin göbeğinde nefes alınıp yeşilin keyfine varılacak bir
park olmaktan ziyade, dolmuş, otobüs ve taksi durakları ile Güvenpark,
vatandaşın aklına ‘karmaşa’ ve ‘sıkışıklık’ olarak yer edindi.
Tarihi boyutuyla Başkent’in en önemli simgeleri arasında yer alan Güvenpark, şu
sıralar yeşillerin arasında tam bir kaos merkezine dönmüş durumda.
Bir yanda Güvenpark’ın arka tarafındaki kısımda dolmuş,
otobüs ve taksi durakları yer alırken, diğer yanda da parkın Başbakanlık Merkez
Binası tarafında güvenlik önlemi amacıyla çevik kuvvet ekipleri, TOMA’lar ve akrepler, Ankaralıların şehrin merkezindeki bu yeşil alanı keyifle kullanmasına
engel oluyor. Milli Müdafa Caddesi ve Kumrular Sokak bölgesinde ilerleyen yayalar, toplu taşıma araçlarının durakları nedeniyle kaldırım yerine asfalttan
yürümek zorunda bırakılıyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de Koronavirüs pandemisi
fırsat bilinerek Güvenpark’ın altını oymaya başlandı. Ancak bu çalışma için
yapılan imar planları daha önce iptal edilmişti. Buna rağmen çalışmalar hız
kazanmış durumda. Ve bu çalışmalar, Güven Anıtı’nın taşları arasındaki dolguların
yer yer dökülmesine ve korozyona uğramasına neden olmuş durumda. Yer yer oluşan
çatlaklarla anıtın da süreçten zarar göreceği açık bir gerçek olarak önümüzde
durmakta.
Tüm bu çalışmalar Kızılay Meydanı’nı yok etme projesinin bir
parçası olarak göze çarpmaktadır. Bu sayede hem bir geçmiş unutturulacak hem de
toplumun bir araya gelip nefes alma alanı yok edilerek cemaetleşmenin,
müridleştirmenin önü daha da açılacaktır. Bu ise hele ki bir başkent için
intihar demektir.
Cumhuriyet’in kuruluş simgelerinden olan Güvenpark ve Güven
Anıtının onarımı ve bakımının yapılması içinde Kültür Bakanlığı’na ve
Büyükşehir Belediyesi’ne çağrıda bulunmak istiyorum. Tüm inşaat çalışmaları
durdurulsun ve Kızılay yeniden kent meydanı işlevine geri döndürülsün. Bu
ülkenin geleceği açısından da önemlidir. Zira Ankara biterse ülke de dünya da
biter...
Çok yaşa, arı gibi çalışkan Arzu, tam da benim düşündüklerimi yazmışsın. Teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilGüzel bir çalışma.Kutlarım. Görüşmek üzere.
YanıtlaSil