Kültür –
Miras ve Yassıada
Uygarlık tepeden zembille inmez. Aşağıdan yukarıya doğru
pişerek gelir ve bir yere oturur. Aynen ağacın en son yaprağının macerası
gibidir. Kökü olmazsa olmaz. O, son yaprağın neşeli neşeli sallanışının
arkasında kesinlikle bir gövde vardır. O gövdeyi yok saydığınız anda yaprak
düşer. Bir belirsizlik başlar, bir savrulma olur. Geriye dönüşü olmaz. Uzayda
bir boşlukta kimliksiz ve kimsesiz kalır bir gerçeklik.
Bu nedenle “kök” ve “geçmiş” kavramları önemli
hale gelir.
Nereden geldiğini bilmeyen insanlar nereye gidecekleri
konusunda yanılırlar. Nereden geldiğini bilmeyen insanların el becerileri
körelir. Mekanik dünyanın yaratıcı olmayan sıradan robotlarına dönüşürler. Var
edemezler. Kendilerinden önce var edilmişlerle yaşamak zorunda kalırlar ve
özgünleşemezler.
İnsanlık tarihi aynı zamanda uygarlaşmanın tarihidir. Ya da
tersinden söyleyelim; uygarlaşmak dediğiniz şey insanın binlerce yıllık
uğraşısının bir sonucudur.
Daha da özetleyelim. Sen varsan senden öncesi var olduğu
için varsındır. Sen asla ilk değilsin. Son da olmayacaksın. O zaman geçmiş,
bugün ve yarın üçlemesinden hiçbirini atlamayacaksın. Geçmişin yoksa sen
yoksun. Bugünde yaşamıyorsan yine yoksun. Yarını düşünüp planlayamıyorsan asla
yoksun.
Geçmişinden uzak kalırsan neyin değer olduğunu bilemezsin.
Bugünü algılayamazsan neyin iyi ve anlamlı olduğunu çözemezsin. Yarını
göremiyorsan yüreğinin durduğu yerde yok olursun.
Senden önce bir taşın nasıl ve ne amaçla yontulduğunu
anlayamazsan kendi varlığının anlamını ve değerini bilemezsin. Bir tahtanın ne
mucizelere konu olduğunu göremezsen doğa ile barışık olamazsın. Bir suyun
binlerce yıl akıp gittiğini fark edemezsen su, sadece sıradan kalır.
Uygarlık, alet yapmayı beceren insanın alet yapmayı beceren
bir sonraki nesile bıraktığı mirasla oluşur.
Uygarlık, dününü hatırlayan akıllar üzerinde büyür.
Eğer bugün bir Roma’dan söz ediliyorsa, bir taş üstüne bir
taş koydukları içindir. Eğer, bugün bir Selçuklu deniyorsa bir taş üstüne bir
taş daha koydukları içindir.
Ve eğer bir uygarlık süreklilik arzetmek istiyorsa ve yıllar
sonra bile adından söz ettirmek istiyorsa var olanlara sahip çıkmalı ve onları
tahrip etmeden koruyarak yeni eserlerin yolunu açmalıdır…
Uzatmayayım… Geçen gün Yassıada’nın adı değiştirilerek “Demokrasi
ve Özgürlükler Adası” haline getirildi ve açılışı yapıldı. Ancak adanın son
hali içimizi acıttı.
Bilindiği gibi Yassıada 1. derece doğal sit ve 3. derece
arkeolojik sit alanı olarak kabul edilir yıllardır. Bizans Dönemi’nde inziva ve
sürgün yeri olarak kullanılan adada bir manastır olduğu kalıntılardan ve antik
kaynaklardan biliniyor. Yassıada’yı 19. yy ortalarında İngiliz elçisi Sir Henry
Bulwer satın alındı ve şato yapıları, seralar, hizmet yapıları inşa ettirildi.
Ada daha sonra Hidiv’lerin ailesi tarafından satın alındı. Ayrıca, adada 1960
İhtilali’nde Yassıada yargılamalarının yapıldığı spor salonunun da arasında
bulunduğu tescilli yapılar bulunuyordu.
Bugün ‘Demokrasi Adası’ olarak adlandırılan Yassıada
doğa koruma hukuku, demokrasi ve binlerce yıllık arkeolojik değerleri hiçe
sayılarak denizin ortasında yükselen betondan bir ada haline getirilmiş
maalesef. Bu ada yazıktır ki ‘Demokrasi ve Özgürlükler Adası’ değil, bir
doğa katliamı anıtı olarak çıktı karşımıza.
Bugün ‘Demokrasi Adası’ olarak adlandırılan Yassıada
doğa koruma hukuku, demokrasi ve binlerce yıllık arkeolojik değerleri hiçe
sayılarak denizin ortasında yükselen betondan bir ada haline getirilmiş.
‘Menderesler‘in
anısına saygı duruşu’ olduğu iddiasıyla törenlere konu olan Yassıada yapay çimlerle, beton saksılar içine hapsedilen ağaçlarla ‘yeşillendirilerek’,
doğal, arkeolojik ve kültürel tüm nitelikleri yok edilerek bir beton adası
haline getirilmiş.
Betona tapanlar, tarihi yağmalayanlar, karanlık köşelerinden
verdikleri emirlerle doğayı ve yaşamı yok edenler, “Bir iş yapılıyorsa doğa
zarar görür, normaldir!” diyorlar. Korkuyla ve yalanla doğa ve mekân
yağmasına sessiz kalanlar sevinin…
Yassıada’daki doğal hayatı, ağaçları, ormanı, patikaları,
kuş yuvalarını, balık yumurtalarını yok ettiniz. Marmara ve İstanbul’un en
değerli doğal yaşam alanlarından birini yok oluşun eşiğine getirdiniz. Şimdi
sevinebilirsiniz…
Zira başta da anlattığım gibi kültür ve miras bizim en çok
özenle sahip çıkmamız gerekenlerdir. Keşke doğal yapısı ve tarihi eserleri korunarak yapılabilseydi tüm bunlar. Ne yazık ki bir kültür ve miras değerimiz
daha neredeyse yok edildi, güya tarihe sahip çıkmak adına...
Mutlu musunuz?...
Arzu KÖK
Tamamiyle lanetliyorum.Sadece bu değerleri mi? Yıllardır ülkemizin onca deģerlerinin bir bir yok edilişleri karşısında içim eriyor. Asıl acı veren de birkaç baģrı yanığın dışında onca insan birikimlerizin yokoluşların öncesinden bir gùç olamayìp suskun kalmalarıdır...
YanıtlaSil