BATAN GEMİ VE BİREYLER
Çocukken basittik hepimiz. Dünya komik bir gerçeklik, hayallerimiz ise oyunlarımızın bahanesiydi. Sokaklarda ağaçlar ve yollar, evlerde ise kahkahalar ve rüyalar yaşardı. Sonu olmayan masallar anlatırdık birbirimize hiç sıkılmadan. Zaman diye bir kavram yoktu bizler için. Herkes çok büyük, ölüm ise imkânsızdı.
Sonra bir gün, korkular doldu evlerimizin odalarına. Yalnızlık, çaresizlik, sessizlik gibi kavramları da getirdi yanında. Bombalar düşlerimizin üzerine düştü, dinamitler ise tutkularımızı uçurdu. Yaşama nedenimiz mecburiyet oldu. Sanki bir anda her şey, herkes değişti. İkiyüzlülük kol gezer oldu etrafta.
Aslında çocukların masallara duyduğu ihtiyaç ne kadar büyükse, yetişkinlere anlatılmaya kalkışılan masalların tehlikesi de o kadar büyüktür. Ancak bu tehlike genelde görünmez olur. Ve bizlere süslü kelimelerle sarmaladıkları inançları, öğretileri, akımları pazarlamaya çalışırlar. Bu sayede de gerçekleri gözlerimizden kaçırmaya çalışırlar. Eğer bize bunları yapanlar kapsamlı bir projenin parçası olmasalar bile bizleri yanılttıkları için suçludurlar ya da kendilerine zarar verecek ölçüde saftırlar… Tabii biz saf olduklarına nedense bir türlü ihtimal veremiyoruz.
Her inanış kendisine inanmayanları dışladı, her propaganda karşısındakinden nefret etti, her öğreti bir diğerini reddetti. Yani bu dünyada hiçbir din, ırk, futbol takımı, politik parti bütün insanların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar onurlu olamadı yazık ki.
Bilmem fark ettiniz mi ama seçilmemiş liderler milyonlarca insanı sadece dinleri ve ırkları yüzünden insanlıktan çıkardılar. Onları istedikleri gibi yaralayıp, işkence ettiler, hapse attılar…
Bilmem fark ettiniz mi ama dünya buldukları bombalara kendi isimlerini veren aptallar ve bu bombaları geleceğe yatırım için kullanan aptallar tarafından yönetiliyor…
Bilmem fark ettiniz mi ama artık herkes hayatını günü gününe yaşıyor ve fazladan birkaç gün için yeterli oluyor nefes almak…
Bilmem fark ettiniz mi ama, hava ve su da dahil bütün kaynaklarımızı tüketmiş olarak ölüyoruz…
Bilmem fark ettiniz mi ama böyle giderse artık bir yarın olmayacak…
Bilmem fark ettiniz mi ama Tanrı bugün yaşıyor olsaydı bu şartlar altında belki de ateist olmak zorunda kalırdı…
İşte tüm bunları gördükçe;
Parçalanmış bir bayrak gibi sallanıyor başım,
Yüreğime çakılmış bir mızrağın ucunda
Acılar, yenilgiler ve kuşatılmış insan sesleri;
Yükseliyor ha bire bu uçurumlar dolambacında
Dipçikle ezilmiş çığlıklar, Çiğnenmiş grev bildirileri
Bir toplu iğneyle boynuma asılan suçlu bilinç
Hayır tüm soruların yanıtın biliyorum aslında
Üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor; tutku ve erinç
Bu zincir, bu kelepçe, bu zindan bana göre değil
Benim bu ölüm şenliğinde yerim yok
“Geri verin ülkemi” başka ne söyleyebilirim
Oysa ne az şey istiyorum kendime.
Kızgın bir sacın üzerinde yürür gibiyim,
Sessiz gökyüzü sesimi tanıyamıyor artık
Kime sorsam “susmak gerek” diyor
Kime sorsam bir türlü anlayamadığım şeyler söylüyor bana
Aklım kuşkuyu taşıyamıyor artık
İnci boncuktan yapılmış bir kolye gibi
Takıyorum boynuma hayatı.
Bu batan geminin son yolcusu ben değilim elbet…
Arzu Kök
29 Ağustos 2015 Cumartesi
15 Ağustos 2015 Cumartesi
Çaresizliğin Resmi Yapılabilir mi? - Arzu Kök
Çaresizliğin Resmi Yapılabilir mi?
İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir. Çaresizlik anlatılamaz ki. Çaresizlik, adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin ne tarifi ne de resmi yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır.
Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizi sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok.
Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada
ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlerce insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere, terk etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir. Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır, Kocaeli depreminin üzerinden 16 koca yıl geçmesine ve daha geçenlerde yaşadığımız Van depremine rağmen.
Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır. Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu.
Evet Kocaeli depreminin üzerinden 16 koca yıl geçti. Ama hala yaralar sarılamadı. Olası yeni depremler için önlemler alınamadı. Örneğin Kocaeli depreminden sonra gerçekleşen Van depremi var. Alınan bir ders yok. Beklenilen bir İstanbul depremi var. Ve uzmanlara göre bu deprem giderek yaklaşıyor. Son açıklamalara göre Marmara’da kabuk çatladı ve artık her an büyük bir deprem olabilir. Ama 16 yıldır bu kaygı olmasına rağmen hala alınan ciddi bir önlem yok. Depreme yönelik ciddi çalışmalar yok. Hala ne bekleniyor anlamak da mümkün değil. Sanırız ki istenen yine kağıt gibi yıkılan binalar ve bu binaların enkazı altında kalacak binlerce insan... Gerçekten çok yazık.
Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. Yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora... Değişen hiçbir şey yok!..
Bazıların "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı gelmedi mi? Zira bu kadarını hiç kimse hak etmiyor.
ARZU KÖK
İnsanlığın içine düşebileceği en kötü durum belki de çaresizliktir! İnsan zor bir durumla karşılaştığında durumuna çare arar. Zira ancak çare olduğunda bir umut vardır. Ama öyle bir çaresizlik anı vardır ki... İşte onu anlatmak mümkün değildir. Çaresizlik anlatılamaz ki. Çaresizlik, adı üzerinde çaresizliktir. Nasıl ki mutluluğun resmi yapılamıyorsa çaresizliğin ne tarifi ne de resmi yapılamaz. İşte bu çaresizlik anlarından biri de deprem anıdır.
Sallanma başladığında kanınızın damarlarınızdan yavaş yavaş çekildiğini hissedersiniz. Vücudunuzda var olan o mucizevi ahenk bir anda bozulur. Çaresizlik içinde donup kalır, tuhaf bir boşluğa düşersiniz. Duygularınız, algılamalarınız, iradenizin denetiminizden kopar gider. Kendinizi sadece bir et ve kemik yığını gibi hissedersiniz. Öyle ki o anda korkmak bile elinizden gelmez. Tüm denetiminizi yitirmişsinizdir. Bitmek bilmeyen sarsıntı ise bütün yıkıcılığı ile uzar da uzar... Yıllar geçer sanki, yüzyıllar geçer. İşte o dakikalarda insan olarak ne kadar küçük bir zerrecik olduğunuzun ayrımına varırsınız. Ve bırakırsınız kendinizi bir boşluğa, daha doğrusu yap-satçıların elinden kurtulan bir boşluğa atarsınız kendinizi. Ve beklersiniz sonucu. Sonuç muamma. Belki ölüm, belki ömür boyu sürecek bir sakatlık, belki de kurtuluş... Tek çare beklemek. Hiçbir şeyin garantisi yok.
Aslında bu deprem dünyanın sadece ve sadece küçük bir noktasında meydana gelen küçük bir doğa olayıdır. Ama ülkemizde durum farklıdır. Zira bu küçük doğa olayının sonuçları ülkemizde hiç de küçük olmamaktadır. Binalar kağıt gibi un ufak olmaktadır bizim depremlerimizde. Ve enkaz altında, demir ve tuğla yığınları altında yüzlerce, binlerce ezilen insan... İşte bu anlarda aklımıza hep o binaları yapıp satanlar gelir. Bir de onlara göz yuman yöneticiler... Önceden yapılan uyarılar, tarihi ve doğa gerçeklerine rağmen öncesinden tedbir almayan yöneticiler... O müteahhitlerin ve yöneticilerin bu işin günahını ne bu dünyada ne de öbür dünyada
ödeyemeyeceğini bilirsiniz... Ama olan olmuş binlerce insan ölmüştür artık. Aramızdan bazıları bizi, başka bir evrende tekrar görüşmek üzere, terk etmişlerdir. Onlar acının hançerini yüreğimize saplamış ve dönülmez akşamın ufkunda yitip gitmişlerdir. Kimileri kaderin yelkenlisine bindiler, kimileri de, arkalarında katil müteahhitlerini bırakarak ve belki de bizim sonradan onların cezasını vereceğimizi umarak, kalleş birer cinayete kurban gittiler. Ancak ülkemizde değişmez bir kural vardır. Giden gider, kalan sağlar bizimdir, bu kural ülkemizde hiç değişmez. Ve yine kural bozulmamıştır, Kocaeli depreminin üzerinden 16 koca yıl geçmesine ve daha geçenlerde yaşadığımız Van depremine rağmen.
Ben bildim bileli hemen her depremde aynı acıları yaşarız. Hep de aynı nutukları dinleriz. Önce yardım kepazeliklerini yaşarız, sonra yaraları sarma palavralarını dinleriz. Ardından deprem evlerinin talanı gelir. Binlerce insana mezar olan o binaları yapanlara yeni rant kapıları aralanır. Onlara yine ilk depremde yıkılmaya aday kağıt gibi binalar yaptırılır ve devlet töreniyle, üstelik devlet büyükleri tarafından, süslü nutuklarla depremzedelere dağıtılır. Yıllardan beri sürüp giden kısır bir döngüdür bu. Sanki güzel ülkemizin, talihsiz insanlarımızın değişmez yazgısıdır bu.
Evet Kocaeli depreminin üzerinden 16 koca yıl geçti. Ama hala yaralar sarılamadı. Olası yeni depremler için önlemler alınamadı. Örneğin Kocaeli depreminden sonra gerçekleşen Van depremi var. Alınan bir ders yok. Beklenilen bir İstanbul depremi var. Ve uzmanlara göre bu deprem giderek yaklaşıyor. Son açıklamalara göre Marmara’da kabuk çatladı ve artık her an büyük bir deprem olabilir. Ama 16 yıldır bu kaygı olmasına rağmen hala alınan ciddi bir önlem yok. Depreme yönelik ciddi çalışmalar yok. Hala ne bekleniyor anlamak da mümkün değil. Sanırız ki istenen yine kağıt gibi yıkılan binalar ve bu binaların enkazı altında kalacak binlerce insan... Gerçekten çok yazık.
Neden bu kadar duyarsız olduk anlamıyorum. Hiçbir şeyden ders almaz olduk. Yaşadığımız büyük olaylar, büyük acılar bile umurumuzda değil. Siyasetten doğal afetlere, eğitimden spora... Değişen hiçbir şey yok!..
Bazıların "Ne yapalım biz böyleyiz." dediğini duyar gibi oluyorum. Ama artık yeter. Uyanıp silkinme zamanı gelmedi mi? Zira bu kadarını hiç kimse hak etmiyor.
ARZU KÖK
10 Ağustos 2015 Pazartesi
Barış - Arzu Kök
Barış…
Önce ‘Barış gelecek’ müjdeleyicileri sardı dört bir tarafı. Kesin olarak gelecek dendi barış. Hatta Başbakan, Cumhurbaşkanı öyle övdüler ki gelecek olan barışı, öyle böyle bir barış değil, öylesine gür ve verimli olacakmış ki şaşıracakmış herkes.
Öyle bir gelecekmiş ki; yıllarca beklenen sevgiliye kavuşur gibi, kurak toprakların üzerine yağan yağmur gibi, hesapsız, yalansız, çırılçıplak gelecekmiş.
Öyle bir barış olacakmış ki artık davul zurna ile gönderilen canlar, bayrak bayrak tabutlarla dönmeyeceklermiş… Dağdakilerin cesetleri sergilenmeyecekmiş bültenlerde… Akşam haberlerinin başına korku dolu oturmak eskide kalacakmış… Sabahları gazete okumak çıkacakmış kabus olmaktan… Artık ne dağlarında bomba patlayacakmış yurdumun ne de köylerinde yangın çıkacakmış…
Reklam faslı uzun sürdü. Birkaç adım atıldı. Sonra mı? Hayal kırıklığı. Hüsran.
İlkemiz “Yurtta barış, dünyada barış” idi. Ama barışı bilemeden büyüdük bizler. Gökyüzü yakın, ölüm hep uzaktı bize. Doyasıya sevemeden yetiştik. Ahlak zabıtası kol gezdi etrafta, disiplin yönetmelikleri, masallar, masallar… Utangaç çocuklardık, günah gibi gizliydi buselerimiz.
Çoşkularımız hep en derinlere gömüldü. Dövüştüğümüzde alkışlandık, seviştiğimizde ayıplandık, dışlandık. Yazık ki barış nedir, bilemeden büyüdük. Şimdi savaş çanları çalıyor, neymiş getireceklermiş barışı. Bu savaşlar barış içinmiş…
Gerçekleri görmeli ve sevmeliyiz, önce kendimizi ve çevremizi… Küs olmayı bırakıp, gidip gelmeliyiz birbirimize. Kaç dostunuza gidip geliyorsunuz? Kaç komşunuza? Sevgilinize gidebiliyor musunuz? Kendinize? Yüreğinize? Düşüncelerinize? Sevmezsek barış olmaz, sevmeli! Ama nasıl? Kimi? Küskün olduklarımızı. Peki kimdir küs olduklarımız?
Herkesin ağzında bir türkü; barış gelsin. Peki gelsin. Barış güvercinlerini uçuralım dört bir yandan. Bir bahar ülkesine dönsün yurdumuz. Dünyada huzur hüküm sürsün, herkes kardeş kardeş yaşasın.
Savaşmayalım. Sevişelim. Ama gerçek diğer taraftan bakıyor bize, gülerek, ağlayarak… Böyle bir dünya, böyle bir barış olmaz. Savaş alınyazısıdır bu dünyanın. Çatışma, kavga… “Var olmak için dövüşmek gerek” öyle düşünüyor insanoğlu. Oysa var olmak için sevmek gerekir. Soruyor yanındakine; “Var mıyım?” Bu düzende sözünü geçirebiliyorsan varsın. Eziyorsan, eziliyorsan, etkiyor, etkilenebiliyorsan varsın. Yarışıyorsan varsın. Bu dünyanın ruhunda savaş var. Ruhunda güç kavgası var.
Barışı kavgada, savaşta bulanlar var bir de. Huzuru kavgada arayanlar var. Çünkü sevmiyorlar, aramıyorlar. Onlar ki sevmiyorlar, soramıyorlar, belayı hayra yoramıyorlar… Sevmeyi bırakın var olmayı bile unutmuşuz birçoğumuz. Biri tanımlasın istiyoruz devamlı. Oysa sevmek tanımla olmaz ki. Sevmenin de varlığın da tanımı yok ki.
Barış maalesef var olamıyor güzel ülkemde. Çünkü barışa düzülen onca övgü boş. Kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları… Boş. Boş söz onlar boş. Doldurulmuş. Doldurulmuş bir dünya, alıkoyuyor bizi barıştan. Dolduruldukça dövüşüyoruz, dövüştükçe dolduruluyoruz.
Barış maalesef var olamıyor güzel ülkemde. Çünkü sevmek yanlış anlaşılmış. Bağırılıp çağrıldıkça sevildiği anlaşılmış. Ama atlanmış, sevgisiz barışların kalıcı olmayacağı. Hep karışılmış, karıştırılmış barış. Barışı getirmeye çalıştıkça götürmüşler. Kendi ayakları üzerinde duramayana, kendi gözleriyle göremeyenlere barış haram. Karışana da haram, dayatana da. Hepimize evet hepimize barış haram dostlar.
Sevmeli dostlar, sevmeli. Sevemezsek barış olmaz. Barış diye yaşadığımız derin bir gaflettir. Her barışın ardındaki savaşı, küskün yürekleri, çaresizliği anlamadıkça barış olmaz. Gerçekleri haykırmadıkça barış olmaz.
Barış istiyorsak eğer, sevmeli ve haykırmalıyız gerçeği. Gerçek, yârimiz olmadıkça olmaz, gelmez barış…
Yarimiz olduğunda gelecektir barış.
Belki bir kuşun kanadında… Belki bir zeytin dalında…
Arzu Kök
Önce ‘Barış gelecek’ müjdeleyicileri sardı dört bir tarafı. Kesin olarak gelecek dendi barış. Hatta Başbakan, Cumhurbaşkanı öyle övdüler ki gelecek olan barışı, öyle böyle bir barış değil, öylesine gür ve verimli olacakmış ki şaşıracakmış herkes.
Öyle bir gelecekmiş ki; yıllarca beklenen sevgiliye kavuşur gibi, kurak toprakların üzerine yağan yağmur gibi, hesapsız, yalansız, çırılçıplak gelecekmiş.
Öyle bir barış olacakmış ki artık davul zurna ile gönderilen canlar, bayrak bayrak tabutlarla dönmeyeceklermiş… Dağdakilerin cesetleri sergilenmeyecekmiş bültenlerde… Akşam haberlerinin başına korku dolu oturmak eskide kalacakmış… Sabahları gazete okumak çıkacakmış kabus olmaktan… Artık ne dağlarında bomba patlayacakmış yurdumun ne de köylerinde yangın çıkacakmış…
Reklam faslı uzun sürdü. Birkaç adım atıldı. Sonra mı? Hayal kırıklığı. Hüsran.
İlkemiz “Yurtta barış, dünyada barış” idi. Ama barışı bilemeden büyüdük bizler. Gökyüzü yakın, ölüm hep uzaktı bize. Doyasıya sevemeden yetiştik. Ahlak zabıtası kol gezdi etrafta, disiplin yönetmelikleri, masallar, masallar… Utangaç çocuklardık, günah gibi gizliydi buselerimiz.
Çoşkularımız hep en derinlere gömüldü. Dövüştüğümüzde alkışlandık, seviştiğimizde ayıplandık, dışlandık. Yazık ki barış nedir, bilemeden büyüdük. Şimdi savaş çanları çalıyor, neymiş getireceklermiş barışı. Bu savaşlar barış içinmiş…
Gerçekleri görmeli ve sevmeliyiz, önce kendimizi ve çevremizi… Küs olmayı bırakıp, gidip gelmeliyiz birbirimize. Kaç dostunuza gidip geliyorsunuz? Kaç komşunuza? Sevgilinize gidebiliyor musunuz? Kendinize? Yüreğinize? Düşüncelerinize? Sevmezsek barış olmaz, sevmeli! Ama nasıl? Kimi? Küskün olduklarımızı. Peki kimdir küs olduklarımız?
Herkesin ağzında bir türkü; barış gelsin. Peki gelsin. Barış güvercinlerini uçuralım dört bir yandan. Bir bahar ülkesine dönsün yurdumuz. Dünyada huzur hüküm sürsün, herkes kardeş kardeş yaşasın.
Savaşmayalım. Sevişelim. Ama gerçek diğer taraftan bakıyor bize, gülerek, ağlayarak… Böyle bir dünya, böyle bir barış olmaz. Savaş alınyazısıdır bu dünyanın. Çatışma, kavga… “Var olmak için dövüşmek gerek” öyle düşünüyor insanoğlu. Oysa var olmak için sevmek gerekir. Soruyor yanındakine; “Var mıyım?” Bu düzende sözünü geçirebiliyorsan varsın. Eziyorsan, eziliyorsan, etkiyor, etkilenebiliyorsan varsın. Yarışıyorsan varsın. Bu dünyanın ruhunda savaş var. Ruhunda güç kavgası var.
Barışı kavgada, savaşta bulanlar var bir de. Huzuru kavgada arayanlar var. Çünkü sevmiyorlar, aramıyorlar. Onlar ki sevmiyorlar, soramıyorlar, belayı hayra yoramıyorlar… Sevmeyi bırakın var olmayı bile unutmuşuz birçoğumuz. Biri tanımlasın istiyoruz devamlı. Oysa sevmek tanımla olmaz ki. Sevmenin de varlığın da tanımı yok ki.
Barış maalesef var olamıyor güzel ülkemde. Çünkü barışa düzülen onca övgü boş. Kardeşlik, eşitlik, demokrasi, insan hakları… Boş. Boş söz onlar boş. Doldurulmuş. Doldurulmuş bir dünya, alıkoyuyor bizi barıştan. Dolduruldukça dövüşüyoruz, dövüştükçe dolduruluyoruz.
Barış maalesef var olamıyor güzel ülkemde. Çünkü sevmek yanlış anlaşılmış. Bağırılıp çağrıldıkça sevildiği anlaşılmış. Ama atlanmış, sevgisiz barışların kalıcı olmayacağı. Hep karışılmış, karıştırılmış barış. Barışı getirmeye çalıştıkça götürmüşler. Kendi ayakları üzerinde duramayana, kendi gözleriyle göremeyenlere barış haram. Karışana da haram, dayatana da. Hepimize evet hepimize barış haram dostlar.
Sevmeli dostlar, sevmeli. Sevemezsek barış olmaz. Barış diye yaşadığımız derin bir gaflettir. Her barışın ardındaki savaşı, küskün yürekleri, çaresizliği anlamadıkça barış olmaz. Gerçekleri haykırmadıkça barış olmaz.
Barış istiyorsak eğer, sevmeli ve haykırmalıyız gerçeği. Gerçek, yârimiz olmadıkça olmaz, gelmez barış…
Yarimiz olduğunda gelecektir barış.
Belki bir kuşun kanadında… Belki bir zeytin dalında…
Arzu Kök
4 Ağustos 2015 Salı
Yabancıların Mülk Edinmesi - Arzu Kök
Yabancıların Mülk Edinmesi
Son günlerde haberlerde sürekli yabancıların
edindikleri mülklerin çetelesi tutuluyor. Zira Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı’nın verilerine göre, Mütekabiliyet Yasası'nın çıkmasının ardından
yabancıların Türkiye'den gayrimenkul alımında büyük artış yaşandı.
Yabancılara toprak satışının kolaylaştırılmasını
isteyen Avrupa Birliği ülkelerinde ise tamamen farklı bir uygulama vardır. Bu
ülkelerde, birlik üyesi olmayan ülkenin vatandaşına mülk satılmamaktadır. Fransa’da
yabancıya taşınmaz satışı konusunda vergiler artırılarak caydırıcı olunmaya
çalışılmaktadır. İsrailliler, Türkiye’den büyük miktarlarda arazi alırken kendi
ülkelerinde İsrail topraklarının yüzde 80,4’ü devletin, yüzde 13,1’i Yahudi
Ulusal Fonu’nun, yüzde 6,5’i ise Arap ve İsrailliler’indir. İsrailliler,
devletlerini Araplar’dan satın aldıkları topraklarla kurdukları için
yabancılara toprak satışını kesinlikle yasaklamışlardır.
Neo-liberalizmin hayata geçirilmesinde sürece
bütünsellik içerisinde bakıldığında; ülkemizde yaşanan, stratejik öneme sahip
devasa kurumların (Petkim, Tüpraş, Seydişehir Aluminyum, Tekel, Telekom),
madenlerin, limanların, elektrik ve suyun özelleştirilmesi ile birlikte
enerjiden haberleşmeye, tarımdan sanayiye kadar tüm alanlarda yapısal
değişiklik sürecinde, bu alanlardan devletin çekilmesi mülkiyet kavramını ve
özelinde toprağın satışını da öne çıkarmaktadır.
Yabancılara toprak satışı emperyalizmin Doğu’ya
yönelttiği beş silahtan biridir. Bu silah 19. yüzyılda Osmanlı’ya karşı da
kullanılmıştır. O zamanın büyük devletleri serbest ticaret antlaşmalarının, dış
borçlandırmaların ardından, maliyesi bozuk Osmanlıdan para verme karşılığında
birçok ödün almıştır. Bunlardan biri de yabancıya toprak satışıdır. Bugün de
aynı durumla karşı karşıyayız. Zira bugün de Avrupa birliği, uyum
yasaları çerçevesinde A.K.P. hükümetine yabancıya toprak sattırmayı dayatmış,
bunda başarılı olmuştur. Böylece Lord Curzon, Lozan’da cebine koyduklarından
birini daha çıkarıp önümüze itmiştir.
Bu konular gündemde olunca acaba Osmanlı’da
durum nasıldı diye düşünmeden edemedim. Tam da bu zamanda elime Murat Alandağlı
imzalı, Helke Yayıncılıktan çıkan “Süreç ve Sonuçlarıyla
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancıların Mülk Edinmeleri (1830-1914)” isimli kitap geçti. Kitap yeni basılmış. Bu kitap için
Devlet Arşivleri incelenmiş, çeviriler yapılmış, ciddi bir şekilde uğraşılıp
yazılmış. “Yabancılar neden mülk
edinir? Bunun yasal süreçleri nasıl kabul ettirilir? Mülk satışı tavan yapan
ülkelerin durumu nedir? Onları neler bekliyor?” gibi sorulara cevap bulabilecemiz bir kitap olmuş. Bu
başarılı çalışmasından ve ortaya koyduğu bu eser dolayısıyla Murat Alandağlı’ya
sonsuz teşekkürler. Zamanlaması da mükemmel bir kitap. Açıkçası ben çok
faydalandım ve okunmasını öneririm.
Türkiye, tıpkı 19. yüzyılın hasta adamı ilan
edilen Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde olduğu gibi, bugün de postu
üzerinde paylaşım hesapları yapılan bir ülke haline getirilmiştir. Eğer
Türkiye’de Türkler her bakımdan güçlü, örgütlü, bilinçli ve donanımlı
olsalardı, yabancılara toprak satışından gocunmamız için hiçbir sebep olmazdı.
Diyebilirdik ki, biz Türkler de gider, sözgelimi Batı Trakya’da,
Bayır-Bucak’ta, Kuzey Irak’ta veya Türkler için millî ve tarihî değeri olan bir
başka yabancı ülkede bunun kat kat fazlası toprak alırız. Türk Devleti de bu
durumu millî siyaset ve millî hedefler bakımından değerlendirir ve belki de -el
altından destekleyip- yönlendirirdi. Bugün ortada ne böyle bir devlet ve ne de
bir millet var. Türkiye Türkleri, bırakın yabancıların sömürüsünü -ki buna
artık alışmış ve alıştırılmıştır- dahası içimizdeki “yerli-yabancılar”
tarafından da alabildiğine sömürülmektedir. Türkiye yalnızca bu ülkede yaşayan
Türklerin sömürüldüğü bir iç sömürgedir. Buna daha nereye kadar izin verilecek?
Doğrusu merak içindeyiz.
Arzu Kök
Not: Süreç ve Sonuçlarıyla
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancıların Mülk Edinmeleri (1830-1914) isimli Murat Alandağlı imzalı kitap yeni basıldığı ve Helke
Yayıncılık yeni bir yayıncı kuruluş olduğundan henüz dağıtımı yapılmamıştır.
Edinmek isteyenler için iletişim adresini vermek isterim.
Helke Yayıncılık
Sakarya Cad. Bayındır sok. No:20 Kat 3-4
Kızılay-ANKARA
Tel: (0312) 430 25 45
Etiketler:
Avrupa Birliği,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı,
Dünya Bankası,
Fransa,
IMF,
Mütekabiliyet Yasası,
Şair-Yazar_Eğitimci Arzu KÖK,
Yabancıların Mülk Edinmesi - Arzu Kök
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)